Ümmetin Bugün Müfessirlere Olan İhtiyacı (1)


Tefsir ilmi, Şer’î bilgilerin en önemlilerinden sayılması nedeniyle, Şer’î ilimlerin en üstün olanıdır. Bu nedenle her asırda ve her nesilde tefsir ilmine çok önem vermek gerekir. Daha önceki asırlarda var olmayan yeni yeni meseleler ortaya çıktığı için ümmet bugün de müfessirlere muhtaçtır. Çünkü ortaya çıkan yeni yeni meseleler, Kur'an-ı Kerim'de zikredilen genel prensiplerin kapsamına giriyorsa bunların hükmünün bilinmesi lazımdır. Veya daha sonra onlara cüzi hükümler uygulanabilir.

Tefsir bütünlüğü içerisinde eski tefsirler, metot, şekil ve sunuş bakımından bir nevi telif hükmündedirler. Eski eserlerin üslûbunda yazılmış olan bu tefsirleri, eski eserleri okumaya alışmış olan çok az sayıdaki insanların dışında bu neslin çocukları şevkle ve istekle okuyamamaktadır. Bu nedenle fikri kitapları okur gibi, aydın derin bir fikirle Müslümanların hatta Müslüman olmayanların bile tefsir okuma arzu ve isteğini artıracak bir üslûbla yeniden tefsirlerin yazılması gerekir.

Üstelik felsefi kitapların Arapçaya tercüme edilip de müfessirlerin onlardan etkilenmelerinden sonra gelen dönemde ve haçlı savaşlarından sonra gelen dönemde, üzerinde seyrettikleri husus, Kur'an ayetleriyle alakası olmayan, tefsirden sayılmayan şeylere özen göstermekte büyük çabalar harcanılan tefsirlerin oluşumuna yol açtı. Üstelik tefsirler İsrailiyatla doldu. Hatta İsrailiyat, müfessirler nezdinde tefsir kaynaklarından üçüncü bir kaynak haline geldi.

Bu nedenle Kur'an'ın, Sahabelerden nakledilen tefsirden de faydalanılarak ve Kur'an’ı anlamada ictihad olması bakımından Sahabelerin tefsir metodu üzere tefsir edilmesi gerekir. Fakat Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'den tefsir olarak nakledilenler eğer sahih ise Hadisten bir parça sayılırlar, Tefsir olarak itibar edilmezler. Çünkü bu durumda Kur'an gibi teşrii nass sayılır ki bu da tefsir kapsamına girmez.

Ancak müfessirin üzerinde yürümesi gereken üslûba gelince: Bu üslûb, müfessirin icad etme gücüne bağlıdır. Çünkü tefsir üslûbu, tefsirde kullanılan şekillerden bir şekildir. Bu, bir telif çeşidi olduğu için her müfessir, tefsir yaparken düzenleme, bölümlere ayırma ve sunma açısından uygun gördüğü bir üslûbu kullanır. Bu nedenle tefsirde telif üslûbunu açıklamak doğru değildir.

Fakat tefsir metodunun açıklanması gerekir. İnceleme, araştırma ve düşündükten sonra bulduğumuz tefsir metodunu, Kur'an tefsirinin bu metoda göre yapılması için burada sunuyoruz. Bu metot Kur'an vakıasının gerektirdiği bir metottur. Biz burada “üslûb” ifadesini kullanmayarak “metot”/devamlı olarak kararlaştırılmış bir iş ifadesini kullandık. Çünkü tefsir metodu, Kur'an’ı Kerimin işaret ettiği Şer’î delillerden ve nassların vakıasından anlaşılan ictihad metodu gibi bir metottur. Bu nedenle tefsirin de bir metodu olması gerekir. Tefsir metodu, Şer’î hüküm olmasından dolayı değil, kendisine bağlanılmasından dolayı bir metottur. Çünkü metot hükümler cinsinden değildir. Kur'an-ı Kerim'in tefsirinde takip edilmesini uygun gördüğümüz bu metot şu şekilde özetlenebilir:

Kur'an tefsiri, Kur'an'ın cümlelerindeki kelimelerin anlamlarını ve cümle bütünlüğü içerisinde cümlelerin anlamlarını açıklamak demektir. Kur'an'ın tefsir metodunu öğreninceye kadar:

1- Kur'an vakıasının ortaya konulması ve öncelikle bütüncül bir şekilde Kur'an gerçeğini ortaya koyacak inceleme ve araştırmanın yapılması. Kelimeleri ve anlamları açısından bu vakıaya uyan şeylerin incelenmesi,

2- Sonra da Kur'an'la gelen konuların anlaşılması, kaçınılmazdır. Kur'an vakıasını, ona uyanları ve Kur'an'ın getirdiği konuyu bilmekle kişi, Kur'an tefsirinde takip edeceği metodu anlar. Böylece tefsir esnasında takip etmesi gereken güçlü bir yola ulaşır. Şimdi bu hususları detayları ile inceleyelim:

1- Kur'an Vakıası: Kur'an Arapçadır ve Arapça kelamından/sözlerden ibarettir. Dolayısıyla onun vakıasını Arapça kelam olması itibarı ile anlamak gerekir. Zira kelimelerinin Arapça kelimeler, cümlelerinin de Arapça lafızlarından meydana gelen Arapça cümleler olarak idrak edilmesi/kavranması gerekir. Cümlelerinde var olan kelimelerin ne şekilde (icaz, istiare, kinaye vs.) kullanıldığını ve cümle bütünlüğü olarak da cümlelerin ne şekilde kullanıldığı kavranmalıdır. Arapça kelimelerde ve cümlelerde Arapça kullanım şekillerinden veya cümle kuruluşları açısından Arapça şekillerden meydana geldiği iyice bilinmelidir. Üstelik Arapçadaki konuşma edebiyatı ve hitap edebiyatında var olan üstün zevke sahip Arapça üslubu açısından Kur’an da var olan konuşma edebiyatı ve hitap edebiyatındaki üstün zevkin de kavranılması lazımdır.

İşte, bütün bunlar kavranıldığı zaman yani Arapça esasa tafsilatlı bir şekilde tamamen vakıf olarak Kur'an vakıasını kavradığı zaman kişi tefsir yapabilir, aksi durumda ise yapamaz. Çünkü Kur'an-ı Kerimde bulunan bütün kelimeler ve ifade tarzları Arapça kelimelerdir ve Arapların aralarında konuşa geldikleri ifadelerdir. Onların kullandıkları dildir. Bundan kıl payı kadar bile dışarı çıkmaz. Bu nedenle Kur'an, ancak bu anlayışla ve bu vakıasıyla tefsir edilebilir. Bu anlayış ve yaklaşıma sahip olunmadıkça hiçbir şekilde Kur'an'ın gerçek tefsirini yapmak mümkün değildir.

Bu nedenle Kur'an tefsiri, Kur'an'ın Arapça olmasından dolayı Arapça vakıasını kavrayarak Arapça nasslardan bir nass ve Arapça, kelam olma niteliği kavranarak yapılabilir. Zira Allahu Teâla Kitabındaki şu ayetlerde Kur'an'ın Arapça olduğunu bildirmektedir:

وَكَذَلِكَ أَنزَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا "Böylece biz onu Arapça Kur'an olarak indirdik."[1]

 وَكَذَلِكَ أَنزَلْنَاهُ حُكْمًا عَرَبِيًّا "Böylece biz onu Arapça bir hüküm olarak indirdik."[2]

Buraya kadar yaptığımız açıklamalar Kur’an vakıasının kavranması ve bu vakıaya uyan Kur’an lafızları, anlamları yani lügat açısından yapılan bir açıklama idi.

2- Kur'an'ın getirdiği konu açısından açıklanmasına gelince: Kur'an'ın konusu; Allah Subhanehû ve Teala tarafından gönderilen bir elçi aracılığı ile tebliğ edilen Allah Subhanehû ve Teala’dan insanoğluna bir risalettir/mesajdır. Bu Kur'an içerisinde risaleti ilgilendiren her şey vardır. Bu hususları ana başlıkları ile şöylece özetlemek mümkündür:

a- Öğüt ve hatırlatma için; akaid, hükümler, müjde, korkutma ve kıssalar,

b- Kötülüklerden sakındırmak ve iyi amellere teşvik için; kıyamet sahneleri, cennet ve cehennem tasviri,

c- İdrak için akli meseleler,

d- İman ve amel için hissedilir hususlar ve aslı akla dayalı gaybi hususlar,

e- Ve bunların dışında insanoğlu için risaletin gerektirdiği her şey vardır.

Resulün getirdiği metodun dışında dosdoğru bir şekilde bu hususları kavramak mümkün değildir Özellikle de Allahu Teâla Kur'an'ın insanlara açıklaması için Resule indirildiğini bildirmektedir:

وَأَنزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ إِلَيْهِمْ   "Sana da insanlara indirileni açıklayasın diye Zikri (Kur’an’ı) indirdik."[3]

Resulün metodu Sünnetidir. Yani Resulden söz, fiil ve takrirden sahih rivayetle gelen hususlardır. Bu nedenle hem Kur'an tefsirine başlamadan önce hem de tefsir esnasında mutlaka Resulün Sünnetini kavramak gereklidir. Zira Resulün Sünnetini kavramadan Kur'an'ın konusunu anlamak mümkün değildir.

Ancak bu kavrama, Sünnetin senedini kavramaktan daha çok Sünnetin metnini şuurlu/uyanık bir şekilde kavramayı gerektirmektedir. Yani bu kavrama Sünnetin lafızlarını ezberlemeyle sınırlı kalan bir kavrama değil, insanın davranışlarını yönlendiren mefhumlar olarak Sünnetin ifade ettiği fikirleri derinlemesine düşünme şeklinde olmalıdır. Diğer bir ifade ile çıkardığı Hadisin sıhhatine güvendiği sürece, Hadisin ravilerini ve senedini bilmeye veya lafızlarının ezberlenmesine önem vermemek müfessire herhangi bir zarar vermez. Müfessir için önemli olan Hadisin delâlet ettiği şeyleri kavramaktır. Çünkü tefsir, Sünnetin lafızları, senedi ve ravileri ile değil de Sünnetin delâlet ettikleri ile alakalıdır. Bu nedenle Kur'an’ı tefsir edebilmek için Sünnetin çok iyi bir şekilde anlaşılması lazımdır.

Buradan da açıkça görülmektedir ki; Kur'an-ı tefsir edebilmek için her şeyden önce ve öncelikle detaylı bir şekilde Kur'an vakıasını, Kur'an lafızları ve anlamları açısından bu vakıaya uyan şeyleri incelemek, sonra da araştırılan konuyu iyice kavramak gerekir.

Ve yine tefsir için genel bir kavrayışın yeterli olmayacağını, bilakis bütünsel bir şekilde olsa bile hem cüzî konularda hem de küllî konularda tafsili bir kavrayışa sahip olmanın zorunlu olduğunu bilmek gerekir.

İşte, bu detayı kavrayışın tasavvur edilebilmesi için, Kur'an'ın kelimeleri ve cümleleri, bu kelimeleri ve cümlelerin kullanımı açısından, Arapça yönüyle hitabında ve konuşmasındaki üstün edebiyatı açısından ve de Arapların konuşmalarında bilinen Arapça lisanı açısından Kur'an vakıasını tafsilatlı olarak kavranılmasını sağlayacak keyfiyete Şer’î bir bakış ya da işaret ortaya koymak istiyoruz:

1- Kelimeleri açısından Kur'an vakıasına gelince:

Kur'an'da, hakikat ve mecazi anlamlarda müfredatların/kelimelerin kullanıldığına şahit olmaktayız. Bazen hem sözlük anlamının hem de mecazi anlamın bir arada kullanıldığı görülmektedir. Her bir cümlede var olan karine ile kullanılan kelimeden ne kastedildiği bilinir. Bazen kelimenin sözlük anlamı terkedilir ve mecazi anlamı kullanılır. Bu durumda ise kullanılan kelime ile sözlük anlamı kastedilmez. Bazı ifadelerde ise müfredatın sözlük anlamından mecazi bir anlama çevrildiğini gösterecek bir karinenin bulunmaması nedeniyle mecazi anlamın kullanılmayıp yalnızca sözlük anlamın kullanıldığına şahit olmaktayız.

Yine bu arada Kur'an'da çeşitli ayetlerde hem sözlük anlamına hem de hakikat olarak ve mecaz olarak sözlük anlamı dışında yeni Şer’î anlamına uyan sözlük ve Şer’î anlamlarında kullanılan müfredatlar de vardır. Hangi mananın kastedildiğini ise ayetin terkibi tayin eder.

Veya yalnızca Şer’î anlamında kullanılan sözlük anlamında kullanılmayan kelimeler vardır.

Örneğin aşağıdaki ayette; قَرْيَةٍkarye” kelimesi yalnızca sözlük anlamında kullanılmıştır:

حَتَّى إِذَا أَتَيَا أَهْلَ قَرْيَةٍ  "Yine gittiler ve nihayet vardıkları karye/şehir halkı...."[4]

 أَخْرِجْنَا مِنْ هَذِهِ الْقَرْيَةِ    "Halkı zalim olan şu karyeden/şehirden bizi kurtar"[5]

Ancak şu ayetlerde ise; قَرْيَةَkarye” kelimesi mecazi anlamda kullanılmıştır.

وَاسْأَلْ الْقَرْيَةَ الَّتِي كُنَّا فِيهَا "Bulunduğumuz karye'ye/ kasaba’ya sor."[6]

“Kasabaya” soru sorulamaz. Soru ancak kasaba halkına sorulabilir. Burada mecazi bir anlam vardır.

Şu ayetteki; قَرْيَةٍ "karye" kelimesinden kasıt da kasaba halkıdır.

وَكَأَيِّنْ مِنْ قَرْيَةٍ عَتَتْ عَنْ أَمْرِ رَبِّهَا   "Rabbinin   emrinden uzaklaşıp azmış nice karye vardır."[7]

أَوْ جَاءَ أَحَدٌ مِنْكُمْ مِنْ الْغَائِطِ  "Veya herhangi biriniz alçak yerlerden gelirse…"[8] ayetinde geçen غَائِطِgâit” kelimesi de mecazi anlamda kullanılan bir kelimedir. Çünkü غَائِطِgâit”  kelimesi Arapça lisanında alçak bir yer anlamına gelmektedir. Ayette ise kaza-i hacet/ihtiyaç giderme anlamında mecazi olarak kullanılmıştır. Çünkü ihtiyacını gidermek isteyen kimse alçak bir yere gider. Böylece ayetlerde kullanılan kelimelerin mecazi anlamları ağırlık kazanmış ve sözlük anlamları unutulmuştur.

Ancak; فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ بِالْقِسْطِ    "Aralarında adaletle hükmet."[9] ayeti ve وَأَقِيمُوا الْوَزْنَ بِالْقِسْطِ   "Tartıyı doğru yapın."[10] ayetlerinde geçen; قِسْطِ kelimesi ise sözlük anlamında kullanılmıştır, başka bir anlamı ifade etmez.

وَثِيَابَكَ فَطَهِّرْ "Elbiseni temizle…"[11] ayetinde de sözlük anlamı kullanılmıştır. Bu anlam, elbiseyi pislikten temizlemektir. Çünkü; طَهِّرْ kelimesi sözlükte pis/pisliğin zıddı “temizlik” anlamına gelmektedir. Bir şeyi su ile temizlemek onu yıkamak demektir. وطهر اطهر kelimeleri pisliklerden temizlenmek demektir.

Yine Allahu Teâla'nın; وَإِنْ كُنْتُمْ جُنُبًا فَاطَّهَّرُوا  "Eğer cünüp iseniz hemen temizleniniz."[12] ayeti ile لا يَمَسُّهُ إِلا الْمُطَهَّرُونَ "Ona arınmış olanlardan başkası dokunamaz."[13] ayetinden sözlük anlamı olarak necaseti/pisliği gidermek gibi bir anlam çıkarmak mümkün değildir. Çünkü mü’min necis değildir. Dolayısıyla burada sözlük anlamını kullanmak mümkün olmayacağına göre geride sadece “abdestsizliği giderme” anlamı kalır. Ayette geçen "temizlenin" kelimesi, abdestsizliği giderin, "arınmış/temizlenmiş" kelimesi ise “abdestli olanlar” anlamına gelmektedir. Çünkü "taharet" kelimesi şer'an hem büyük hem de küçük pislikten kurtulmak anlamına gelmektedir. Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem bir hadisinde şöyle buyurmaktadır:

بَاب لا يَقْبَلُ اللَّهُ صَلاةً بِغَيْرِ طُهُورٍ  "Temizlik  (abdest) olmadan Allahu Teâla namazı kabul etmez."[14]

Allahu Teâla'nın; أَرَأَيْتَ الَّذِي يَنْهَى (9) عَبْدًا إِذَا صَلَّى   "O yasaklayanı gördün mü? Bir kulu namaz kılarken…"[15] ayetinde geçen صَلَّى kelimesi Şer’î anlamda kullanılmış bir kelimedir. Ancak; يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّ "Nebiye salât (dua) ederler."[16] ayetindeki يُصَلُّونَ kelimesinden kasıt ise sözlük anlamı olan duadır. Yine; فَإِذَا قُضِيَتْ الصَّلاةُ   "Salâtı (namazı) eda ettiğinizde…"[17] ayeti ile يَابُنَيَّ أَقِمْ الصَّلاةَ  "Ey oğulcuğum namazını kıl."[18] ayetlerinde ve içerisinde الصَّلاةُsalât” lafzının geçtiği Kur'an'daki bütün ayetlerde bu kelime ancak Şer’î anlamında kullanılmıştır. Bu ise namaz kılmayı ifade eder. Bu açıklamalar Kur'an'da geçen müfredatlar açısından yapılan izahatlardı.

2- Cümleleri açısından ise durum şudur:

Bilindiği üzere Arapça, çeşitli anlamlara delâlet eden lafızlardan meydana gelmektedir. İster cümledeki ferdi anlamları açısından olsun ister topluca cümle anlamı açısından olsun cümlelerde var olan bu lafızları incelediğimiz zaman bunların tamamının iki halden meydana geldiği görülür:

a- Mutlak anlamlara delâlet eden mutlak ibareler ve lafızlar olması yönünden onlara bakmak ki bu da asli anlamlara delâlet etmesi demektir.

b- Mutlak ibarelere ve lafızlara yardımcı olan anlamlara delâlet eden ibareler ve lafızlar olması yönünden bakmak ki bunlar da başkasına tabi olan delâletlerdir.

Birinci gruptakiler, mutlak anlamlara delâlet eden mutlak ibarelerden ve lafızlardan meydana gelen terkiplerdir. Müfredatlar açısından lügatte; عينayn”, قدرkader”, روحruh” ve buna benzer kelimeler gibi ortak anlamları olan müfredatlar, (جاء-وأتى, أسد-وقسورة, ظن-وزعم) gibi eşanlamlı müfredatlar vardır. Hayz için kullanılan fakat temizlik anlamına gelen قرء kelimesi gibi zıt anlamlar içeren kelimeler de vardır. Aynı şekilde destekleme ve yardım anlamlarında kullanılan عزر kelimesi “kınama” ve “cezalandırma” anlamlarına da gelmektedir v.b.

Bu nedenle cümle içerisinde geçen kelimenin bu anlamlardan hangi anlama geldiğini bilmek için cümleyi anlamak gerekir. Sadece sözlüklere müracaat etmekle kelimenin anlamını kavramak mümkün değildir. Bilakis bu kelimenin içerisinde geçtiği cümleyi çok iyi bir şekilde anlamak lazımdır. Çünkü bir kelimeden kastedilen manayı belirleyen şey, cümledir. Kelimeler için geçerli olan durum cümleler için de geçerlidir. Çünkü cümleler, mutlak anlamlara delâlet eden mutlak lafızlarla ifade tarzları olmaları bakımından delaletleri aslidir. Bu manalardan başka anlamlara delâlet edecek karineler bulunmadıkça, mutlak mana kast olunan manadır. Bu konuda Kur'an'da birçok örnek bulunduğu için burada yeniden örnekler vermeye gerek yoktur. Çünkü bu asıl olandır.

İkinci kısma gelince; Bunlar, mutlak ibarelere ve lafızlara yardımcı anlamlara delâlet eden ibareler ve lafızlardır. Zira cümlede var olan her haberin cümlede neyi kastettiğinin açıklanması gerekir. Cümle;

- Haber verenin,  

- Kendisinden haber verilenin,  

- Bizzat haberin durumunu ifade edecek şekilde kurulur. Cümlenin ifade ettiği mana, izah, gizleme, veciz olma, mubala etme, vb üslup çeşitleri göz önünde bulundurularak fark edilir.

Örneğin kendisinden haber verilene (özneye) değil de habere önem verildiğinde قام زيد denir. Eğer önemli olan özne ise,  yani kendisinden haber verilen ise زيد قام denir. Bir soruyu cevaplandırmada veya sorunun cevabı olması durumunda ise أن زيداً قام denir. İnkari bir cevapta ise والله أن زيداً قام Zeydin kalkmasını beklemekte olan bir kimseye haber vermede ise قد قام زيد denir. Bunlar gibi Arapça nasslara dikkat etmek gerekir.

Kur'an-ı Kerim bu iki hususu bünyesinde toplamaktadır. Kur'an'da bir taraftan mutlak anlamlara delâlet eden mutlak ibareler ve lafızlar yer alırken aynı zamanda mutlak anlamlara yardımcı olan manalara delâlet eden mukayyet ibareler ve lafızlar da yer almaktadır. Bu üslûblar çeşitli belağat şekilleriyle kendini göstermektedir. Kur'an'daki bir surede veya çeşitli surelerde tekrar eden ayetler ve ayetin bölümleri yardımcı anlamların en belirgin olanlarıdır Kur'an'da tekrarlanan nasslar ve cümleler de böyledir. Tekid çeşitlerinden bir çeşidin kullanılması veya cümlenin geliş ve gidiş çeşitlerinden biri olması ve olumsuzluk ifade eden soru üslûblarından olmak üzere ve daha başka sebeplerle Kur'an'da haberin mübtedadan/özneden önce geldiği ifadeler anlam çeşitlerinin en üstün olanlarını içermektedir. Bir ayetin veya ayette bir parçanın, cümlenin veya bir kıssanın bir bölümünün bazı sûrelerde belli bir şekilde ifade edilirken bir başka sûrede daha farklı bir şekilde ifade edildiği, bir başka yerde ise üçüncü bir şekilde ifade edildiği görülmektedir. Haberin mübtedadan önce gelmesi, haberin te'kidi, normal olarak zikredilmesi gereken bir cümlenin bir kısmının zikredilerek diğer bir kısmının zikredilmemesi gibi asıl konumundan farklı bir şekilde kullanılan ifade tarzlarının Kur'an'da ancak, ayette var olan ibarelerin ve lafızların içerdiği mutlak anlamlara hizmet eden anlamları var etmek için olduklarını görmek mümkündür. Böylesi durumların dışında ise asli konumunun dışında kullanılan ibarelere rastlanılmaz.

Bu açıklamalar; ister cümlelerde kullanılan kelimelere bakış açısından olsun isterse genel olarak cümleler yönünden olsun, belirli anlamlara delâlet eden kelimelerin Arap lügatındaki kelamı tesis etmesi yönünden ve belirli anlamlara delâlet eden lafızların Kur'an'daki kelamı tesis etmesi yönünden yapılan açıklamalardı.

 3- Ancak cümlelerdeki kelimelerin kullanım şekli veya cümlelerin kullanımı açısından meselenin ele alınmasına gelince:         

Muhakkak ki Kur'an, bu konuda dilleri üzere indiği Arapların alışageldiği üslûblar içerisinde inmiştir. Araplar için mucize olmakla beraber, Kur'an'da sözün kullanım şekli açısından Arapların kullana geldikleri örfün dışında bir değişiklik yoktur. Bu yönüyle Kur'an, Arapların alışageldikleri durumun aynıdır.

Arapların alışageldikleri duruma bakıldığında, Arapların cümlelerin anlamlarını korumak hedeflendiğinde kesinlikle lafızlara olduğu gibi bağlı kalmaya önem vermedikleri, görülmektedir. Yeter ki anlatılmak istenen mana korunabilsin. Bununla birlikte, belirli lafızların kullanıldığında en ince ve en mükemmel anlamın yerine getirileceği söz konusu olduğunda ise hedeflenen anlamları gerçekleştirmek için en ince ve uygun anlamları ifade eden lafızlarda değişiklik yapmayı da doğru bulmamaktadırlar. Onlara göre bu iki durumdan biri mutlak olarak bağlayıcı değildir. Bilakis bazen lafızlara bakmadan yalnızca anlamlar cümlelere yüklenirken bazen da anlamlar cümledeki lafızlara yüklenir. Araplar, hedeflenen anlam doğru ifade ediliyorsa birbirine yakın kelimelerle veya eşanlamlı kelimelerle anlamı ifade ederlerdi. İbni Cünni, İsa b. Ömer'den şunu rivayet eder: Zerrumme'nin şu şiiri söylediğini işittim:

عليها الصبا واجعلْ يديكَ لها سترا          وظاهر لها من يابسِ الشَّخْتِ واستعنْ

"Dedim ki; بائس kelimesini kullanarak bir şiir söyledin. Dedi ki بابس ve بائس aynı anlama gelen kelimelerdir. Yani her ikisi de kuru anlamına gelmektedir. Ahmed b. Yahya'dan dedi ki: İbnü'l Arabi bana şöyle bir şiir söyledi:

كـأني بـه من شدة الرَّوْعِ آنَسُ          ومـوضـعِ زيـر لا أريـدُ مَبيتَهُ

Dar bir yerde gecelemek istemem

Ancak şiddetli bir korku anında orada kendimi güvende hissederim.

Bunun üzerine Ahmed b. Yahya'nın arkadaşlarından yaşlı birisi ona; "Sen daha önce bize bu şiiri موضع زير şeklinde değil de موضع ضيق şekilde okumuştun." der. Bunun üzerine ibnü'l Arabi; Hayret! Bu kadar zamandan beri bizimle arkadaşlık yaptığın halde ضيق kelimesi ile زير kelimesinin aynı anlama geldiğini bilmiyorsun!

Buna benzer uygulama Kur'an’ı Kerim'de de vardır. Birbirine eş anlamlı olan veya birbirine yakın kelimelerin kullanılması ile anlamlar zenginleştirilmiştir. Nitekim Kur'an kıraatlarında Fatiha suresindeki; مالك يوم الدين ayeti  ملك يوم الدين[19] şeklinde; وما يخدعون إلا أنفسهم ayeti وما يخادعوت إلا أنفسهم[20] şeklinde; لنبوئنهم من الجنة غرفا ayeti ولنبوينهم من الجنة غرفا[21] şeklinde ve daha birçok ayet kıraat kurallarına göre farklı şekillerde okunmaktadır.

Yine belli bir anlamın ifade edilmesi ancak belirli bir lafzın kullanılması ile gerçekleşiyorsa lafızlara olduğu gibi bağlı kalmak da Arapların yapageldikleri hususlardandır. Ravinin birisi şöyle bir şiir okur:

ولا جَزِعٌ مما اصابَ فأوجعا      لعمرُكَ ما دهري بتأبينِ مالكٍ

Malik'in ölümüne karşı ben ne diyeyim.

Bana acı veren sıkıntı karşısında ben zayıf değilim

Şiiri okurken مالك kelimesinin yerine هالك kelimesini kullanarak لعمرك ما دهري بتأبين هالك der. Bunu duyan birisi fazlasıyla öfkelenerek rivayet هالك şeklinde değil مالك şeklindedir diyerek yapılan ağıtın, helak olan/ölen herhangi bir kişi hakkında değil مالك hakkındadır diyerek sebebini de belirtir.

Kur'an’ı Kerimde onsuz anlamın ifade edilemeyeceği, kesinlikle olduğu gibi bağlı kalınması gereken lafızlar da vardır. Örneğin; تلك اذاً قسمة ضيزى[22] ayetini ele alalım: Ayette geçen ضيزى kelimesinin yerini tutacak eş anlamlı veya ona yakın bir kelime ile aynı anlamı ifade etmek mümkün değildir. Yani ne قسمة ظالمة ifadesi ile ne جائرة ifadesi ile ne de bir başka ifade ile aynı anlamı sağlamak mümkün değildir. Yine; إن أنكر الأصوات لصوت الحمير[23] ayeti kerimesinde geçen الحمير kelimesinin yerine bir başka kelimeyi kullanarak aynı anlamı ifade etmek mümkün değildir. Bu nedenle cümlede anlamı korumak için lafza olduğu gibi bağlı kalmaya özenle dikkat edilmiştir. Aynı lafızla manayı ifade etmek veya etmemek açısından durum budur.

Ancak tekil anlamların açıklanmasını korumak veya korumamak açısından konuya gelince: Hitapta, söylenen anlamlara önem vermek, Arapların alışageldikleri en büyük maksatlardandır. Buna binaen Araplar ancak anlamlara önem vermekte ve sözcükler de ancak anlamlara elverişli olacak şekilde seçilmektedir. Ancak cümlenin maksadı tekil mana olduğunda, cümlenin anlamına önem vermekle beraber müfredatların/tek tek kelimelerin anlamlarına önem vermeye yönelmek gerekir. Eğer cümlenin maksadı birleşik mana ise o takdirde okuyucunun cümledeki birleşik manayı yanlış anlamaması için tekil mana ile yetinilir.

Kur'an'ı Kerim bu üslûbu kullanmıştır. Çeşitli ayetlerde buna ait örnekler vardır. Bu nedenle وفاكهة وأبّا[24] ayetinin manası hakkında sorulduğunda Ömer Radıyallahu Anhu şöyle cevap vermiştir: "Bize tekellüf/yapaylık ve derinleşmek (gereksiz yere kurcalamak) yasaklandı." Yani birleşik mananın istendiği, vurgulandığı bunun gibi bir cümlede tek tek manalara önem vermemektir.

Ancak birleşik mana tekil mana üzerinde yani cümlede geçen bir kelimenin anlamı üzerinde düğümlendiği zaman ise, tek tek kelimelerin anlamlarına önem vermek gerekir. Yine bu nedenledir ki bizzat Ömer b. Hattab minberde, أو يأخذهم على تخوف[25] ayetini okuduğu sırada تخوف kelimesinin ne anlama geldiğini sormuş ve orada bulunanlardan Hüzeyl kabilesinden bir adam, biz onu “eksilme, noksanlaşma” anlamında kullanırız diyerek şu şiiri okumuştu:

كما تَخَوَّفَ عُودَ النَّبْعَة الَّفَنُ     تَخَوَّفَ الَّحْلُ منها تامِكاً قَرداً

Hevdec devenin hörgücünü törpüler

Tıpkı demir eğenin sert şeyleri yonttuğu gibi.

 Hüzeyl kabilesinden bir adam bu şiiri okuyarak Ömer'e تخوف kelimesini tefsir edince Ömer Radıyallahu Anhu şöyle demiştir: "Ey insanlar. Cahiliye dönemindeki şiirinize sarılınız. Çünkü cahiliye şiirinde Kitabınızın tefsiri vardır."

Ayrıca Kur'an, konuşma esnasında kullandığı ifadelerde üstün edebi üslûblar kullanmaya özen gösterir. Kur'an hikâye veya talimat türünde bazen kullardan Allah Subhenehû ve Teala’ya bazen de Allah Subhanehû ve Teala 'dan kullara seslenen bir üslûb ile gelmiştir. Allah Subhanehû ve Teala'dan kullara seslenen bir hitap ile geldiğinde, kulun kendisinden uzak olduğunu ifade etmek için uzaklık ifade eden nida edatını bizzat cümlede zikreden bir hitap ile gelmiştir. Örneğin;

يَاعِبَادِي الَّذِينَ آمَنُوا إِنَّ أَرْضِي وَاسِعَةٌ    "Ey iman eden kullarım. Muhakkak ki arzım geniştir."[26]

 قُلْ يَاعِبَادِي الَّذِينَ أَسْرَفُوا عَلَى أَنْفُسِهِمْ   "De ki; Kendi nefislerini israf eden ey kullarım."[27]

قُلْ يَاأَيُّهَا النَّاسُ إِنِّي رَسُولُ اللَّهِ إِلَيْكُمْ جَمِيعًا     "De ki; Ey insanlar! Ben hepinize gönderilen Allah’ın Resulüyüm."[28]

"Ey insanlar" "Ey iman edenler" gibi Allah Subhenehû ve Teala’nın kullara seslenişini ifade eden ayetler vardır. Kulların Allah Subhenehû ve Teala’ya seslenişini ifade eden ayetler ise nida harfi olan يَا kullanılmadan gelmiştir:

رَبَّنَا لا تُؤَاخِذْنَا إِنْ نَسِينَا أَوْ أَخْطَأْنَا رَبَّنَا وَلا تَحْمِلْ عَلَيْنَا إِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِنَا رَبَّنَا وَلا تُحَمِّلْنَا مَا لا طَاقَةَ لَنَا بِهِ   "Rabbimiz unuttuk ve yanıldıysak mesul tutma. Rabbimiz bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Rabbimiz bize gücümüzün yetmeyeceğini taşıtma."[29]

 رَبَّنَا إِنَّنَا لِلإيمَانِ سَمِعْنَا مُنَادِيًا يُنَادِي  "Rabbimiz doğrusu biz: Rabbinize inanın diye imana çağıran bir davetçiyi işittik."[30]

رَبَّنَا لا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا   "Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi  saptırma."[31]

قَالَ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ اللَّهُمَّ رَبَّنَا أَنزِلْ عَلَيْنَا مَائِدَةً مِنْ السَّمَاءِ     "Meryem oğlu İsa dedi ki; Allah'ım, Rabbimiz bize gökten bir sofra indir."[32]

İşte bütün bu ayetler, Allah Subhenehû ve Teala’nın kuluna yakın olduğunu kulun hissetmesi, uzaklığı ifade etmek için kullanılan nida edatı olan يَاsız gelmiştir. Çünkü يَا harfi tenbih edatıdır. Kul nida esnasında tenbih edilmeye muhtaçtır. Allah Subhanehû ve Teala ise asla böyle değildir.

Yine açık olarak anlatılmasından haya duyulan hususlarda net ifadeler kullanmak yerine kinaye ifadeleri kullanan Kur'anı Kerimde edebi üstünlüğe ve edep ölçülerine azami derecede riayet edilmiştir. Kur'an-ı Kerim'de cinsi ilişkiyi anlatırken açık ifadeler kullanmak yerine kinaye olarak لباسelbise” tabiri kullanılmıştır. Bu konuyu Allahu Teâla şöyle ifade etmektedir:

هُنَّ لِبَاسٌ لَكُمْ وَأَنْتُمْ لِبَاسٌ لَهُنَّ    "Onlar sizin için siz de onlar için bir libassınız."[33] ve devamla; وَلا تُبَاشِرُوهُنَّ وَأَنْتُمْ عَاكِفُونَ فِي الْمَسَاجِدِ "Mescitlerde itikâfta bulunduğunuz zaman kadınlarınıza yaklaşmayın."[34]

Kaza-i hacet/ihtiyaç gidermeyi ifade ederken de kinaye olarak;

 كَانَا يَأْكُلانِ الطَّعَامَ    "Her ikisi de yemek yiyorlardı."[35]

Yine Kur'an-ı Kerim durumun gerektirdiği ölçüler içerisinde kula nisbet ederek üçüncü şahsa hitaptan hazır olana yani ikinci şahsa hitap haline gelen bir edebi üslûba yönelerek bir şeye dikkat çekmektedir. Tıpkı Allahu Teâla'nın şu ayetinde olduğu gibi:

الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ (2) الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ (3) مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ    "Hamd, Din gününün sahibi, Rahman, Rahim ve alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur."[36] Hitap üçüncü ayetten sonra üçüncü şahıstan direkt olarak ikinci şahsa yönelmektedir.

إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ    "Yalnız sana ibadet eder yalnız senden yardım dileriz."[37] Yine Allahu Teâla'nın şu sözü de böyledir:

حَتَّى إِذَا كُنْتُمْ فِي الْفُلْكِ وَجَرَيْنَ بِهِمْ بِرِيحٍ طَيِّبَةٍ "Bulunduğunuz gemi, içindekileri güzel bir rüzgârla götürürken."[38]

 عَبَسَ وَتَوَلَّى (1) أَنْ جَاءَهُ الأعْمَى   "Yanına âmâ bir kimse geldi diye hoşlanmadı ve yüzünü çevirdi."[39]

Bu ayetin muhatabı doğrudan doğruya Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem olduğu halde ayet üçüncü şahsa hitap eder bir üslûb ile gelmektedir. Ardından gelen ayette ise hitap doğrudan doğruya Resule yönelerek şöyle demektedir: وَمَا يُدْرِيكَ لَعَلَّهُ يَزَّكَّى   "Ne bilirsin belki de o arınacak."[40]

İkinci şahıstan üçüncü şahsa ve üçüncü şahıstan birinci şahsa dönüşüm şeklinde görülen bu üslûb yüksek edebi inceliği korumak için kullanılmaktadır. Hitap üslûbunda üçüncü şahıstan birinci şahsa yönelme, ya ikinci anlamı kuvvetlendirmek için kullanılır veya hitap ile karşılaşılan üçüncü şahsa yönelik anlamı hafifletmek yani ona daha yumuşak bir üslûbla hitap etmek için kullanılır. Allah Subhenehû ve Teala’ya şükrederken ve ona övgülerde bulunurken edep üçüncü tekil şahıs üslûbunu kullanmayı gerektirdiğini, ibadet ve güçsüzlüğü, zayıflığı açığa çıkarma anında ise ikinci şahıs zamiri ile hitapta bulunmanın hitap edebine daha uygun olduğunu görebiliyor musun? Üçüncü şahıs üslûbu ile kınamada bulunmak kınanan kimseye daha hafif geldiği gibi muhatap açısından istifham üslûbunu kullanmak daha da uygundur.

Her şeyin yaratıcısı Allahu Teâla olduğu halde ayetlerde hayrın yaratıcısı olduğunu ifade ederken şerri zatına nisbet etmeyi terk ederek aynı zamanda bize de konuşma üslûbunu öğretmektedir. Allahu Teâla ayette; بِيَدِكَ الْخَيْرُ  "Hayır yalnızca Senin elindedir."[41] ifadesini kullanmakla yetinerek şer ifadesini kullanmamıştır. Ayetin tamamı şöyledir:

قُلْ اللَّهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَاءُ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَاءُ بِيَدِكَ الْخَيْرُ إِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ     "De ki: Ey mülkün sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Sen mülkü dilediğinden alırsın. Sen dilediğini aziz edersin. Sen dilediğini zelil edersin. Hayır, yalnızca senin elindedir. Sen, şüphe yok ki her şeye kadirsin."[42]

Ayet dikkatlice okunduğunda cümlenin gelişi "şer" senin elindedir ifadesini kullanmaya da uygun olduğu halde Allahu Teâla edeben şer ifadesini kullanmamıştır. Çünkü bu nassta insanın adlandırmasına göre Allah Subhenehû ve Teala’nın fiiline hayır ve şer nisbet edilmektedir. Mülk sahip olmak, izzet ve şeref, insan açısından hayırdır. Zelil olma ve mülkün elinden alınması ise insan açısından şerdir. Allahu Teâla ise bunların hepsini elinde bulunduranın kendisi olduğunu bildirmektedir. Ve  ayet; إِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ "Şüphe yok ki sen her şeye kadirsin."[43] ifadesi ile sona ermektedir. Bu ifade ise hem hayrı hem de şerri kapsayan bir ifadedir. Bununla Allahu Teâla bize hitap edebi ile nasıl edepleneceğimizi öğrenmemiz için şerri zikretmeden “hayır senin elindedir” ifadesiyle yetinmiş ve “şer senin elindedir” dememiştir.

Bu tür edebi üslûb, Arapların bildiği ve haberdar olduğu yüce ve edebi bir hitap şekli olup konuşmalarında buna riayet etmişlerdir. Şiirlerinde ve hitaplarında bu üslûbu kullanmışlardır. Kur’an da lafızlarında ve ibarelerinde Arapların kullandıkları lafızlara ve ibarelere göre ve konuşmalarında alışageldikleri üslûblara göre gelmiştir ve kıl kadar bile o üslûbdan ayrılmamaktadır. Kur'an’ı Kerim en beliğ bir üslûbla Arapların kullandıkları en üst seviyedeki edebi üslûbların tamamını kuşatmaktadır.

Dolayısıyla Kur’an’ın vakıası, onun saf bir Arapça oluşudur. Arapça olmayan hiçbir dilin Kur'an'da yeri yoktur.

Bu nedenle Kur'an’ı anlamak isteyen herhangi bir kimsenin Arapçayı bilmesi gerekir. Arapça lisanından başka bir dille Kur'an’ı anlamak mümkün değildir. Bu nedenle Kur'an, ibareleri ve lafızları açısından, bu ibarelerin ve lafızların müfredatlara ve cümlelere delâletleri açısından mutlak suretle Arapça lisanının bilinmesi ve ona göre tefsir edilmesi kaçınılmazdır. Arapça lisanının gösterdiği doğrultuda ve gerektirdiği ölçüler içerisinde Kur'an tefsir edilir. Kur'an’ı Kerimi Arapça lisanının gerektirdiği ölçülerin dışında tefsir etmeye kalkışmak caiz değildir. Bunun yolu da güvenilir bir nakil yoluyla katıksız Arap olan, Arapçayı çok çok fasih konuşabilen ve zaptına güvenilen kimselerden gelen rivayetleri dikkate almaktır.

İşte, bu esaslara göre Kur'an'daki müfredatlar ibareler ve lafızlar Arapça lisanının belirlediği sınırlar çerçevesinde tefsir edilir. Bu ölçülerin dışında tefsiri ise mutlak suretle caiz değildir. Arapça lisanı açısından Kur’an tefsirinde Kur’an’ın vakıasının gerektirdiği hususlar bunlardır.


 

[1] Ta-Ha-113

[2] Ra’d: 37

[3] Nahl: 44

[4] Kehf: 77

[5] Nisa: 75

[6] Yusuf: 82

[7] Talak: 8

[8] Nisa:43

[9] Maide:  42

[10] Rahman:9

[11] Müddessir: 4

[12] Maide: 6

[13] Vakıa: 79

[14] Nesei, Tahârah, 139; İbni Mace, Tahârah, 270; Daremi, Tahârah, 683

[15] Alak: 9-10

[16] Ahzab:56

[17] Cuma: 10

[18] Lokman: 17

[19] Fatiha: 4

[20] Bakara: 9

[21] Ankebut: 58

[22] Necm: 22

[23] Lokman: 19

[24] Abese: 31

[25] Nahl: 47

[26] Ankebut: 56

[27] Zümer: 53

[28] Araf: 158

[29] Bakara: 286

[30] Al-i İmran: 193

[31] Al-i İmran:8

[32] Maide:114

[33] Bakara: 187

[34] Bakara: 187

[35] Maide: 75

[36] Fatiha: 1,3

[37] Fatiha: 4

[38] Yunus: 22

[39] Abese: 1,2

[40] Abese:3

[41] Âl-i İmran: 26

[42] Âl-i İmran: 26

[43] Âl-i İmran: 26

bu bölümün devamı >>