İllet,
hükmün kendisinden dolayı var olduğu şeydir. Ya da başka bir
ifade ile illet;
hükme sevk eden husustur. Yani hükmün yapılmasına ve ortaya
çıkartılmasına değil. Hükmün teşri’ine sevk edendir. Buradan
anlaşılıyor ki; illetin, uygun bir vasıf yani anlaşılır bir
vasıf olması kaçınılmadır. Bu şu demektir: O vasıf, hükmün
konulmasında Şeriat koyucuya ait maksat olmaya uygun bir manayı
kapsar olması kaçınılmazdır. İllet, uygun bir vasıf olmasaydı,
yani Şeriat koyucunun hükmün konulmasındaki maksadı olmaya uygun
bir manayı kapsamasaydı da sadece bir işaret olsaydı, o vasıfla
illetlendirmek imkânsız olurdu. Çünkü o zaman o, hükme bir emare
yani bir işaret olurdu. Dolayısıyla hükmün bilinmesi dışında
onda bir fayda yoktur. Asıl hakkındaki hüküm, hitapla
bilinmiştir, hitaptan çıkartılmış illet ile değil. Onun için
illetin; “hükmü belirleyen” olarak tarif edilmesi hatadır. Çünkü
bu, illetin sadece emare olması demektir. Hâlbuki illetin
vakıası, onun emare olmadığıdır. Bilakis o, hükmün konulmasına
sevk edendir.
İllet, her ne kadar hükmün
delili olsa da, onunla hitabın delil olması arasında fark
vardır. Zira hitap; hükme delildir, hükme alâmettir ve onu
belirleyendir. İllet de, hükme delildir, ona alâmettir ve onu
belirleyendir. Fakat illet, bunun yanısıra hükme sevk eden
husustur. Zira illet, hükmün kendisinden dolayı konulduğu
husustur. Dolayısıyla illette, belirleme yanısıra “illiyet” de
vardır. Yani hükmün kendisinden dolayı konulduğu şeye delâlet de
vardır, onun için illet, nâssın akledilenidir. Nâss illeti
kapsamıyorsa, onun mantuku vardır, mefhumu vardır fakat ma’kulu
yoktur. Dolayısıyla nâssa, başkası kesinlikle ilhak olunmaz.
Fakat nâss, içindeki hükümle anlaşılır bir vasfı birleştirerek
bir illeti kapsıyorsa, o zaman onun mantuku olur, mefhumu olur,
ma’kulu olur. Dolayısıyla ona başkası ilhak edilir.
Böylece illetin varlığı;
nâssı, olaylardan başka fertleri ve başka çeşitleri kapsar
kılar. Bunu da mantuku ve mefhumu ile değil de, olayların nâssta
geçenle birlikte illette ortak oluşlarından dolayı ilhak yoluyla
yapar. Buna göre illette, hükme delaletine ilaveten yeni bir şey
vardır. O da bu hükmün konulmasına sevk eden husustur.
Dolayısıyla illetin, “hükmü belirleyen” olarak tarifi doğru
değildir. Çünkü bu tarif, illetin mahiyetine delâleti tam ifade
etmiyor. Bunun için illet, “hükme sevk eden” olarak tarif
edildi. Bu tariften, onun hükmü belirleyen olduğu da anlaşılır.
Ayrıca illet, hükmün delili
hakkında gelebilir. Zira hükme delâlet eden hitap, hitabın
içerdiği illete de delâlet etmiş olabilir. Allah’u Teâla’nın şu
sözünde olduğu gibi:
مَا
أَفَاءَ اللَّهُ عَلَى رَسُولِهِ مِنْ أَهْلِ الْقُرَى فَلِلَّهِ
وَلِلرَّسُولِ وَلِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ
وَابْنِ السَّبِيلِ كَيْ لاَ يَكُونَ دُولَةً بَيْنَ الآغْنِيَاءِ
مِنْكُمْ
“Allah’ın
(fethedilen)
ülkeler halkından Rasulü’ne verdiği fey’
(silah kullanmadan elde
edilen ganimet)
Allah, Rasul, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar
içindir. Böylece o mallar, içinizde yalnız zenginler arasında
dolaşan bir devlet olmasın diye.”
Sonra da şu sözü geliyor:
لِلْفُقَرَاءِ الْمُهَاجِرِينَ
“...fakir muhacirler içindir.”
Böylece
ayet, fey’in fakir muhacirlere verilmesi hükmüne delâlet etti.
Onun için Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem
hakkında bu
ayetin indiği o fey’i –ki o, Nadiroğulları fey’i idi- fakir olan
iki adam dışında Ensar’a vermeksizin sadece muhacirlere verdi.
Aynı şekilde ayette geçen illete delâlet etti. O da Allah’u
Teâla’nın şu sözüdür:
كَيْ
لاَ يَكُونَ دُولَةً بَيْنَ الآغْنِيَاءِ مِنْكُمْ
“Mallar sadece içinizde zenginler arasında dolaşan bir devlet
olmasın.”
Yani, devlet/mal ve imkânın sadece zenginler arasında kalmasın,
bilakis başkalarına da geçsin diye, demektir. Böylece bu illet
de, hükmün konuluşuna sevk eden olarak hükme delâlet etmektedir.
Şu da bir başka örnektir:
Nebi SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’den taze hurmanın
kuru hurma ile satışının caiz oluşu hakkında kendisine
sorulduğunda şöyle dediği rivayet edildi:
أَيَنْقُصُ إِذَا يَبِسَ قَالُوا نَعَمْ فَنَقال النبي فلا إذن
هل
“Taze hurma, kuruduğunda noksanlaşıyor mu?”
Dediler ki; “Evet.” Bunun üzerine Nebi SallAllah’u Aleyhi
VeSSellem dedi ki; “O halde hayır.”
Hadis, taze hurmanın kuru hurma ile takasının
caiz olmadığı hükmüne delâlet etmektedir. Aynı şekilde
hadiste geçen, taze hurmanın kuruduğunda noksanlaşıyor olması
illeti de, hükmün konuluşuna sevk eden olarak hükme delâlet
etmektedir.
Bu iki örnekte illet, hükmün
delili içinde gelmiştir.
İllete delâlet eden delil
olabilir, sözü ile kast edilen, delaletin illette olmasıdır.
Böylece hükmün konulmasına sevk eden olarak illet, hükme delâlet
etmiş olmaktadır.
Mesela; gasp hükmü, gasp
edilen malın kendisinin geri verilmesidir. Bu Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi
VeSSellem’in şu sözünün genelliğinden alınmıştır:
عَلَى
الْيَدِ مَا أَخَذَتْ حَتَّى تُؤَدِّيَ
“Ele, aldığını
geri vermesi borçtur.”
Bu söz, ödünç alma
ile, kiralama ile ve gasp ile başkasının malından elinin
aldığını mal sahibine geri vermesinin insana farz olduğuna dair
bir delildir. Fakat gasp olunan mal telef olduğunda gasp edenin
o malın benzerini ya da değerini mal sahibine vermesi vacibtir.
Bunun delili de Enes’ten rivayet edilen şu hadistir:
“Nebi
SallAllah’u
Aleyhi VeSSellem’in
eşlerinden bazısı Nebi’ye bir tabakta yemek hediye etti. Aişe
tabağa eliyle vurup içinde olanı yere fırlattı. Bunun üzerine
Nebi SallAllah’u
Aleyhi VeSSellem
şöyle dedi:
طعام بطعام وإناء بإناء
“Yemeğe yemek,
tabağa tabak”
İbn Ebu Hâtim
rivayetinde ise Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem
şöyle dedi:
مَنْ
كَسَرَ شَيْئًا فهو له فَعَلَيْهِ مِثْلُهُ
“Kim bir şey
kırarsa, o onundur, benzerini sahibine vermesi de üzerine
zorunludur.”
Bu
söz, telef olanın ve bundan dolayı da gasp edilen malın telef
olmasının hükmünün delilidir. Telef, telef olanın değerinin ya
da benzerinin sahibine verilmesinin illetidir. Böylece
yukarıdaki hadis, illete de delil olmaktadır.
Ayrıca ferdin malı saygındır.
Kişinin onayı olmadıkça malı alınmaz. Bu da Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi
VeSSellem’in şu sözünün genelliğinden dolayıdır:
لا
يَحِلُّ مَالُ امْرِئٍ إِلا بِطِيبِ نَفْسٍ مِنْهُ
“Rızası olmadan
Müslüman bir kişinin malı helâl olmaz.”
Fakat
o malın yasaklanması zarara yol açarsa ondan zorla alınır. Bu
İbn Abbas’dan rivayet edilen şu hadisten dolayıdır: Rasulullah
SallAllah’u
Aleyhi VeSSellem
şöyle dedi:
لا
ضَرَرَ وَلا ضِرَارَ وَلِلرَّجُلِ أَنْ يَجْعَلَ خَشَبَةً فِي
حَائِطِ جَارِهِ
“Ne zarar vermek
ne de zarara maruz kalmak vardır. Bir kişinin evinin duvarına
odun koyması hakkı vardır.”
Ebu
Hureyre’den de Nebi
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in
şöyle dediği rivayet edildi:
لا
يَمْنَعْ جَارٌ جَارَهُ أَنْ يَغْرِزَ خَشَبَهُ فِي جِدَارِهِ
“Komşu,
komşusunun duvarına kazık çakmasına mani olmaz.”
Bu iki hadis, komşunun
komşusunun duvarına kazık çakmasına mani olmasının helâl
olmadığına, engel olduğunda hakimin onu zorlayacağına delâlet
etmektedir. Hâlbuki duvar, şahsın mülküdür, komşusunu engelleme
hakkı vardır. Fakat komşunun kazık çakmasına engel olursa, ona
zarar vermiş olur. Dolayısıyla zararın ortadan kaldırılması
için, komşusuna izin vermesine zorlanır. Burada illet, zarar
vermektir. Bu zararın engellenmesine dair ve zararın, mülk
sahibinin mülkünden taviz vermeye zorlanması için illet olduğuna
dair delildir. Böylelikle illete de delil olmaktadır.
Birinci örnekteki “telef” ve
ikinci örnekteki “zarar”, her ikisi de, her birine delâlet eden
delilin geldiği Şer’î illetlerdir.
Buna binaen illetin
delilinin, hükmün delili olması şart değildir. Bilakis illetin
delili, hükmün delili olabilir ve kendisindeki maksadın illete
delâlet olduğu delil olabilir.
İlletin bilinmesi; illet
nâssla sabit olduğundan dolayı, hükme bağlı değildir.
Dolayısıyla hükme bağlı değildir fakat delilin varlığına
bağlıdır. Hüküm tek başına, hakkında delil gelmiş olsa da,
illete delâlet etmez. Çünkü illet hüküm değildir ve hüküm,
illete delil olmaya uygun değildir. Bundan dolayı iki işlev
arasındaki sırf benzerlikten dolayı bir hüküm bir hükme kıyas
edilmez. Bilakis Şer’î delilin kendisine delâlet etmiş olduğu
bir illetin olması kaçınılmazdır.
Buna binaen hüküm ve illet,
farklı iki şeylerdir. O ikisinden her birisi de Kitap veya
Sünnet veya sahabenin icmâsından kendisine delâlet eden bir
delile ihtiyaç duyar. Dolayısıyla delilin hükme delâleti,
illetin varlığına delâlet etmeye yeterli değildir. Bilakis
illete delâlet eden bir delilin olması kaçınılmazdır. Bu ister
illete delâlet eden özel bir nâss ile hükmün delilinin kendisi
olsun, ister ise kendisiyle maksadın illete delâlet olduğu bir
delil olsun fark etmez. Fakat illetin kendisi hükme delil olur,
başka bir delile ihtiyaç duymaz. Çünkü illetin kendisi delildir.
Zira illet, nâssın anlaşılanıdır. Böylece o, nâssın mantuku ve
mefhumu gibi olur. Bundan dolayı illetin “hükme sevk eden”
şeklinde tarifi, onunla ilgili tarifin en dakiğidir.
İlletin tarifi, “hükmün
kendisinden dolayı var olduğu şeydir” şeklinde olunca; illet ile
sebep arasında bir benzerlik oluşmaktadır. İllet ile menat
arasında da bir benzerlik oluşmaktadır. Onun için illet ile
sebep arasındaki farkın ve illet ile menat arasındaki farkın
açıklanması kaçınılmazdır.
*
Sebep;
varlığı, var olmayı yokluğu da yokluğu/bulunmamayı gerektiren
husustur. O, hükmün teşri’ine/konulmasına sevk eden değildir.
Zira sebep,
hükmün vakıada var olması ile alakalıdır, vakıanın çözümü için
hükmün konulması ile alakalı değildir. Ramazan ayına şahit
olmanın, ona şahit olan üzerine orucun vacib olması için “sebep”
olması gibi. Dolayısıyla sebep, vacib olmanın varlığına delâlet
etmektedir, vacib olana sevk edene yani vacib olmanın sebebine
delâlet etmemektedir. Vacib olmanın varlığı, vacib olmanın
sebebinden başka bir şeydir.
İllet böyle değildir. Zira
illet,
hükmün kendisinden dolayı var olduğu yani konulduğu şeydir. Yani
illet,
hükmün konulmasına sevk edendir. O, hükmün konulmasıyla
alakalıdır, hükmün bilfiil varlığı ile alakalı değildir.
İllet,
hükmün var oluş sebebi değil, vacib oluş sebebidir.
*
Sebep, hükmün varlığından önce gelir. Zira sebep var olduğunda,
vacib olarak konulmuş hüküm de var olur. Sebebin var olmasından
önce, konulan hüküm mükellef üzerinde vacib olarak durur. Fakat
bu vacib oluşun var olması, sebebin var olmasına bağlıdır.
İllet böyle değildir. Zira
illet, hükmün konuluşu ile beraberdir. Çünkü illet, hükmün
konulmasına sevk edendir.
Mesela; Ramazan ayı hilalinin
görülmesi, orucun vacib oluşunun varlığına sebeptir. Zira
hilalin görülmesi oruçtan önce gelir. Kendilerinden elektrik
elde edilen kamu suyu şelaleleri böyle değildir. Zira onlar,
elektriği kamu mülkiyeti yapmanın illetidirler, hükmün konulması
ile birliktedirler. Dolayısıyla şelalelerin kamu mülkiyeti
olması, onlardan elde edilen elektriğin kamu mülkiyeti olması
hükmüne, sevk eden olarak eşlik etmektedir.
*
Ayrıca sebep, var oluşuna sebep olduğu hususa hâsstır, onu
başkasına taşımaz. Dolayısıyla ona kıyas yapılmaz.
İllet ise böyle değildir.
Zira illet, kendisinden dolayı konan hükme hass değildir.
Bilakis o hükmü başkasına taşır, ona ve illete kıyas yapılır.
Mesela; akşam namazı vaktinin
girmesi, akşam namazının var oluşunun sebebidir. Vacib oluşunun
sebebi değil. Onun akşam namazından başkası için sebep olması da
uygun değildir. Dolayısıyla ona kıyas yapılmaz. Fakat namazdan
alıkoymak, Cuma ezanı okunduğunda alış-verişin haram olması
hükmünün konulmasının illetidir. Allah’u Teâla’nın şu sözünün
delâlet ettiği gibi:
إِذَا نُودِي لِلصَّلاةِ مِنْ يَوْمِ الْجُمُعَةِ فَاسْعَوْا إِلَى
ذِكْرِ اللَّهِ وَذَرُوا الْبَيْعَ
“Cuma günü namaza çağrıldığınızda alış-verişi bırakıp Allah’ın
zikrine koşunuz.”
Bu
ayetin delâlet ettiği namazdan alıkoymak illeti, alış-verişe
hass değildir. Bilakis alış-verişten başkasında gerçekleştiğinde
hüküm o başkasına geçer. Dolayısıyla o illet vasıtası ile o
hükme kıyas edilir. Böylece Cuma ezanı okunduğunda, kira
sözleşmesi yapmak, yüzmek, yazı yazmak haram olur.
Buna göre illet, hükmün
konulmasına sevk edendir. Sebep ise, hükmün bilfiil oluşmasına
yani onun yerine getirilmesine sevk eder.
Buna binaen, Allah’u
Teâla’nın şu sözü;
أَقِمْ الصَّلاةَ لِدُلُوكِ الشَّمْسِ إِلَى غَسَقِ اللَّيْلِ
“Güneşin batıya doğru meyletmesinden gecenin karanlığına kadar
namaz kıl.”
“illet”
değildir, sadece sebeptir. Zira, güneşin batmaya yönelmesi,
namaz kılmak için sebeptir, illet değildir.
Aişe RadıyAllah’u Anha’dan
şöyle dediği rivayet edildi:
“Rasulullah SallAllah’u
Aleyhi VeSSellem
zamanında güneş tutuldu. Bunun üzerine, namaza toplanılması için
bir çağrı yaptırdı. Sonra ayağa kalkıp iki rekatta dört rükulu
ve dört secdeli bir namaz kıldırdı.”
Bu da “illet” değildir, sadece bir sebeptir. Zira güneş
tutulması, namaz kılmak için bir sebeptir, “illet” değildir.
Seleme b. el-Ekva’dan şu
rivayet edildi: “Rasulullah
SallAllah’u
Aleyhi VeSSellem
akşam namazını, bir engel ile görünmeyecek şekilde güneş
battığında kılardı.”
Bu da illet değildir, sadece sebeptir. Zira bir örtü/engel ile
görülmeyecek şekilde güneşin batması, akşam namazının kılınması
için sebeptir, namaza illet değil.
İşte bunların hepsi ve
benzeri sebep cinsindendir, illet cinsinden değil. Çünkü güneşin
batıya yönelmesi, güneş tutulması, güneşin batması, bunların her
biri hükmün bilfiil var olması için sebeptir, hükmün vacib
oluşması için sebep değil. Yani bunlar, o hükmün belirli
mükellef tarafından var edilmesi/uygulanması için sebeptir,
hükmün konulması için sebep değil.
Bundan dolayı açığa çıkıyor
ki; ibadetler de sebep olarak geçenler, illet değildirler ve
bunlar ibadetleri tevfiki kılmaktadır. İbadetler
illetlendirilmez ve onlara kıyas yapılmaz. Çünkü sebep, kendisi
için sebep olduğu hususa hasstır, o da hükmün yerine getirilmesi
içindir, hükmün teşri’i için değil.
İllet,
hükmün kendisinden dolayı var olduğu şeydir. Ya da başka bir
ifade ile illet; hükme sevk eden husustur. Ona delâlet eden bir
Şer’î delilin olması kaçınılmazdır.
Menât ise, Şeriat koyucunun
hükmü kendisine bağlı ve asılı kıldığı husustur. Yani
menât,
hükmün kendisine uygun düştüğü meseledir, hükmün delili değildir
ve illeti değildir.
المناط –“Menât”
kelimesi,
الأناطة –“Enâte”
fiilinin mekan ismidir. “Enâte”; “bağlamak, asılı kılmak”
demektir. Bu lügavi mana, hükümle ilgili olarak “menât”
kelimesinden kast olunandır. Zira bu kelimeye, bundan başka bir
Şer’î mana geçmemiştir. Dolayısıyla lügavi mana, kendisi ile
açıklama yapılan ve kast edilen olması gerekmektedir. Buna
binaen “menât” kelimesinden kast olunan, hükmün kendisine
bağlı/asılı olduğu şey olmaktadır.
Böylece hükmün menâtı; hükmün
kendisine bağlı kılındığı yani asılı kılındığı şeydir. Kendisine
bağlı kılınmak demek, hükmü kendisi için getirmektir. Böylece
hüküm ona asılı ve bağlı olur. “Menât” kelimesinin açıklaması
işte budur. Bu kelime için başka bir mana kesinlikle yoktur.
Buna binaen,
tahkik-ul menât/menât
araştırması, hükmün kendisi için geldiği şeyin vakıasına
hakikatini anlamak için bakmaktır. Yani gelen hükmün delili
bilinmiştir, illeti bilinmiştir. Fakat hüküm bu şeye bizzat
uyuyor mu uymuyor mu? Delili ve illeti bilinen hükmün fertlerden
bir ferde uyup uymadığına bakmak menâtın araştırılmasıdır.
Böylece hükmün menâtı, Şer’î
hükümdeki naklî olmayan/vahyî olmayan yöndür. Zira menât,
nakillerin dışındaki bir husustur. Menâttan kast edilen, Şer’î
hükmün kendisine tatbik edildiği vakıadır.
*
Şarap haramdır, dendiğinde, Şer’î hüküm şarabın haram olmasıdır.
Belirli bir içeceğin, haramdır ya da haram değildir, diye
hakkında hükmü uygulamak için şarap olup olmadığını araştırmak,
menât araştırmasıdır. Zira o içecek hakkında haramdır
denilebilmesi için, onun şarap olup olmadığına bakmak
kaçınılmazdır. İşte şarap mı, değil mi diye o içeceğin
hakikatine bakmak menât araştırmasıdır.
*
Kendisinden abdest almanın caiz olduğu su mutlak sudur,
dendiğinde Şer’î hüküm, mutlak sudan abdest almanın caiz
olmasıdır. Kendisinden abdest almak caizdir ya da değildir, diye
hükmü kendisine uygulamak için suyun mutlak olup olmadığını
araştırmak, menât araştırmasıdır. Zira kendisinden abdest almak
caizdir veya caiz değildir diyebilmek için suyun mutlak olup
olmadığına bakmak kaçınılmazdır. İşte suyun gerçeğine bu bakış
menât araştırmasıdır.
*
Abdesti bozulan kimsenin namaz için abdest alması vacibtir,
dendiğinde Şer’î hüküm, abdesti bozulan kimsenin namaz için
abdest almasının vacib oluşudur. Kişinin abdestinin bozulup
bozulmadığını araştırmak ise menât araştırmasıdır.
Böylece bu örneklerde menât
araştırması; belirli bir içeceğin şarap olup olmadığını
araştırmak, suyun mutlak su olup olmadığını araştırmak, kişinin
abdestinin bozulup bozulmadığını araştırmaktır. Zira bu
örneklerde menât; içecek, su ve kişidir. Buna göre menât
araştırması; kendisi ile ilgili Şer’î hükmün onlara tatbik
edilebilir olup olmaması bakımından bu hususların gerçeğine
vakıf olmaktır. Dolayısıyla menât araştırması; Şer’î delilinin
ya da Şer’î illetinin bilinmesinden sonra Şer’î hükmün
durumlardan birisinde var olup olmadığını bilmek için bakmaktır.
*
Kıble yönü, kendisine yönelme farziyetinin menâtıdır. Kendisine
yönelme farziyeti ise Şer’î hükümdür. Bu, Allah’u Teâla’nın şu
sözünün delâlet etmesinden bilinmektedir:
فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَحَيْثُ مَا
كُنتُمْ فَوَلُّوا
وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُ
“Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir.
(Ey Müslümanlar!)
Siz de nerede olursanız olun yüzlerinizi o tarafa çevirin.”
Bu yönün, kıble yönü olması, menâttır.
Benzerlik veya şüphe
etme durumunda, bunun araştırılması, menât araştırılmasıdır.
Zira menât araştırması, hükmün mahalli olan şeyin
araştırılmasıdır.
Bu açıklamalara binaen
görülüyor ki; menât,
illetten başkadır. Menât araştırması, illet değildir. Çünkü
menât araştırması,
kendisine hüküm tatbik edilmesi istenen şeyin hakikatine
bakmaktır. Misal; bir içeceğin şarap olup olmadığına bakmak
gibi, bir suyun mutlak su olup olmadığına bakmak gibi, bir
kişinin abdestinin bozulup bozulmadığına bakmak gibi, bir yönün
kıble yönü olup olmadığına bakmak gibi.
Tahkik ul-illet/illet
araştırmasına gelince;
o, hükme sevk edene bakmaktır. Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in, kendisine kuru hurma ile taze hurma satışı hakkında sorulduğunda,
أَيَنْقُصُ إِذَا يَبِسَ
هل
“Taze kuruduğunda
noksanlaşır mı?”
deyip “Evet” denildiğinde,
فلا
إذن “Öyle
ise hayır.”
Demesine illet ile ilgili bir durum ifade edip etmediğini
anlamak için bakmak gibi. Allah’u Teâla’nın şu;
كَيْ
لاَ يَكُونَ دُولَةً بَيْنَ الآغْنِيَاءِ مِنْكُمْ
“Mallar sadece
içinizde zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın.”
Sözüne illet
durumu ifade edip etmediğine bakmak gibi. Allah’u Teâla’nın şu
sözüne;
إِذَا نُودِي لِلصَّلاةِ مِنْ يَوْمِ الْجُمُعَةِ فَاسْعَوْا إِلَى
ذِكْرِ اللَّهِ وَذَرُوا الْبَيْعَ
“Cuma günü namaza çağrıldığınızda alış-verişi bırakıp Allah’ın
zikrine koşunuz.”,
فَإِذَا قُضِيَتْ الصَّلاةُ فَانتَشِرُوا فِي الأرْضِ
“Namaz kılındığında yeryüzüne dağılınız.”
Bunlardan
bir illet çıkartılır mı, çıkartılmaz mı, diye bakmak gibi.
Allah’u Teâla’nın şu;
وَالْمُؤَلَّفَةِ قُلُوبُهُمْ
“... ve gönülleri
(İslâm’a)
ısındırılacak olanlara…”
Sözüne, illete delâlet eder mi, etmez mi, diye bakmak gibi...
Menât araştırması,
o hususun ancak kendisi ile bilindiği ilme bağlıdır. Böylece
vahiyden başkasına; ilimlere, tekniklere, o hususu tanıtan
bilgilere dayanır. Onun için menât araştırması yapan hakkında
müçtehit olması şart koşulmaz. Bilakis o hususun âlimi olması
yeterlidir.
İllet tahkiki ise; illetli olarak gelen nâssı anlamaya bağlıdır. Böylece vahye
dayanır. Yani Kitabı ve Sünneti bilmeye dayanır. Onun için illet
araştırması yapan hakkında müçtehit olması şart koşulur.
İşte illet ile menât
arasındaki fark ve illet araştırması ve menât araştırması
arasındaki fark budur.
İçtihat, menât araştırmasına
bağlı olduğunda, bu; kendisinden menât araştırmasının
öğrenilebilmesi yani menâtın araştırılabilmesi için Şer’î
içtihat şartlarına sahip bir müçtehide ihtiyaç duymaz. Şu
anlamda ihtiyaç duymaz: Şer’î delilleri bilmeye ve Arapçayı
bilmeye ihtiyaç duymaz. Çünkü bu içtihattan kast edilen, konunun
ne üzere olduğunu bilmektir, yani kendisine Şer’î hüküm tatbik
edilen hususu bilmektir. Bunda sadece, bilinmesi kast edilen o
konunun ancak kendisi ile bilindiği hususu bilmeye ihtiyaç
duyulur. Dolayısıyla o kişinin, Şer’î hükmü, o gereklilik
uyarınca indirilmesi için o şeyle ilgili bu bilgilerin alimi
olması kaçınılmazdır. O kişi ister müçtehit olsun, ister
müçtehidin o hususu tanımak için kendisine başvurduğu başka bir
kişi olsun ya da o hususu şerh eden/açıklayan bir kitap olsun
fark etmez.
Dolayısıyla menât
araştırmasında, içtihatta şart koşulan Şer’î hususları bilmek ve
Arapçayı bilmek şartı koşulmaz. Bilakis menât araştırmasında
kendisine hüküm tatbik edilmek istenilen konuyu bilmesi –onun
dışındaki hususlarda tam cahil olsa da- yeterlidir.
*
Senetlerin durumlarını, yolarını, sahihlerini, bozuklarını,
metinlerinden gerekli olan ve olmayanını bilen muhaddis gibi.
İster Şer’î ilimlerin âlimi olsun veya olmasın, ister Arapçayı
bilsin veya bilmesin onun hadisle alakalı hususlardaki ilmine
itibar edilir.
*
Hastalıklar ve özürleri bilmek hususunda doktor, imalat
hatalarını bilmek hususunda imalatçı, ticari malların değerini
hatalarını bilmek hususunda piyasa uzmanları, lafzı ve manasını
bilmek hususunda dil âlimi, aletleri icad eden, atom âlimi, uzay
ilimlerinde uzman gibi, Şer’î hükmün menâtının vasıtası ile
bilindiği her kimsenin müçtehit olması şart koşulmaz, hatta
Müslüman olması da şart koşulmaz. Çünkü menât araştırmasındaki
maksat, o hususun gerçeğine vakıf olmaktır. Bu ise, içtihatla
alakalı değildir, Şer’î bilgilerle ve Arapça ile alakalı
değildir. Bilakis bundan kast olunan, belirli bir hususla
sınırlıdır, o da o hususun bilinmesidir.
Hükmün menâtının
araştırılması, yani kendisine hüküm tatbik edilmesi istenilen
şeyin araştırılması, mutlaka hükmün bilinmesinden önce olması
gereken bir husustur. Menât araştırması yapılmadıkça hükmün
bilinmesi mümkün değildir. Zira her Şer’î hüküm iki öncüle
dayalıdır. Birincisi; menât araştırmasına bağlıdır. İkincisi;
Şer’î hükmün kendisine bağlıdır. Birincisi, sadece aklîdir, yani
düşünmek, zihinde tartmakla tespit edilir, nakli olanın dışında
kalandır. İkincisi ise, naklîdir, yani Kitap, Sünnet ve
sahabelerin icmâsından naklinin sahih olduğu Şer’î nâssın
anlaşılması ile tespit edilir.
Dolayısıyla müçtehit önce,
hakkında Şer’î hükmü açıklamayı istediği şeyin veya vakıanın
veya olayın hakikatini anlamalıdır. Ona vakıf olduktan sonra,
nakli olanları anlamaya geçer. Yani kendisinden o olay veya
vakıa veya şey için hüküm çıkartmanın kast edildiği Şer’î nâssı
anlamaya geçer. Ya da o olay ya da vakıa ya da o şeye tatbik
edilmesi kast edilen Şer’î hükmü anlamaya geçer. Yani müçtehidin
hükümleri çıkartırken ve benimserken şunları göz önünde
bulundurması kaçınılmadır:
1-
Vakıayı anlayıp iyice kavraması,
2-
Sonra bu vakıanın Şer’î delilden çözümü hakkında vacib olanı
anlaması. O vacib olan husus ise; bu vakıa hakkında kendisi ile
hüküm verdiği Allah’ın hükmünü anlamaktır.
3-
Sonra bunlardan birisini diğerine tatbik etmektir. Başka bir
ifade ile vakıayı anlayıp iyice kavramayı Allah’ın hükmünü
bilmeye bağlamasıdır.
İllet hakkında sekiz şart,
şart koşulur:
1-
İlletin, “sevk eden” manasında olması kaçınılmazdır.
İllet, öylesine bir vasıf
olsaydı, onun ile illetlendirmek mümkün olmazdı. Çünkü o zaman
hükme dair bir emare yani işaret olurdu. Dolayısıyla hükmün
bilinmesinden başka onda bir faide de olmazdı. Hüküm ise hitap
ile bilinir, kendisinden çıkartılmış illet ile değil. Onun için
illet hakkında onun, “hükme sevk eden” olması şartı koşulur.
2-
İlletin; zahir, belirgin, münasip manayı kapsayan bir vasıf
olmasıdır. Yani illetlendirmek için “anlaşılır bir vasıf”
olmasıdır.
Zira Şer’î nâsslarda çeşitli
vasıflar geçer. Bu demek değildir ki, bu vasıflar, sırf Şer’î
delillerde geçtikleri için Şer’î illetlerdir. Bilakis onlar,
diğer vasıflar gibi sadece vasıflardır. Onları illet yapmaya
uygun yapan, onların cümledeki belirli bir konum üzere
konumlarıdır ve belirli bir vasıf oluşlarıdır. Onun için vasfın
bizzat kendisinin ne olduğunun idrak edilmesi ve cümledeki
terkip içindeki konumunun iyice anlaşılması kaçınılmazdır. Ta ki
o vasıf illet yapılmaya uygun olsun ve kendisi ile
illetlendirmek caiz olsun. Onun için illet hakkında; onun bir
vasıf olması şart koşulur, o vasıfın da düzensizlikten uzak açık
net olması şart koşulur, cümledeki konumunun da iletliliği ifade
eden olması yani anlaşılır vasıf olması şart koşulur.
3-
İlletin, hükümde “etkili” olmasıdır.
Zira hükümde etkili olmazsa,
illet olması caiz olmaz. İlletin hükümde etkili olmasının
manası, müçtehitte hükmün, onun varlığıyla meydana geldiğine
yani onun dışında bir şey olmaksızın ondan dolayı hükmün meydana
geldiğine dair bir zannî gâlip oluşmasıdır.
Buna göre Allah’u Teâla’nın
şu;
لِيَشْهَدُوا مَنَافِعَ لَهُمْ “Kendilerine ait bir takım yararları yakînen görmeleri ... için…”
Sözü, illetle ilgili bir durum ifade etmez. Çünkü “yararları
yakînen görme” vasfı hükümde etkili değildir. Dolayısıyla illet
olmaz.
*
Allah’u Teâla’nın şu;
كَيْ
لاَ يَكُونَ دُولَةً بَيْنَ الآغْنِيَاءِ مِنْكُمْ “Mallar sadece içinizde zenginler arasında dolaşan bir devlet
olmasın.”
sözü ise, illetle ilgili bir durum ifade eder. Çünkü “zenginler
arasında devlet olmama” vasfı hükümde etkili olmuştur, hüküm
bunun sübutu ile hâsıl olmuştur.
Bundan dolayı illetin,
“hükümde etkili olması” kaçınılmazdır.
4-
İlletin, “sâlim” olmasıdır.
Kitaptan veya Sünnetten veya
sahabelerin icmâsından bir nâssın onu reddetmemesidir.
5-
İlletin, “sürekli” olmasıdır.
Yani illet ne zaman var
olursa, hükmünün de var olmasıdır.
6-
İlletin “geçişli” olmasıdır.
Zira geçişsiz olsaydı uygun
olmazdı. Çünkü illetin faydası sadece kendisi ile hüküm tespit
etmektedir. Geçişsiz illet; asıldaki hükmün nâss ya da icmâ ile
sabit oluşundan dolayı ve illetin kendisi istinbat
edilmiş/çıkartılmış olmasından dolayı asıldaki hükmü tespit eden
değildir. Dolayısıyla o hükme fer’i olur. Böylece asıldaki hükmü
tespit eden olsaydı, o hüküm de illete fer’i olurdu. Bu bir
kısır döngüdür. Aynı şekilde geçişsiz illet, geçişli
olmayışından dolayı, fer’ideki hükmü de tespit eden değildir.
Onun için sahih olmaz.
7-
İlletin “tespit edilmesi yolunun”, aynı Şer’î hükümde olduğu
gibi “Şer’î” olmasıdır.
Yani illetin; Kitap veya
Sünnet veya sahabelerin icmâsı ile tespit edilmesidir. Bu üç
Şer’î delilden birisi ile tespit edilmediğinde, o Şer’î bir
illet sayılmaz.
8-
İlletin “Şer’î bir hüküm olmamasıdır”.
Zira Şer’î hüküm; Şer’î
hükümle illetlendirilmez. Çünkü hüküm, hükmün illeti olsaydı, o,
ya belirleyen bir emare manasıyla olurdu ya da hükme sevk eden
manasıyla olurdu. Belirleyen emare manası ile olursa onunla
illetlendirmek, doğru olmaz. Çünkü illet bir emare ve işaret
değildir, sadece hükmün konulmasına sevk edendir. O, hükme sevk
eden manasıyla olursa, vukuu bulması imkânsız olur. Çünkü o,
hükmün kendisine sevk eden olmasını gerektirirdi. Yani hırsızın
elinin kesilmesinin, hırsızın elinin kesilmesine sevk eden
olmasını gerektirirdi. Bu ise olmaz. Onun için, illetin bir
Şer’î hüküm olması uygun olmaz.