HİZB (PARTİ) VEYA CEMAATIN AMELLERİNİ YÖNLENDİRECEK FİKİRLERİN OLUŞTURULMASI


Şeriatça talep edilen sadece bir cemaatın bulunması değildir. Şeriatça istenen husus, bu emri (İslâm’ı) ikâme edecek cemaatın bulunmasıdır. Cemaatın bulunmasının gerekliliği ile ilgili deliller bunu bizlere şu şekilde açıklamaktadır:

- Allahu Teâla şöyle buyuruyor:

“Hayra (İslâm’a) davet edecek marufu (Allah’ın emrini) emredecek ve münkeri (Allah’ın nehiylerini) nehyedecek sizden bir gurup bulunsun. İşte onlar felaha kavuşanların ta kendileridir.”

Bu ayet gereğince şeriat, ideolojisi İslâm olan ve varlık sebebi olan gayeyi gerçekleştirmek -ki bu gaye: İslâm’ı hakim kılmak, onun otoritesini tesis etmek ve halifeliği kurmaktır- için lazım olan şer’i hükümleri ve fikirleri benimseyecek siyasî bir cemaatın tesis edilmesini farz kılmıştır. İstenen yalnızca cemaatı tesis etmek değil, cemaat aracılığı ile ayette istenen davet, emir ve nehiy görevlerinin gerçekleştirilmesidir. Buna göre talep edileni yerine getirecek bir cemaatın bulunmasını istemiştir. Yine istenen husus sırf İslâm’a davet etmek, marufu emretmek ve münkeri nehyetmek değil, davet, emir ve nehyin varlık sebebini oluşturan İslâm’ı hakim kılma, onun otoritesini tesis etme ve halifeliği kurma gayelerini gerçekleştirmektir.

- Rasulullah (s.a.v.)’in;

“Bir yerde bulunan üç kişi kendilerinden birini emir olarak tayin etmedikçe, bu kendilerine helâl olmaz.”

Bu hadise göre şeriat, Müslümanlardan ikamesi mutlak surette yapılması gereken bir işi gerçekleştirebilmek için bir emir tayin etmelerini farz kılmıştır. Hangi iş üzerinde tayin edilmişse ve onu tayin edenler kimler olursa olsun onlar tarafından itaat edilmesi farzdır. Ta ki şeriatın Müslümanların tümünden istenen farziyet yerine getirilsin.

- Allahu Teâla’nın, Müslümanlara bir çok şeyi farz kılmış ve bunların bir kısmının gerçekleşmesini yalnızca halifenin varlığına bağlamış olması nedeniyle bu farzları yerine getirmek için Hilâfet Devleti’ni kurmak ve bir halifeyi ikâme etmek de farz olmuştur. Bu farzı ancak bir cemaat yerine getirebilir. Öyleyse Hilâfet Devleti’ni tesis etmek ve onun halifesini belirlemek için faaliyet yapacak bir cemaatın bulunması şarttır. Nitekim şer’i kaide şöyledir: “Bir vacibi yerine getirmek için gerekli olan hususlar da vacibtir.”

Bu açıklamalar, yerine getirilmesi istenen şar'i gayenin varlığının birbirinden koparılması mümkün olmayacak bir şekilde bir cemaatın varlığına bağlı olduğunu göstermektedir. Çünkü bu cemaatın görevi yalnızca tebliğde bulunmak değildir. Bu cemaatın görevi, bireysel ve toplumsal nitelikli İslâm hükümlerini uygulamanın şer’i metodu sayılan İslâm Devletini kurma yoluyla Müslümanların hayatında İslâm’ın hakim kılınmasını sağlamaktır. Bu nedenle bir cemaat hangi gaye için kurulmuşsa varlığı buna bağlıdır ve bu gaye için var olmalıdır. Ortak bir işte bulunmaları halinde Müslümanların bu işi gerçekleştirebilmek için bir emir tayin etmelerini farz kılmıştır.

Bu cemaatın kendisinden istenen her hususu bünyesinde bulundurabilmesi için şu hususlar gereklidir:

A- Çalışması ve faaliyeti için lazım olan tüm şer’i hüküm, görüş ve fikirlerin benimsenmesi. Sözde, amelde ve düşüncede mensuplarını bunlara bağlamak. Çünkü bu benimseme olayı cemaatın birliğini gerçekleştirir. Zira bir cemaatın fertleri genel olarak İslâm’a dayalı olursa ve gayeleri bir olursa, fakat değişik fikirler ve ictihadlara sahip olurlarsa içinde bölünme, kutuplaşma ve hizipleşmeler hasıl olur. Hatta cemaat bir çok guruptan müteşekkil hale gelir. Onun davası, diğerlerini kendisiyle birlikte çalışmaya ve farzı yerine getirmeye davet etmekten çıkıp, kutupların benimsedikleri fikirleri birbirlerine benimsettirmeye ve davet etmeye dönüşür. Herkes görüşünü cemaatın liderliğine benimsettirmek için aralarında çekişir. Benimsemenin önemi ve meşruiyeti de buradan kaynaklanmaktadır. Zira cemaatın vahdeti şeriatça istenmektedir. Cemaatın birliğinin korunması ise, çalışmak için lazım olan fikirleri benimsemekle ve çalışan gençlerin bunlara bağlanması ile sağlanır. “Bir vacibi yerine getirmek için gerekli olan husus da vacibtir” fıkıh kaidesi gereğince çalışma için gerekli olan fikirlerin, görüşlerin ve şer’i hükümlerin benimsenmesi de gereklidir.

Cemaatın benimsediği fikir, görüş ve hükümler şer’i oldukça, kendi gençlerinin güvenini kazandıkça; Müslümanın kendi görüşünü terk edip diğerlerinin görüşlerini benimsemesinin caizliğinden hareketle gençlerin çalışma ile ilgili fikirlere bağlanmaları da caizdir. Osman b. Affan (r.a.), biat edilebilmesi için kendi içtihadından vazgeçip Ebu Bekir ve Ömer’in (r.ahm) ictihadlarını benimsemeye çağrıldı. Bu şartı kabul edince kendisine biat edildi. Sahabeler bunda icmaa ettiler ve ona biat verdiler. Bu ise vacip değil caizdir. Çünkü Ali (r.a.), kendi görüşünü terk edip Ebu Bekir ve Ömer’in (r.ahm) görüşlerini benimsemeyi reddetmiştir. Bu nedenle hiç bir sahabe onu kınamadı. Ayrıca Şa'bi’nin rivayet ettiğine göre Ebu Musa (r.a) kendi görüşünü bırakıp Ali (r.a)'ın görüşüne, Zeyd (r.a) kendi görüşünü bırakıp Ubey b. Ka'b (r.a)’ın görüşüne ve Abdullah (r.a) kendi görüşünü bırakıp Ömer (r.a)'ın görüşüne bağlanıyordu. Ayrıca Ebu Bekir ve Ömer (r.ahm)ın görüşlerini bırakıp Ali (r.a)'ın görüşüne bağlandıklarına dair rivayetler de vardır. Bu durum, içtihadına güvenmesi esasına binaen bir müctehid, kendi içtihadını bırakarak başkasının görüşünü kabul etmesinin caiz olduğuna delâlet etmektedir. Bu nedenle bu cemaatın gençleri de fikir ve duygu bütünlüğü oluşturmak üzere cemaatın anlayışına bağlanmalıdırlar.

B- Cemaatın çalışmasıyla ilgili şer’i hükümleri benimsemesi gerekli olduğu gibi bu hükümleri yürürlüğe koymak için lazım olan üslubları benimsemesi de gerekir. Üslub, şer’i hükmü uygulamak için lazım olan şekillerdir. Üslup, aslın hükmü ile ilgili bir hükümdür. Örneğin cemaattan istenen, Rasulullah (s.a.v.)'in çalışmasını örnek edinerek gençlerde yerleşik kültürü oluşturmaktır. Bu ise kendisine bağlanması gerekli olan şer’i hükümdür. Peki bu şer’i hüküm hangi şekilde ve nasıl infaz edilecek? Bu hükmü yerine getirmek için belli bir üslub lazımdır. Bu uslup halakalar veya guruplar şeklinde olabileceği gibi başka şekilde de olabilir.

Üslubu seçmek için akıl kullanılır. Bu şer’i hükmü yürürlüğe koymak üzere akıl en münasip şekli seçebilir. Bu ise aslı açısından mübahlık hükmünü alır. Şeriat ise, şer’i hükmü uygulamayı talep etmektedir. Fakat onun uygulama üslubunu Müslümanlara bırakmıştır.

Tek bir şer’i hüküm için bir çok üslub bulununca, cemaatın çalışması ve gençlerinin ona göre yönlendirilmesi için bir üslubu benimsemeye zorlanır. Böylece cemaat, şer’i hükmü yürürlüğe koymak için bir üslub benimsemiş olur. Bu durumda üslub, bağlı olduğu şer’i hükmün hükmünü alır. Gerçekleştirilmesi istenen şer’i hüküm ne kadar bağlayıcı ise, üslub da o kadar bağlayıcı olur.

Bir cemaat yoğun kültür vermek için grub çalışması üslubunu benimsemek istiyorsa, bunu bağlayıcı bir üslub olarak benimsemelidir. Üslubu benimserken, üslubun hedeflenen gayeyi yani yerleşik kültürün verilmesini gerçekleştirip gerçekleştirmeyeceğine bakmalıdır. Dolayısı ile bu gayeyi gerçekleştirecek her üslubu benimseyebilir. Örneğin bir eğitim grubu gençlerinin sayısı gayeye uygun olmalıdır. Sayı fazla olursa gençlerde kültürü yerleştirme ameliyesini engelleyebilir. Grubtakilerin sayısı azalırsa, bu defa da grublar çoğalacak ve bu nedenle sıkıntı duyulacak ve iş yorucu olacaktır. Buna göre grubtaki gençlerin sayısı ne fazla ne de az olmayıp bu üsluptan edinen gayeyi gerçekleştirecek şekilde olmalıdır. Bu sayı akıl yoluyla sınırlandırılır. Keza grublar için belirlenecek müddet aynıdır. Süre sınırlandırılırken ders görenlerin konsantre olup olmadıklarına dikkat edilmelidir. Süre artarsa, kavrama kabiliyeti zaafa uğrar. Süresi az olursa fikirler tam şekilde izah edilemeyecektir. Buna benzer, randevuların günlük mü, haftalık mı yoksa iki haftalık mı olacağı belirtilmelidir. Randevu davetteki pratikliğe engel oluşturmamalıdır. Gençler pratik tarafı gözardı ederek ilmî tarafla meşgul olmamalıdırlar. Böylece gerçekleştirilmesi istenen şer’i hükümle tamamen uyumlu olacak şekilde şer'î hükümlere uygun her üslup benimsenebilir. Üslublar hakkında söylenen her şey yaklaşık olarak vesile ve vasıtalar hakkında da söylenebilir. İşi yerine getirmek için ne icap ederse cemaatın emiri üslub ve vasıtayı değiştirme hakkına sahiptir.

C- Cemaatın faaliyeti, yeryüzünde geniş bir bölgeyi kapsayabileceği ve devletlerarası boyutta olacağı için cemaat ve parti, sorumluluk altına girdiği, yüklendiği görevle uyumlu, faaliyet gösterdiği her alanda gayesini gerçekleştirecek, davetin gidişatını takip edecek, davet hareketini düzenleyip disipline sokacak, gençlerin davaya bağlılıklarını izleyecek, düşüncesi için genel hava ve ortamları hazırlayacak, fikrî çatışmayı ve siyasî mücadeleyi yürütecek ve ümmeti bu farzı gerçekleştirmek için kendisini vakfetmiş bir vücut haline getirecek idari bir mekanizma oluşturmalıdır. Bu nedenle öyle bir organize ve tanzim edilmiş bir yapı gerekir ki en güzel bir şekilde gayeyi gerçekleştirsin, çalışmayla elde edilen neticeleri izlesin ve meyvelerini korusun.

Binaenaleyh başarılı şekilde talep edileni gerçekleştirecek şekilde davetin işlerini yönetebilecek bir mekanizma ve idarî yönetmenlik benimsemek kaçınılmaz olur.

Bundan sonra partinin vücudunu ve faaliyetini düzene sokacak idarî kanunu benimsemeye sıra gelir. Bu kanun, yöneticinin yetkilerinin ne olduğunu, partiyi nasıl yöneteceğini, onun nasıl seçileceğini, vilayet ve bölgelerin sorumlularını kimlerin tayin edeceğini ve onların yetkilerinin neler olduğunu belirtecektir. Bu kanun, partinin her işini düzenler ve herkesin yetki sınırını belirtir.

Bunların tamamı çalışmayla ilgili şer’i hükümleri yürürlüğe koymak için lazım olan üslup ve vasıtalar hükmündedir. Emir tarafından uygun görüldüğü sürece benimsenen idarî üsluplara bağlanmak da vaciptir. Çünkü emire itaat etmek vacibtir.

D- Benimsenen her fikre bağlanmak gerekir. Ancak parti tarafından benimsenen hususlara muhalefet edildiği zaman parti nasıl hareket edecek? Yapılan muhalefeti, azarlayarak mı yoksa idarî cezalar uygulayarak mı çözecek?

Teşkilat, benimsediği herhangi bir hükme aykırı harekette bulunana veya çizilen şer’i çizgi dışına çıkana idarî cezalar uygulamayı benimsemelidir. Bu cezaların meşruluğu ise, emire aykırı hareket etme konusu kapsamına girer. Çünkü şer’i hüküm, emire itaat etmeyi vacip kılmaktadır. Hangi konularda emir olarak tayin edilmişse, bu konularda ona muhalefet etmek haramdır. Böyle olmadığı takdirde cemaatın bir emirinin olmasının ne anlamı olur?

Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur, kim bana isyan ederse Allah'a isyan etmiş olur. Kim emîre itaat ederse bana itaat etmiş olur ve kim emîre isyan ederse bana isyan etmiş olur.”

İdarî cezalar ise, parti veya cemaatın emirinden en küçük üyesine kadar uygulanmalıdır. Bu cezalar, benimsenen hususlara muhalefet edildiği zaman uygulanır. Kim benimsenen şer’i hükümlere ve üsluplara aykırı hareket ederse ve idarî mekanizmanın veya idarî kanunun varlığını hiçe sayarsa veya yetkisinin dışına çıkarsa hesaba çekilmelidir.

Böylece fikrî çerçeveyle birlikte metod hükümlerini ve çalışma ile ilgili hükümleri dakik bir şekilde pratiğe dönüştürecek şekilde düzenlenmiş örgütsel çerçeve de bulunmalıdır. Kitleleşme işlerine dikkat etmedikleri için yok olup giden İslâmi ve İslâm dışı nice hareketlere şahit olduk.

Benimseme düşüncesini itibara almayan bir cemaatın ihtilaflar içinde boğulması, kargaşa, kutuplaşmalar ve fasit dairede dolaşıp durması, muhasebe edecek kimse olmadığı için haddi aşmalarla karşılaşması tabii bir durumdur. Böyle bir cemaat farzı kifayeyi yerine getirecek cemaat olma özelliğini kaybetmiş bir cemaattır.

Üyeler ve sorumlular, düzenlenmiş şerî şartlara binaen seçilmeyip yakınlık derecesine veya toplumdaki makamına ve mevkisine veya ilmî kariyerine göre seçilirse, görevlilerin ve sorumluların dağılımı kötü olacak ve elemanları makam peşine koşan kişiler haline getirecektir.

Ayrıca ayrımsız uygulanacak idarî cezalar bulunmazsa büyük muhalefetler, küçük muhalefetler gibi geçiştirilecek, çalışmada isyanlar normal olarak kabullenilecek ve hatalar çoğalacaktır.

Binaenaleyh teşkilatlanma ve parti bünyesinin teşekkülüne, davanın fikirlerini ve gençlerini sağlam bir düzen içerisinde yürütecek, çalışmayı kolaylaştıracak şekilde harekette aktifliğe gereken önem verilmelidir. Nitekim hizbin veya cemaatın yapısı ve kitleleşmesi, edindiği gayeye münasip şekilde olmalıdır.

Hiç bir kimse kitleleşmenin ikinci derecede öneme sahip bir iş olduğunu sanmasın. Bilâkis bu çok önemlidir. Bunun çizilmesi ve oluşturulması güzel yapılmazsa, lazım olan hükümler benimsenmezse ve bağlayıcı olmazsa, cemaat yıkılmaya mahkum olur ve kayıplara karışır.

Bunun yanısıra hizbî vecibeler veya cemaatın görevleri, hizbe ve cemaata bazı maddî yükümlülükler getirir. Cemaatın işlerini yürütmek için bazı gençlerin bütün vakitlerini davaya harcamaları, ulaşım masrafları, neşriyatların basımı ve benzeri dava işleri vardır. Bu ihtiyaçları gerçekleştirmek için paraya gereksinim olur. Bu malî mükellefiyetleri partinin gençleri üstlenmelidir. Kim kendini davaya verirse, bundan daha küçük olan malını da verir.

Ancak cemaat maddi ihtiyaçlarını karşılamak için dışarıya, diğer fertlere veya cemaatlara veya devletlere elini uzatmamalıdır. Bir cemaat böyle davranırsa, davanın düşmanları tarafından kolayca kullanılır. Bir cemaat mala veya paraya muhtaç olduğu zaman ve elini dışarıya uzattığı zaman bunu düşmanları görürse hemen yardım sunmaya başvururlar. Başta bu yardımlar temiz görünür, az bir müddet sonra belli şartlar ve amaçlarla verilmeye başlanır.