Home / News / YAZARLAR / Saliha Aydın / TAVİZ ATEŞTEN BİR GÖMLEKTİR / Saliha Aydın
yazar

TAVİZ ATEŞTEN BİR GÖMLEKTİR / Saliha Aydın

Taviz nedir? Taviz insanın inandığı kat’ i (asla vazgeçilemeyecek) değerler ve prensiplerinden ödün vermesidir. Değerlerini koruyamaması, karşılaştığı zorluklarla mücadele etmek yerine dış etkenlerden kaynaklı sebeplere boyun eğmesidir.

Peki taviz bir mü’min için ne ifade eder? Daha doğrusu İslam insanı mü’min ve müslüman yapan değerleri her koşul ve şartta korumasını emredip, onlardan ödün vermesini yasaklamış mıdır? Şartlar ve koşullar İslam’a uymadığında, şartlara ve koşullara ayak uydurmak mı yoksa her zorluğa ve sıkıntıya rağmen taviz vermeden şartları ve koşulları değiştirmek için mi mücadele etmek gerekir?

Her meselede olduğu gibi bu meseleyi de Kur’an ve Sünnet’e başvurarak anlamamız gerekir. Zira bir mü’ min için düşünce ve amellerin kaynağı Kur’an ve Sünnet’tir. Kur’an ve Sünnet dışında hiç bir ölçü iman ve amelin ölçüsü kabul edilmez.

Kur’an’da tavizle ilgili belki de en can alıcı sure Kafirun suresidir. Taberi’de geçen ayetin nüzul sebebine bakıldığında bu daha iyi anlaşılacaktır. Zira müşrikler Resulullah’tan putları eleştirmekten vazgeçmesini, tapmalarına ses çıkarmamasını, böylece İslam’a ısınabileceklerini söylemişler, hatta bir sene kendi putlarına tapmasını bir sene de Allah’a tapmayı teklif etmişlerdir.  Bunun üzerine Kafirun suresi nazil olmuştur.

De ki: Ey kâfirler ! Tapmam o taptıklarınıza! Siz de benim kulluk ettiğime tapanlardan değilsiniz. Hem ben tapıcı değilim sizin taptıklarınıza.Hem de siz, benim kulluk ettiğime tapıcılardan değilsiniz Size dininiz size, benim dinim bana! (Kafirun 1-6)

Bu ayetler onların  her türlü tekliflerine karşılık son noktayı koymuştur. Her teklife aşılmaz bir set çekilmiştir. Yine bu olay üzerine indiği söylenen ayet :

“Öyleyse yalanlayanlara itaat etme. Onlar istediler ki, sen onlara yumuşak davranasın/müdâhene edesin de onlar da sana yumuşak davransınlar” (Kalem 9).

Müşrikler daha da ileri giderek mal, yönetim, kadın teklifinde bulunmuşlardır. Bunun üzerine:

“Onlar neredeyse, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı düzüp uydurman için seni fitneye düşüreceklerdi; o zaman seni dost edineceklerdi. Eğer biz seni sağlamlaştırmasaydık, andolsun, onlara az bir şey (de olsa) eğilim gösterecektin. Bu durumda, biz sana, hayâtın da kat-kat, ölümün de kat-kat (acısını) tattırırdık; sonra bize karşı bir yardımcı bulamazdın” (İsrâ 73-75) ayetleri nazil oldu.

Bu olayda nebevi tavırda çok dikkat çekicidir. Zira Ebu Talip Resulullah’a (sav) gelip müşriklerin teklifini kabul etmesini söylediğinde aldığı cevap iman etmeyen Ebu Talip’i bile etkilemiştir. Resulullah (sav): “Allah’a yemin olsun ki, onlar; bu işten vazgeçmem için sağ elime güneşi sol elime de ay’ı verseler, Allah zafere kavuşturuncaya ya da ben bu uğurda helak oluncaya kadar ben bu davadan vazgeçmem.” Bu kesin ve sabit duruş karşısında Ebu Talip “Ey yeğenim! git söylemek istediklerini söyle (İslam’ı tebliğ et) seni hiç bir şeye asla teslim etmem ve ortada bırakmam.” dedi.

Resulullah (sav)’in bu tavrı aslında sadece onun değil bütün peygamberlerin tavrıdır. Zira bütün Peygamberler Allah’a imana davet etmişler lakin hepsi de yalanlanmış, baskı, zulümle karşılaşmışlar hatta öldürülmüşlerdir. Lakin buna rağmen asla davalarından ödün vermemişlerdir. Bununla ilgili Allahu Teala:

(Ey Muhammed) senden önce de Rasuller yalanlandı. Fakat yalanlandıklarına ve eziyetlerine bizden bir yardım (zafer) gelene kadar sabrettiler. Allah’ın sözlerinde (Sünnetinde) bir değişiklik olmaz. Şüphesiz Rasullerin (bu konudaki haberleri) sana gelmiştir.” (Enam 34)

“Şimdi sen, emrolunduğun şeyi beyinlerini çatlatırcasına bildir ve müşriklerden yüz çevir (sözlerine aldırış etme). Muhakak ki biz, (seninle alay eden) o müşriklere karşı kâfiyiz (onları helâk ederiz). Onlar o kimselerdir ki, Allah ile beraber başka bir ilâh tanırlar. Onlar yakında (başlarına gelecek akibeti) bileceklerdir.” (Hicir 94-96)

Resulullah (sav) İslam’a davete başlayıp, ona inananlar arttıkça müşrikler de her türlü eziyete başlamışlardı. Öyle eziyetler çektiler ki ölüm bir kurtuluştu. Lakin Resulullah (sav) dediği gibi yaptı. Ya zafer ya şahadet düsturuyla tüm müminler hareket etti. Ve asla, kat’a taviz vermediler. Çünkü İslam öyle alelade bir din değildi. İslam gelişiyle bâtılı, küfrü yerle yeksan edip, hakkı yeryüzünde bir karış dahi küfürle hükmedilen yer kalmayıncaya dek mücadele etmeyi idealleştiren yüce bir dindi. Böyle ulvî bir gaye ancak böyle feci karakterli bir hareket düsturunu gerektirirdi. İşte o yüzden İslam’ın ilk şehidi olma şerefine ulaşmış Sümeyye radıyallahu anha, dört tarafından develerle çekilir bir halde dayanılamayacak işkencelerle ruhunu teslim ederken, “Sabredin ey Yasir ailesi! Muhakkak ki sizin için Cennet var” demişti. Bunca zulme işkenceye rağmen onlarca tekliften birini dahi kabul etmeyi aklından dahi geçirmedi. Kabul edip Müslümanları azıcıkta olsa rahatlatabilirdi, ama yapmadı. Yine en ufak bir taviz yoktu.

Kişinin kendini ölümden kurtarmak için ruhsat olarak Allah tarafından sadece o an dil ile olmak şartıyla küfür sözü söyleyebilmesine izin verilmiştir. Azimet ise ölümü seçmektir. Buna alimler takiyye ismini vermiştir.  Bununla ilgili:

“Kalbi imanla yatışmış olduğu halde inkâra zorlanan kişi (kurtulmuştur), fakat kim inandıktan sonra Allah ‘ı tanımaz ve küfre kalbini açarsa, Allah’ın gazabı onların basındadır, onlar için büyük azab vardır. Bu onların, dünya hayatını ahirete tercih etmelerinden ötürüdür ve Allah inkâr eden bir topluluğu doğru yola iletmez” (en-Nahl, 16/106, 107).

Yalnız bu, dil ile gerçekleşen bir takiyyedir. Kalp ile beslenen bir dostluk, ya da fiilî olarak gerçekleşen bir dostluk değildir. İbn-i Abbas (Allah ondan razı olsun) diyor ki: “Takiyye, eylem ile olmaz. Takiyye, ancak dil ile olur.” Mümin ile kâfir arasında bir sevginin meydana gelmesi, izin verilen takiyye kapsamına girmediği gibi, mü’minin takiyye adı altında pratik olarak herhangi bir şekilde kafire yardım etmesi de izin verilen takiyye kapsamına girmez. Allah’a karşı bu tür düzenbazlıklara başvurmak doğru değildir.

İslam devletine nusret talep etme aşamasına gelindiğinde Resulullah kabilelere gidip onları İslam’a davette bulunup, yardım etmelerini istedi. İbni Kesir’in rivayet ettiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Beni Kinde kabilesine geldiğinde onlara da bu teklifin aynısını yapmıştı. Onlar da Rasulullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) ‘’Eğer zafere ulaşırsan senden sonra bizim için mülk var mı?’’ diye sordu. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara: “Şüphesiz ki mülkün tamamı Allah’ındır. Onu istediğine verir” dedi. Resulullah onlardan nusreti kabul etmedi ve böyle bir şartlı teklife karşı geldi. Yine tavizsiz duruşa müthiş bir örnek İbn-i Kesir rivayetiyle Iyad Kunaybi yorumuyla bakın:

“Beni Şeyban kabilesi aklı vahye dayanmayanlar için insanı aciz bırakacak bir teklif ile geldiler. Maddiyata bağlı akıllar, Rasulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bu teklifi reddetmesini anlamaktan aciz kalır. Beni Şeyban kabilesinin emirleri olan Mefruk ibni Amir, Hani ibni Kabiysa, Musanna ibni Harise’ye Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisini takdim etti. Ve dedi ki: “Ezayı benden def edin, devletinizin başına geçeyim ve devletin gücüyle İslam’ı yayalım. Böylelikle Rabbi’min risaletini ulaştırmış olurum.’’

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) beni Şeyban kabilesine geldi ve davetini onlara sundu. Onlar diğerlerine oranla daha makul davrandı ve basit bir şart karşılığında Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) davetini kabul etti. Ve dediler ki: “Bizim Kisra ile bazı anlaşmalarımız var. Biz Kisra’nın sınırlarına zarar verebilecek herhangi bir şey yapamayız. Yani Farisilerin memleketinin emniyetini bozacak bir amel yapamayız. Aynı zamanda onların emniyetini bozan bir kişiyi de kendi içimizde barındıramayız.” Yani müşterek bir emniyet alanı kurmak için yardımlaşıyorlar. Devamla dediler ki: “Ve benim gördüğüm kadarıyla senin davet ettiğin şey krallar tarafından kerih görülmektedir.” Yani Kisra bu daveti bildiğinde bunu kabul etmeyeceğinden eminlerdi. “Bizler sana Halic’in bu tarafında kalan Arap diyarlarında yardımcı oluruz ve Araplara karşı seninle savaşırız. Velâkin bizler Farslılara karşı savaşacak güce kuvvete sahip değiliz. Aramızda yapılan bazı anlaşmalar ve bazı sözleşmeler bulunmaktadır, bunları bozamayız.”

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara dedi ki: “Allah’ın dini yalnızca her açıdan onu kabul edene yardım eder.” Yani Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara; ‘’Ben İslam’ın bir ucundan kabul edenlere ya da İslam’ı şartlı kabul edenlere itimat etmem.’’ dedi. ‘’Kişinin tam bir teslimiyet ile Allah’ın ahkâmına boyun eğmesi gerekmektedir. Bu kişi, savaştaki kendisine denilen her şeyi yapan bir asker gibi olmalıdır.”

Beni Şeyban kıssası ibni Hibban Sikat adlı eserinde ve Beyhaki’nin Nübüvvetin Delilleri adlı eserinde ve İbni Kesir tarafından rivayet edilmiştir.

Vallahi kardeşler, gerçekten eğer Allah’a ve ahiret gününe iman etmek olmasaydı, Allah’a tevekkül etme olmasaydı, akıllar Rasulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bu teklifi reddetmesini anlamaktan aciz kalırdı. Çünkü o (sallallahu aleyhi ve sellem), bu teklifi aldığında Mekke’de çok zor şartlar altında yaşamaktaydı.“

Buraya kadar saymış olduğumuz bütün deliller ve saymadığımız diğer onlarca delil göstermektedir ki; her ne şartta ve durumda olursak olalım, bir tek ölüm tehlikesi hariç asla küfür sözü ve amelinde bulunmak caiz değildir. Ve İslam’ın helal görmediği yollarda niyet güzel bile olsa mücadeleye girişilmez. Zira gaye vasıtayı asla meşru kılmaz. Taviz müminin asla şiarı olamaz. Onunla yola çıkan yolda kalır. O ateşten bir gömlektir; giyeni yakar, zarar verir, hiçbir fayda sağlamaz. İnsan onunla fayda elde edeceğini zannetse de, asla fayda vermez, zira ölçü ve mümin için asıl fayda Allah’ı razı etmektedir.

İşte bazı Müslümanlar hilafetin yıkılması ile birlikte hasıl olan Müslümanların yaşadıkları sıkıntıları gidermek veya yönetimi değiştirmek gayesiyle küfür sistemlerinde yer almışlar ve taviz vermişlerdir. Bu taviz öyle bir hal almıştır ki, Allah’ın razı olmadığı yollarda varlıklarını gösterip mücadeleye devam ederken sözüm ona kendilerince Müslümanlar adına elde ettikleri kazanımları (!) kaybetmemek için, her defasında daha da fazla taviz vermişler ve taviz bataklığına battıkça batmışlardır. Ve hatta bu işlenilen günah niyetler halis olduğu gerekçesiyle, normal hatta bir görev şeklinde algılanmaya başlamıştır. Daha da ileri giderek saray alimleri bunlara destek vermeyi farz sayacak kadar yollarını şaşırmışlardır. Çünkü bir Müslüman bir kere taviz vermeye görsün, nedamet duyup vazgeçmedikçe onun ardı arkası kesilmez. Taviz tavizi getirir. Ve kul günaha devam ettikçe ona alışır ve normal görmeye başlar.

Buna en büyük örnek: “Hak yol İslam yazacağız” sloganıyla, “adil düzen” idealiyle yola çıkıp, laik ve demokratik cumhuriyet sistemi içinde parti kurup mücadeleye girişen, adına Milli Nizam partisi veren Milli Görüş cemaatidir. İrticai faaliyetler ve laikliğe aykırı bulunduğu gerekçesiyle defalarca kapatılıp, tekrardan kurulan Milli Görüş her defasında biraz daha söylem ve eylemlerini yumuşatmış yani her defasında biraz daha taviz vermiş olmasına rağmen yine de kapatılmaktan kendini koruyamadı. En son Fazilet Partisi altında birleşip tekrardan kapatılma durumuna maruz kaldıklarında, adına yenilikçiler denen bir çoğunluk partiden ayrılıp yeni bir anlayış geliştirmek gerektiğini söylediler. Fazilet Partisi Kongresinde tarihe geçecek şu cümleyi “Bizim Medeniyetimiz Batı Medeniyeti karşısında yenildi.” diyen Abdullah Gül’ü destekleyen ve artık Milli Görüşçü olmadıklarını ifade eden bir grup ayrılarak Abdullah Gül liderliğinde daha sonra Recep Tayyip Erdoğan’ın başına geçeceği Adalet ve Kalkınma Partisi altında toplandılar. Adalet ve Kalkınma partisi ise Milli Görüş çizgisinin dışında daha demokratik ve laik bir parti tüzüğüyle, demokrasiyi araç olmaktan çıkarıp, ona inanmış olarak sadece dindar kesime değil, bütün kesimlere hitap eden bir dille ve parti kadrosuyla yola koyuldular. Bütün bu değişim ve ilk başladıkları yoldan sapış, verilen tavizlerin bir sonucuydu. Her ne kadar bu grup kendini Milli Görüş gömleğini çıkarmış olarak vasıflandırsa da şuan Saadet partisi çatısı altında kalan milli görüş zihniyeti, küçük ve etkisiz bir grup haline gelmiştir. Milli görüşü terk etmeyen bu küçük grup bile Milli Nizamla başlayan ilk  parti tüzüğünü tamamıyla koruyamamış ve oldukça taviz vermek durumunda kalmıştır. AKP ise gelinen noktada demokratik bir eylem planı ortaya koysa da yine de dindar Türkiye halkının İslami bir gelecek umudu olabilmiştir. Lakin Başkanlık Sisteminin oylamaya sunulma öncesinde seçim propagandaları yapıldığı esnada başta Hizb-ut Tahrir olmak üzere birçok İslami STK ve cemaat önderi tutuklanmış adeta İslami camiaya bir gözdağı verilmiştir. Ve bununla da kalmayıp, referandum sonrası başkanlık sisteminin kabulü ile birlikte “İslamcıların” Akp’den tasfiye edilmesi tartışmaları başlamış ve Erdoğan Hindistan ziyareti dönüşü yaptığı açıklama ile bu düşünceyi destekleyen bir tavır ortaya koymuştur. Gelinen nokta Akp’ yi destekleyen dindar kesimi oldukça endişeye sürüklemiş görünüyor, ilerleyen zaman nelere gebe Allah nasip ederse göreceğiz. İşte bu durum göstermektedir ki taviz insanı taviz verdiği şeye alıştırmaya hatta ona inanmaya sebep oluyor. Başladığınız yerde inandığınız değerleri, amaç ve idealleri bile unutturup taviz verdiğiniz şeye sizi inandırmaya başlıyor. Eğer Akp gerçekten içindeki “İslamcılardan” temizlenmek zaruretini hissediyor ve bunu yapıyorsa, bu halen İslami bir gelecek getireceği umuduyla Akp’ye destek veren dindar kesimin zannettiği gibi, İslami bir gelecek umudunu taşımadığını ve demokrasi ve laik değerlere inanıp onları muhafaza etmek istediğini ortaya koyuyor. Bu durum Hz. Ömer’in şu sözünü ne kadar da doğruluyor;” İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız.

Müslümanların artık bu yolların ve yöntemlerin sonuç getirmediğini, yapılan onca mücadele ve çabanın beyhude olduğunu ve bu yolların bize günah ve hüsranlıktan başka birşey kazandırmadığını görmek zamanı geldi de geçiyor. Bugüne kadar yapılan mücadelelerin hüsran olduğunu yıllar bize çoktan ispat etti ve halihazırda içinde bulunduğumuz vaka da ispat ediyor. Her ne kadar akıl amellerin ölçüsü olmasa da şuan yaşadığımız vaka bile bize akli olarak gösteriyor ki tavizkâr yollar asla fayda getirmiyor. Alemlerin Rabbine güvenmek ve akılcı değil şeriatçı olarak, aklımıza uymasa da şer’i hükmün gösterdiği şekilde nebevi metod üzere bir çalışma ve çaba içerisine girmek ve İslami bir devleti kurmak zorundayız.

İslam şerefli bir dindir. Onun Kitabında ve nebevi metotta her koşul ve şarta rağmen yalnız Allah’tan korkarak, kıl kadar eğilmeden bükülmeden dik duruşla hakkı haykırmak vardır. Ya zafer ya şahadet düsturuyla tek başına dünyalara meydan okuyan Peygamber (sav) İslam’ın şeref timsalidir. Tek kişi bile olsan hak üzere olmayı, hakkı söylemeyi emreden bir ruhtur bu. Onu muzaffer kılan da bu tavizsiz, şecaatli, dik duruştur. İslam’ muzafferiyet kazandıranlar kemiyetçe de, keyfiyetçe de zayıf olan lakin duruşları şecaatli ve korkusuz, dilleri haktan gayrisine lâl olmuş, zayıf bedenleri kendilerinden kemiyetçe de keyfiyetçe de kat kat kuvvetli olan küfre amansız meydan okumuş olanlardı. Bundaki sır da işte şu ayette saklıydı:

Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, “İnsanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun” dediklerinde, bu söz onların imanını artırdı ve “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!” dediler. (Ali İmran 173)

Saliha Aydın

Ayrıca...

AKİDENİN ÖNEMİ VE HAYATA YANSIMASI / Saliha Aydın

Akide; bir şeye gönülden bağlanmak, inanmak, iman, itikat. Akd kökünden gelir. Akd; düğümlemek, iki şeyin …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir