Home / News / HİZB-UT TAHRİR / HİZB-UT TAHRİR / Hizb-ut Tahrir’e Bir Bakış

Hizb-ut Tahrir’e Bir Bakış

Hizb-ut Tahrir hakkındaki bazı sorular, ağızdan ağza dolaşmaktadır. Meselâ; Hizb’i diğer hareketlerden ve partilerden farklı kılan meziyetler nelerdir? Elli yıl boyunca neler başarmıştır? Ve beklentileri nelerdir? Üstlendiği kurtarış vazîfesinin mahiyeti nedir? Küfür milletinin İslâm Dâveti’ne karşı kullandığı tüm güçlerini seferber ederek mahvettiği mevcut koşullar altında, özlemlerini gerçekleştirmek üzere kâim olduğu ameller yeterli midir?

Bu soruları cevaplamak için, Müslümanlara erişen kötü vâkıayı anlamaktan başlamak kaçınılmazdır ki bundan sonra bu vâkıaya yönelik şer’an neyin talep edildiği bilgisine ulaşabilelim… Bu kısa izahat ışığında deriz ki:

Ümmetin sıkıntısını çektiği zillet ve inhitâtın sebebi, İslâm’ın yönetim mevkiinden düşürülmüş olmasıdır. Zîra hükümleri, hayattan ve toplumdan kaldırıldı ve böylece yönetim olarak, yaşantı olarak ve dâvet olarak İslâm ile gelişmenin ve ilerlemenin yaşandığı on dört asır boyunca âleme hükmeden ve diğer halklara liderlik eden bu Ümmet’in çarpıcı bir dönüşüme ve hızlı bir çöküşe mâruz kaldığı görüldü. Bundan sonra ülkelerin parçalanmasına, servetlerin yağmalanmasına, nâmusların çiğnenmesine, şereflerin yerden yere vurulmasına varacak derecede kötülükler ve felâketler baş gösterdi. O kadar ki diğer milletlerin gerisine düştük ve onlara bağımlı hale geldik. Bunun en açık kanıtı, en büyük başkentlerimizin ve en yüksek minârelerimizin utanç verici bir işgâl altında olmasıdır… Fazla söze gerek yok, içerisinde günlük yaşadığımız vâkıa, açıklama getirmekten daha somut ve tanımlama yapmaktan daha nettir. Bu da kat’î bir delâlet ve tartışmasız bir doğruluk ile delâlet etmektedir ki çözüm ve ümit, takdîre şâyân bir dönüş ile İslâm’a dönmektir; onunla yaşayarak, onu taşıyarak ve onun uğrunda ölerek…

İşte buradan, bir şaşkınlık ve ihtilaf başladı: Peki, takdîre şâyân bir dönüş ile İslâm’a nasıl döneceğiz? Sonra hareketler, cemaatler ve faaliyetler kâim olmaya ve araştırmaya başladı: Nasıl ve nereden başlayacağız? Filistin’i kurtarmaktan mı, Endülüs’ü mü? Yoksa zekâtları toplayıp fakirliği bitirmekten mi? Okullar inşâ ederek cehâleti bitirmekten mi? Yoksa Allah’ın haramlarını korumak için hadleri ikâme etmekten mi? Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]’in hadislerini tahkik etmekten mi? Yoksa hakları edâ etmekten ve yöneticilere dayanarak İslâm’ı tatbik etmekten mi? … Böylece işler birbirine karıştı, cemaatlerin ihtilâfları sürüp gitti ve çabaların paramparça olması ile birlikte yönelimler de darmadağın oldu, hem de kurtuluş için lâzım olan her şeyin bir araya toplanmasını gerektiren koşulların en zifirî olduğu bir sırada… Ardından gidişâtın daha da karmaşıklaşması ve uğraşların iyice dağılması ile birlikte içinden çıkılmaz bir hâl aldı. Lisân-ı hâl, âdeta “Hiçbir çıkış yolu yok mu? İslâm Ümmeti’nin, önceki izzetine dönüş ve şu en şiddetli çıkmazından çıkış metodunu sınırlandıracak dosdoğru bir bakışı olan yok mu?” demeye başladı.

Ümmet’in izzetten zillete, birliktelikten parçalanmışlığa, zenginlik ve üstünlükten fakirlik ve düşkünlüğe dönüşen bu durumu, Müslümanların birçok evlâdını, bu problemlerden çıkış üzerinde uzun süre düşünmeye sevk etti. Ardından baştanbaşa nice ülkelerde nice cehtler harcandı, hareketler kuruldu, çalışmalar yapıldı. Bilhassa el-Kuds’te, mesuliyete karşı ince ihsâslı, fâik şuurlu ve derin-aydın fikirli Şer’îş Şerîf Kâdîsi Allâme Takiyyuddîn en-Nebhânî ve beraberindeki bir grup muhlis-uyanık âlimler topluluğu, hem Müslümanların merkezî meselesini sınırlandırdı, hem de buna yönelik şer’î köklü çözümü sınırlandırdı. Ardından İslâmî Hilâfet Devleti’nin ikâmesi ile cisimleşen şer’î çözüme varılması tamamlanmış oldu. Böylelikle çalışmaları için lâzım olan fikir ve metot hükümlerini sınırlandıran bir topluluk veya hizb kurmaları kaçınılmaz oldu. İşte bu topluluk, Hizb-ut Tahrir oldu.

Nitekim Hizb-ut Tahrir, kendisini hakîkî kurtuluş vazîfesini yüklenmeye adadı; Ümmet’i, acısını çektiği içsel fikirlerin, görüşlerin, duyguların ve nizâmların egemenliğinden kurtarmaktan başlayarak ve bu vazîfe ile kurulacak İslâmî Devlet olan Râşidî Hilâfet Devleti ekseninde âlemin kurtuluşuna ulaşarak…

Hizb tarafından üstlenilen bu kurtuluş vazîfesi ile kâim olmak, kolay bir iş olmadığı gibi, içerikten yoksun genel konuşmalar kâbilinden de değildi. Bilakis Hizb, ulaştığı her şeyde, sınırlandırılmış çalışmanın gerektirdiği tüm detaylara yönelik ciddi, köklü ve sınırlandırılmış bir etüt yaptı, tüm sebeplere ve müsebbiplere, parçalara ve bütünlere parmak bastı, bütün bunları şer’î mikyaslar ve fikirler üzerine binâ etti. Ardından vâkıayı düşünmenin ve araştırmanın kaynağı değil de konusu kılarak, nesnellik ve tam bir dikkat ile vâkıanın teşhîsine girişti, pratiklik kâidesi çerçevesinde ihsâstan düşünmeye, gâyeyi sınırlandırmaya ve bunu gerçekleştirmeye götürecek çalışmalara intikâl etti, tüm bunları Akîde ile irtibatlandırarak ve İslâm’ın Ümmet’i parçalanmışlığından sonra yeniden vahdetine kavuşturmaya muktedir olduğu, içerisinde merkezî meseleyi sınırlanmaya ve bu eksende Müslümanların tüm meselelerini çözmeye muktedir bir tâkât bulunduğu inancına teslimiyetten hareketle… İşte bütün bunlar çerçevesinde, tafsilâtının tüm mânâları ile çözümün ancak Hilâfet ile mümkün olduğu sonucuna vardı. İşte Hizb’in ulaştığı en önemli başarı budur ve bu, gerçekleşmesi uğrunda fedâkârlık ile kendisini verdiği en azametli vazîfedir, o kadar ki izzet ve şeref nasıl ikiz kardeş gibi iseler artık Hilâfet ve Allah’ın inzâl ettikleri ile yönetim de, Hizb-ut Tahrir ile özdeşleşti ve artık Allah’a hamdolsun ki Hizb, Allah’ın tevfiki ile, Müslümanların tüm meselelerinin çözüm potansiyeline erişti. Bundan da önemlisi, ikinci başarı ve Hizb’in omuzladığı ikinci vazîfedir ki bu, birbirini destekleyen şer’î delîllerden kaynaklanan ve sağlam istidlâlin ve aynı seviyede kesin ciddiyetin yönlendirdiği pratik şer’î metottur ve bu, dâvâ adamları üretmesinden başlamak üzere, fikrî ve yapısal olarak toplumu değiştirme, köklü ve kapsamlı bir inkılap gerçekleştirme, sahîh bir kalkınma meydana getirme ve Nübüvvet Minhâcı üzere Râşidî Hilâfet’i, başının emsâlsiz tâcı edinen İslâmî bir toplum inşâ etme kudretine muktedir bir kitleleşme oluşturmasında ve devletin ihtiyaçlarını karşılaması, varlığını ve cihazlarını inşâ etmesi, muhâsebesini yüklenmesi ve İslâm Risâleti’nin tüm âleme taşımasında İslâmî Ümmet’e liderlik etmeye hazırlaması ile sona ermek üzere, üstlendiği projenin zorunluluklarının gerektirdiği hususlara ulaşmak üzere tutunduğu tüm sebeplerde gâyet zâhirdir.

Yine bu kültür; başta İslâm Nizâmı, Hizb-ut Tahrir Mefhumları ve Hizbî Kitleleşme olmak üzere benimsediği kitaplarda da zâhirdir. Zîra bunlar ekseninde, îmân yolu üzere temellendirilmiş tuğlalarını ve hücrelerini oluşturmaya, ardından rûhî esâs üzere kalkınma yönüne yönlendirilmiş akliyeti ve nefsiyeti inşâ etmeye başladı.

Hizb’in bu kültür dâhilinde benimsediklerinden olan İktisâdî Nizâm, ne kadar çetrefil olursa olsun iktisâdî âlemin problemlerini, çerçevesinde çözümlemek üzere İslâm’daki iktisâd siyâsetinin ekseninde cisimleştiği şer’î hükümlerdir ve bu bağlamda İktisâdî Nizâm, refâhı ve yaşam konforunu gerçekleştirebilecek yegâne sâlih nizâm olarak öne çıkar. Nitekim kitabın mukaddimesinde, günümüz dünyasında egemen iktisâdî nizamlar; eşsiz bir model, inkâr edilemez pozitif delîller ve süregelen bir meydan okuma ile çürütülür.

Yine Hizb, İslâmî âileyi düzenleyici hükümleri ele alan, toplum içerisinde istikâmet, inşâ ve yükseliş arasını emsâlsiz bir nizâm ile ve ailelerinin parçalanmasına, kadının aşağılanmasına ve en düşük seviyelere indirilmesine yol açan tüm beşerî nizâmlara meydan okuyan bir model dâhilinde birleştiren bir sınırlandırma ile erkeğin kadın ile olan alâkasını sınırlandıran bir nizâm dâhilinde şerefi ile yakınlığını, iffeti ile binâsının sağlamlığını bütünleştiren İslâm’da İctimâî Nizâm’ı da benimsedi. Evet, tüm bunlar, Müslümanlar nezdinde iffet, şeref ve üstünlük dolu mâziye yönelik ümit ve özlem yayan bir modeldedir.

Yine Hizb, Rasul [SallAllahu Aleyhi ve Alâ Âlihi ve Sellem]’in yönetiminden son Halîfeye kadar geniş bir zaman aralığından istifâde ederek bey’at hükümleri, in’ikâdının şartları ile efdâliyetlerinden başlayıp Halîfenin muhâsebe edilmesi ile ona nasîhat edilmesinde sona ermek üzere, yönetime ilişkin şer’î hükümlerin her birini ele alan İslâm’da Yönetim Nizâmı’nı da benimsedi. Hizb’in benimsediği bu İslâm’da Yönetim Nizâmı, dünyadaki tüm yönetim nizâmlarına, hem yapısal kuvvet ve kudret, hem de idâre, istikâmet ve şûrâ bakımından meydan okuyan bir model dâhilinde seçkin bir dokuma koleksiyonudur. Nitekim Hizb, bu bağlamda, ictihâdın mûteber metoduna uygun olarak şer’î delillere dayalı, tatbîke hazır maddeler içeren Anayasa Mukaddimesi’ni benimsedi ve teşriî-fıkhî hazırlıkları çerçevesinde Ümmet’i, fıkhın altın çağlarının mis kokusuna ve fâkihlerin meclislerinin harâretine götürdü. Şüphesiz ki tüm bunlar, geri dönüşü imkânsızdır diyerek İslâm’ı bir kenara bırakanlara meydan okuyucu bir güçtedir. Nitekim Hizb, çağlar ne kadar değişirse değişsin, vebâlıların vebâsı ne kadar azarsa azsın, septiklerin vehimleri ne kadar çoğalırsa çoğalsın, İslâm’ın her zamanda ve her mekânda insanlar için sâlih bir ideoloji olduğuna dâir bir kamuoyu şekillendirdi. Zîra İslâm, dâima üste çıkar ve ona asla üstün çıkılamaz.

Muhakkak ki Hizb benimsediklerinde, Ümmet’e dînine olan güvenini yeniden kazandırmaya, Akîdesi ve hayat nizâmları ile İslâm’ın kuvvetini izhâr etmeye, İslâm’ın diğer dînler gibi mânevi, duygusal, ahlâkî bir dîn olup içerisinde hayat sorunlarını hakîkî bir çözüm ile çözecek nizâmlar bulunmadığına dâir Batı’nın pompaladığı fikrin yanlışlığını açığa vurmaya da hırs gösterdi. Nitekim gerçek bunun aksine idi ve Hizb, İslâm’ın, Rûhî-Siyâsî bir Akîdesi bulunan bir dîn olduğunu, bundan da sadece Müslümanlar için değil, bilakis tüm âlem için hayatın tüm sorunlarına çözümler kaynaklandığını gözler önüne serdi.

Hilâfet’in yıkılmasının üzerinden on yıllar geçtikten sonra Hizb’in kuruluşu öylesi zifiri karanlık şartlar altında gerçekleşti ki Ümmet’in, Hilâfet’in hayata geri döneceğine dâir ümidi kalmamıştı. Öylesi şartlar ki bu ümitsizlik İslâm Ümmeti’ni, düşmanlarından, nizâmlarından ve milliyetçi-vatancı bağlardan kalkınma ve kurtuluş ilhâmları aramaya sevk etmişti. Oysa bunlarla inhitât uçurumunun dibine yuvarlanmaya gittiğinin farkında değildi. Allah’ın fadlı ve tevfîki ile, işte böylesi koşullar altında, Allah bu Ümmet’e İslâm’ın aslanlarından bir aslan bahşetti ki o, Allâme, Muceddid, Hizb-ut Tahrir’in Müessisi Takiyyuddîn en-Nebhânî [Rahimehullah] idi. Böylece Ümmet’in izzetli olduğu ilk dönemine geri dönüş projesini ortaya attı, ardından her bir yana İslâm’ın hamiyetini yaydı, adam gibi adamların kalplerini Akîdenin nûru ile aydınlattı. Hem Allah’ın vaadine güveni tazeledi, hem İslâm nizâmına güveni tazeledi, hem de varlık sahasına, -kaçınılmaz, tatbik edilir ve diğer tüm dînlere üstün gelecek bir risâlet olarak- kesinlikle geri döneceğine güveni tazeledi. Nitekim böylelikle kültürlendirmede, el-Mustafâ [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]’in adımlarını izleyerek, Sahâbe kitlesinin sîretini yinelemek üzere kuvvetle adım atacak bir Hizb inşâ etmeye çalıştı. Ardından seyirde istikâmet, idârede salâbet ve Akîde’de sebât üzere dâveti taşımaya muktedir, seçkin İslâmî şahsiyetler çıkarttı. İslâmî Şahsiyet kitabına âşina olanlar; böyle bir zamanda Ümmet’in yeniden, târihin mecrasını şekillendirmeye muktedir adamlar olarak, devlet adamları, yönetim adamları, fikir adamları ve siyâset adamları yeşertebilmesi için en şiddetle ihtiyaç duyduğu çekirdeği Ümmet’te üreten o fikrî momenti görürler.

İşte Hizb’in benimsediği bu kültür, hem dâveti taşıyanlar için, hem de Ümmet için bir azık teşkil eder ki Ümmet onlarla yükseklerden yükseklere yükselir. Aynı zamanda dâveti taşıyanları da hedeflerini birleştirmek üzere ümmetlerini, görüş olarak, fikir olarak ve hüküm olarak eritmeleri için uykusuz bırakır ki Ümmet, izzetine ve kalkınmasına götüren caddede yürüsün. Yine bu bağlamda Allah’ın Hizb’i, fikirlerin, mikyasların ve bilhassa bunlardan esâsî ve tafsîlî hususların çoğunu billurlaştırma vazîfelerini üstlenmede nasıl muvaffak kıldığını da hatırlatalım. Bunların en önemlisi, aklın sahîh bir târif ile târifidir. Zîra bu suretle, birçok Müslüman ve gayri-muslim âlimin gerçekleştirmeyi düşlediği muazzam bir başarı gerçekleştirdi ve bu billurlaştırma ile araştırmanın sınırlarını belirledi. Şöyle ki; aklı sınırları ile sınırlandırdı ve bu sınırların dışındaki araştırmanın ancak doğru yolu ihlâl ve ondan çıkış olduğunu ve hissin ötesinde düşünülemeyeceğini, araştırma yapılamayacağını değerlendirdi. Haddizâtında bu, çıkmazdan çıkmaya götürdü. Oysa gölgeleri Müslümanların geneli üzerinde dolaşan âlimlerin çoğu bunun sıkıntısını çekiyordu.

Hizb’in billurlaştırdığı en bâriz fikirlerden biri de, kişinin önemli olan unsurlara parmak basması ve bu çerçevede toplumların kalkınma veya ıslah yoluyla değişiminin tamamlanması açısından, toplumların hakîkatini açığa çıkaran bir târif ile toplumun târifidir. Bu hakkıyla gerçekleştirilmiş bir başarıdır ve İslâm esâsı üzere sahîh kalkınma yolunun başında bulunan Müslümanlar için bir ilktir. Oysa bu dönemde Müslümanlardan bir kısmı, toplumun vâkıasını fertlerden müteşekkil olarak ve ferdin ıslâh olması halinde toplumun da ıslâh olacağı şeklinde gören Kapitalist ideolojik bakışın tesirinin sıkıntısını çekiyordu. Nitekim bu Müslümanlardan çoğu, böylesi mefhumların tesiri ile, değişim sürecinde bocaladıkları uzun seneler boyunca bu karanlık içinde kaldı. Kezâ Allah [Subhânehu ve Te’alâ] Hizb’i, Müslümanların kendileri dışındaki diğer fikir ve ideoloji sahiplerinden neleri almalarının câiz olduğunu ve neleri almalarının câiz olmadığını bilmelerini sağlayacak biçimde hadârat ile medeniyet ve ilim ile kültür arasını disiplinli sahîh bir ayrım ile ayırmaya da muvaffak kıldı. Böylece bu alanda Ümmet’i bocalamaktan kurtardı. Yine Allah [Subhânehu ve Te’alâ] Hizb’i, Müslümanları aldatıcı rûhânî duygulardan uzaklaştırmak ve sahîh ruhâniyetini, Yaratıcı’ya kulluğa ve selîm bir yönlendirme ile Allah [Subhânehu ve Te’alâ]’yı râzı etme operasyonuna yönlendirmeye sevk edici kılmak üzere Rûh, Rûhâniyet ve Rûhî Yön kavramlarının mânâlarını billurlaştırmada da muvaffak kıldı.

Hizb’in billurlaştırdığı diğer fikirlere gelince; onlar da en az, bu bağlamda izhâr edilmesi zahmetli bir hayatîyet ve ehemmiyet arz edecek derecede Müslümanların sıkıntısını çektiği bu mikyaslar kadar önemlidir

Ayrıca Hizb, Allah’ın yardımını dileyerek, Ümmet’i mecdin zirvesine yeniden oturtmak üzere izzetin, dosdoğru delîlin ve üretkenliğin adresi olması itibariyle ictihâd kapısını açmaya yöneldi. Nitekim ictihâd kapısının açılması, Müslümanların ve âlemin yenilenen tüm sorunlarını ve müşküllerini çözer. Bu bağlamda Hizb, Müslümanların hayatlarındaki, devletlerindeki ve toplumlarındaki itici güce, tüm ağırlığı ve ısrarı ile ışık tuttu ki İslâm’ın ve Arap Dili’nin kuvvetlendirdiği bu güç, bunlarda bulunan etkileme, genişleme ve yayılma kudretinden olabildiğince biriktirir, böylelikle Ümmet’i, sayesinde hayat bulduğu ve uğrunda var olduğu bir risâletin sâhibi olarak olması gereken konumuna döndürür. Bununla birlikte Hizb, sırf ictihâd kapısını açmakla yetinmedi, aksine o kapıdan kuvvetle içeri girdi. Nitekim bakış sâfiyeti ve fikir arılığı kazandıran şer’î usûle dayalı olarak disiplinli bir ictihâd operasyonu ile kâim oldu. Ardından bu esâs üzerine, kendisi için koyduğu gâyeyi ve hedefi gerçekleştirmek üzere çalışması için lâzım olan kültürünü benimsemekle kâim oldu. Hak ve târih adına konuşmak gerekirse deriz ki Hizb’in ictihâd kapısını açması, oradan girmesi ve disiplinli benimseme yapması; yeniden doğmak üzere Ümmet’i dününe döndürecek en azametli başarı ile kâim olmaktır.

Hizb, İslâm’ın değiştirme metodu olan Rasul [SallAllahu Aleyhi ve Alâ Âlihi ve Sellem]’in ittibâsı vâcip olan metodunu tanımlarken, Akîdevî bir yöneliş ile yöneldi. Nitekim şer’î delîllere ve şer’î istidlâle bağlılığı ve el-Mustafâ [SallAllahu Aleyhi ve Alâ Âlihi ve Sellem]’in üzerinde seyrettiği aynı şer’î minhac üzerindeki bağlılığında, salâbetinde ve sürekliliğinde muttasıf olduğu ideolojilik vasıf, dikkatinde ve celâdetinde apaçıktır. Bu da Allah’ın tevfîki ve fadlı sayesinde oldu ve yüce dağlar gibi dimdik ilerledi, Rasul [SallAllahu Aleyhi ve Alâ Âlihi ve Sellem]’in şu kavlini dilinden düşürmeyerek:  «والله يا عم، لو وضعوا الشمس في يميني والقمر في يساري على أن أترك هذا الأمر ما تركته حتى يظهره الله أو أهلك دونه » “Vallahi, ey amca! Bu işi terk etmem üzere, velev sağıma güneşi ve soluma da ayı koysalar, yine de vazgeçmem! Tâ ki ya Allah onu izhâr eder, ya da ben onsuz helâk olurum.” İşte bu sarâhat, bu salâbet ve bu sıdk; başta Amerika ve araştırma merkezleri olmak üzere büyük devletleri endişelendiren muazzam bir yankı uyandırdı ve açık bir delîl olmak üzere bu, ileri gelenlerinin ağızlarından dökülen sözlerinden belli oldu, kalplerinde gizledikleri ise elbette daha büyüktür.

Yine bu bağlamda zikredelim ki İslâmî Âlem’in kalbine saplanan Küfrün mızrak başlarından en sinsi biri olan siyâsî-askerî General Glop Paşa’nın yaptığı bazı toplantıların koridorlarında Hizb-ut Tahrir ile alâkalı olarak şöyle dediği dışarı sızmıştı: “Bu Hizb, Haçlı savaşlarını tekrar geri getirmek için ayağa kalkmıştır ve o, dediği her şeye kast ediyor.” Böyle diyerek sorumlu yöneticileri, bu Hizb’i ortadan kaldırmaları için uyarıyor ve harekete geçiriyordu. Bundan ötürü gördük ki bu nizâmlar, Hizb’in boğazını şiddetle sıkmaya, bilhassa canını yakacak şekilde acımasız ve boğucu bir medya ablukası altına almaya başladılar.

Muhakkak ki Hizb-ut Tahrir, Müslümanların meselelerini, Akîdeye yöneliş çerçevesinde köklü çözüm ile çözme sorumluluğunu üzerine alan yegâne hizbdir. Bunu da merkezî meseleyi; şer’î, uyanık, nesnel ve İslâm’ın buna ilişkin metoduna bağlı bir sınırlandırma ile sınırlandırarak başardı.

Yine Hizb, toplumun fikrinin ve hissinin işrâfı sorumluluğunu da omuzlarına aldı ki onunla birlikte toplum ile kötüye gidiş arasını açan hakîkî kalkınma ekseninde seyretsin ve Allahu Te’alâ’nın rıdvânına nâil olmadıkça gerçekleşmeyecek olan saadete onunla birlikte ulaşsın. Yine Hizb, tüm bunlarda, ehline yalan asla söylemeyen dirâyetli bir liderin davrandığı gibi davranmayı da sürdürdü ki uyanık basîret gözü üzere Ümmet’i potasında eritmeye, sonra fikirlerini, görüşlerini ve hükümlerini birleştirerek hedefini birleştirmeye güç yetirebilsin de Hilâfet’in ikâmesi için, Cihâdının başlatılması için ve Akidesinin taşınması için yanıp tutuşan Ümmet’in hayatı ve ilhâm kaynağı Akîde, Hilâfet ve Cihâd haline gelsin. Ve uzun yıllar boyunca kendisine isticâp edilmesinden ümit kesmesinin ardından, bugün artık Ümmet içerisindeki bu ihsâsların âyân-beyân olduğunu görüyoruz.

İşte bugün Hizb artık, Allah’ın fadlı ve inâyeti ile, Hilâfet’in kapısını çalmaktadır. Arkasındaki Ümmet de bakışlarını her an o kapının açılmasına çevirmiş durumdadır. Hiç şüphesiz bizler, İnşâAllah, bunun kesinlikle çok yakın olduğunu görüyoruz ve gözlerimiz ile de göreceğiz, bi-İznillah. Zîra bizler, Rabbimizin vaadini kesinlikle tasdik ediyoruz ve sürekli bu vaad ile müjdeliyoruz. İşte bunlar, gerçekten Nusretin müjdeleyicisi ve mukaddimesidir. Geriye dönüp bakarsak, dün ile bugün arasındaki geniş farkı rahatlıkla görürüz. Daha dün Hizb, kendisine açılsın diye tek başına toplumun kapısını nasıl çalmış ve yalnızca kendisine açılıncaya kadar fikrî ve akîdevî bir tokmak ile çalmayı nasıl sürdürmüş ise bugün de Hilâfet’in kapısını öyle çalmaktadır. Arkasındaki Ümmet de, Hizb’e nusret ile nusret versinler diye azametli, kuvvetli ve kudretli evlatlarını ayağa kaldırmaktadır ki, kendilerini Allah’ın inzâl ettikleri ile yönetsinler, ne Doğulu ne Batılı olan Râşidî Hilâfet’i geri getirsinler de Hilâfet, Ümmet’in sayesinde hayat bulduğu ve uğrunda var olduğu Akîde’ye dayalı Cihâd ile kâim olsun, Ümmet de dârı olan Dâr-ul İslâm’a geri dönsün, râyesini taşısın, onunla gölgelensin, diğer râyeleri ayakları altına geçirsin… O günler ne azametli günler olacak ve o saatler ne saadetli saatler olacak, bi-İznillah…

Sonra Hizb-ut Tahrir, Hilâfet’in ikâmesinin öncesine yönelik başarıları ile de sınırlı kalmadı. Bilakis Hilâfet’in sonrasına yönelik bilinçli ve ideolojik mütalaalarda da bulundu, sorumluluk ve uyanıklık ile muttasıf oldu. Nitekim Hizb’in, Râşidî Hilâfet’in ikâmesinden sonrasına yönelik mütalaalarından en bâriz olanları şunlardır:

1.    Gerilemeksizin dönüşen toplum içerisinde bir güvence olarak kalmaya devam edecek ve şer’î hükümlerin gerektirdikleri çerçevesinde doğrultmak, ehli hakkında sadâkati desteklemek, muhâsebe etmek, nasîhat etmek ve ehli hakkında zâfiyeti eleştirmek üzere Devlet’in tâkipçisi olan İdeolojik bir Hizb olarak vazîfesini üstlenmeyi sürdürecektir ki zaten Hizb’in bu konuda benimsemeleri mevcuttur.

2.    İslâm’ın emîn bir bekçisi ve Ümmetinin vefâkâr bir hizmetçisi olmaya, İslâm’dan olmayanları uzaklaştırmaya, müphem olanları billurlaştırmaya, yenilenen her hususta nasslarını telaffuz etmeye, taşınmasına ve dâvetine hırs göstermeye, işlerinin riâyetini ihlâl etmemesi bakımından şer’î hükümlerin gerektirdikleri çerçevesinde maslahatlarına karşı uyanık kalarak Ümmetine hizmet etmeye devam edecek ve bu alanda Hizb, hem Hilâfet’in ikâmesinden önce ahdettiği gibi Ümmet’e vefâkâr olmayı sürdürecek, hem de üretkenliği ile, tecrübesi ile ve cesâreti ile Ümmet’e desteğini pekiştirmeyi sürdürecektir.

3.    Devlet’in gölgesinde hizbî sorumluluğunun yüklediği gözetim çerçevesinde başarılarını korumaya yönelik tüm sebeplere sarılmaya da hırs göstermeye devam edecektir ki kendisinden önceki selefinin olduğu gibi Ümmet; Akîde, Hilâfet ve Cihâd Ümmeti olabilsin, azîz başarıları ile yaşasın ve risâletini arı-duru bir halde taşısın da Rabbi ondan râzı, o da Rabbinden râzı olsun.

Sözün hülâsâsı: Muhakkak ki Hizb-ut Tahrir, tüm donanımı ile Büyük Hilâfet Projesi sorumluluğunu üzerine almış, bu uğurda hayırlı şebâbını seferber etmiş, yine bu yönde Akîde, Hilâfet ve Cihâd’ın, Ümmet’in yanıp tutuştuğu emel haline gelmesi için bir kamuoyu oluşturmuş, bunu, uzak doğuda Cakarta’dan uzak batıda Rabat’a kadar ihlaslı bir emel olarak haykırmış ve Hilâfet’i yeniden döndürmek üzere, Müslümanların dârına İslâmî hayatı geri getirmek üzere, İslâm’ı tüm âleme bir hayır risâleti olarak taşımak üzere, Hizblerine nusret vermeleri ve sözlerini birleştirmeleri için kuvvet ve kudret ehlinden olan evlatlarının desteğine ağırlık vermiş ve Hizb’in bi-Fadillah biriktirdiği bu servete binâen, ektiği semere artık olgunlaşmış ve bi-İznillah hasadının zamanı gelmiş ve İnşâAllah Hilâfet için îlânından başka bir şey kalmamıştır.

وَيَوْمَئِذٍ يَفْرَحُ الْمُؤْمِنُونَ بِنَصْرِ اللَّهِ  İşte o gün mü’minler de Allah’ın nusreti ile ferahlayacaklardır. [er-Rûm 4]

 

Kaynak: Mescid-il Aksâ’dan Bir Nûrun Doğuşu: Hizb-ut Tahrir’in Yola Çıkışı

Ayrıca...

İstanbul’da Fetih Konferansı gerçekleştirildi

Kostantiniyye’nin Fethi’nin hicri yıldönümünde İstanbul Fatih’te “Fetih Ruhu ve Müslüman Gençlik” başlıklı büyük bir konferans …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir