İDEOLOJİK VE VAKIAYA TESLİMİYETÇİLİK DAVETLERİ ARASINDA DEĞİŞİM DAVETÇİLERİ


Çökmüş bir toplumda ideolojik davetin aynı zamanda siyasi bir hareket olduğu bilinen bir olgudur. Böylesi bir davetin söz konusu toplumu kalkındırmaya yönelik, aksiyonu zorunlu kılan bir misyonu vardır kuşkusuz. Toplumun, içinde bulunan yaygın ve egemen değer yargılarının ve toplumda uygulanır durumdaki sistemin düşüklüğü/düzeysizliği ile toplumun çöküşü arasında nasıl bir paralellik varsa yine, toplumun içindeki egemen yaygın değerler silsilesinin ve toplumda uygulanır durumdaki sistemlerin ileriliği/düzeyliği ile toplumun kalkınması arasında aynı paralellik vardır. O halde ideolojik bir davetin misyonu, toplumu; sistemlerinin ve üzerinde egemen olan yaygın anlayışlarının değişimi ile değiştirilmesi noktasında olacaktır. Yani söz konusu ideoloji ile tastaban çelişir durumdaki değer yargıların, sistemlerin, duygu ve düşüncelerin; doğru ve düzeyli değer yargıları, sistemler, duygu ve düşünceler ile yer değiştirmesi için, egemen olan yaygın anlayışlar ve sistemler ile bir anlamda çekişme yolu ile değişim.

Bu, ideolojik davetin; ortaya çıktığı ilk günden bozuk/yozlaşmış yapı ile çatışması anlamına geliyor. Çünkü o, insanların içinde yaşadıkları yapıya/statükoya tamamen yabancı yepyeni bir şey getiriyor. Sahip olduğu geleneksel anlayışları ve yaygın kanaatlerine sımsıkı sarılışı ve bunlardan kendisini kolay kolay soyutlamaması toplumların tabiatındandır. Belki de bu durum insanların söz konusu anlayışları ve düşünce tarzlarından soyutlanıp, duygularının bu yeni çerçeve ile çizilmesi sürecinin aşılması için, sabır ve kararlılıkla, sıkı bir çekişme, kesintisiz bir çatışma ve uzun yıllara varan yoğun bir aksiyonu zorunlu kılacaktır. Bundan dolayı toplumun değişimi ve bu değişim paralelinde kalkınması isteminde olan tüm siyasi yapılanmaların ilk günden beri insanların tepkisi ve kayıtsızlıkları ile karşılaşmaları sürpriz bir gelişme değildir. Çünkü davetçiler bu durumda insanların mizaçlarına/karakterlerine yabancı veya ters bir fenomeni seslendiriyor, onların adet ve geleneklerine/ statükoya karşı çıkıyorlardır. İşte bu da, toplumun, tüm bu çabaları, genel anlayışlarına yönelik bir tehdit ve kutsala benzer bir yapı arzeden geleneklerin dışına çıkışı zorlayan bir olgu olarak yorumlamasından kaynaklanmaktadır.

Tarihsel hadiselere bir baktığımızda her yeni davetin, kayıtsızlık, varolan statükoyu koruma ve şiddet reaksiyonu ile karşılaştığını görüyoruz. Özellikle de çöküntüye uğramış toplumlarda. En çok da Rasullerin davetlerinde bu fonemen ile karşılaşılmaktadır. Genelde çökmüşlüğün zifiri karanlıklarında boğulan toplumlara gönderilen peygamberler, insanları akli akide temelli bir dine inanmalarına davet ediyorlardı. Bir anlamda onların fikri açıdan kalkınmaları noktasında fonksiyonlarını icra ediyorlardı. Ama hep de alaylanma, şiddet, eziyet ve ağır yaftalarla karşı karşıya bırakılmışlardır. Yüce Allah'ın şu sözünü bir düşünelim:

"Yazıklar olsun o kullara ki, ne zaman kendilerine bir peygamber gelse hemen onunla alay ediyorlardı." *

"Bunun gibi, bunlardan öncekilere de hiç bir peygamber gelmemişti ki, bir sihirbaz yahut bir deli demesinler." *

Şimdi de kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlayan kavim ve toplumları sıralayan şu ayetlere bir göz gezdirelim:

"Onlardan (Kureyş’ten) önce Nuh'un kavmi de yalanladı. Kulumuzu (Nuh’u) yalanladılar da: deli dediler ve onu tebliğden men ettiler. Nihayet o da Rabbine dua ederek; ben mağlubum bana yardım et, dedi." *

"Semud kavmi uyarıları tekzib etti. İçimizden bir insana mı uyacağız? O takdirde biz apaçık şaşkınlık ve delilik içinde oluruz. O kitap, aramızdan ona mı verildi? Hayır o, yalancı bir şımarıktır, dediler. Yarın bilecekler yalancı şımarık kimmiş!" *

Buradan hareketle diyoruz ki, ilk çıkışı ile toplumun etrafında öbeklenmesi, söz konusu siyasi hareketin başarılı olduğu anlamına gelmez. Aksine bu durum, söz konusu davetin bir gün söneceği ve biteceğinin göstergesidir. Niçin?

Çünkü toplumların, kendi hedeflerini, yaygın anlayışlarını ve düşüncelerini temsil edenin etrafında çevrelenmesi, onun genel niteliğindendir. Eğer çökmüş bir toplumda daha ilk günden bir siyasi hareket etrafında çevreleniliyorsa bu, o hareketin söz konusu toplumun formasyonlarını taşıyor olduğunu gösterir. O hareket, toplumun sahip olduğu düşünceleri, genel kanıları ve anlayışları taşıyordur. Yani bu, o hareketin yapılanmasının toplumun niteliğinden farksız olduğu anlamına gelir.

Çökmüş durumdaki bir toplumda siyasi hareketlerin misyonu eğer o toplumu kalkındırmak ise, söz konusu hareketlerin sahip olduğu düşüncelerin, toplumun genel şartlarına zıt, duygularının da toplumdaki egemen duygularla çelişir olması kadar doğal bir şey olamaz. Yani o, toplumun sahip olmadığı ve onunla o toplumu değiştirebilecek bir düşünceye sahiptir. Yoksa onun var oluşunun bir anlamı olmaz. Belki de -böylesi yapılanmaların- hiç olmaması daha iyidir. Çünkü belirli bir formasyon paralelinde insanları belirli bir düzeye getirmek isteyenin öncelikle kendisinin o düzeyde olması gerekir. Zira, belirli bir şeyi kaybetmiş olanın da bir başkasına hiç mi hiç sunamayacağı bir gerçektir. İşte ideolojiye bağımlı ideolojik daveti, statuko düzleminde yürüyen statükoya/vakıaya teslimiyeti davetten ayıran temel nitelik budur.

Vakıaya teslimiyetçi davetler; ümmetin yaşamış olduğu vakıanın/durumun bozukluğunu ve bir değişimin zorunluluğunu hisseden, fakat toplumun içinde bulunduğu problematiği, ne toplumun kalkındırılmak istendiği düşünce yapısı ne de bu çizgide belirlenen hedefe ulaşma noktasında izleyeceği metodojilik süreç üzerinde bir düşünce yorgusuna önceliği tanımadan, basit hissin/salt algının hemen aktivitasyon sürecine dönüştürüldüğü davetlerdir. Böylesi bir hareket elbette hiç analizi yapılmamış salt refleksli bir takım ama çoğu da hedefsiz/gayesiz çabalar serdedecektir.

Reel açıdan bakıldığında onun tüm çabalarının referansını, içinde yaşadığı bozuk/yozlaşmış yapının oluşturduğu kolayca görülecektir. Yani o, içinde yaşadığı vakıayı/statukoyu çözümün konusu olarak görme yerine -tüm bozukluğuna rağmen- çözümün refere edildiği kaynak olarak görmektedir. İşte böylesi bir durum, onun tüm aktivetisini yozlaşmış olan statuko ile beraber şekillendirmesi ve söz konusu toplumun temel dinamikleri ile özdeşim kurma gibi bir poradoksu sonuçlandıracaktır.

Son tahlilde böylesi davetler, o çökmüş olan topluma egemen genel kanıları, değer yargıları, duygu ve düşünceleri ifade eder olmaktan öteye geçmeyecektir. Toplumların, kendi geleneksel değerlerini, eğilimlerini dile getirene daha çok adapte olduğu gibi temel niteliği göz önünde bulundurulduğunda, insanların böylesi davetler etrafında ilk günden halkalanacaklarını söylemek kolay olacaktır. Böylesi davetler, aynı zamanda toplumun yaşadığı yozlaşmış yapının daha da çok kemikleşmesine/ kronikleşmesine yarayacak gerici davetlerdir. Özellikle de dejenere olmuş toplumun genel kabullerine ve düşüncelerine, fıkıh, ilim ve şer'i motifler giydirildiğinde, şer'i deliller ve fıkhi normlar ile bezendiğinde. İşte böylesi bir toplum, hedefleri ve genel kanılarını temsil eden söz konusu davetlerden ancak ve ancak ideolojik davetçilerin etkinliği ile kalkındırılabileceğinden soyutlanabilecektir.

İdeolojik davetler, o statukonun yozlaşmış yapısını hissetmiştir ve toplumdan tamamen farklı normlara sahiptir. O bu hissedilişten sonra proplematiğin ana unsuruna ulaşmak için, içinde bulunduğu konjektürü analize tabi tutacak ve onun kritiğini (derin araştırmasını) yapacaktır. Nitekim proplemi bilmeyenin çözüm üretmesi olanaksızdır. Toplum içinde bulunan genel savları, değer yargıları, duygu düşünce ve sistemleri ile yozlaşmış olan formasyanları karşısında doğru olanın bilinmesini sağlayacak; toplumun içindeki parazit, yanlış duygu ve düşüncelerin bilinmesinin yanında, ihtiyaç duyduğu duygu ve düşüncelerin doğru adresini gösterecektir. İnsanların işlerini idare eden sistemlerin gerçek içeriğini kavramasını sağlayacak düzeyde bir analize, derin bir araştırmaya yönelecektir. Daha sonra da proplemlerin doğru çözüm noktalarını araştırmak için ideolojisine -bizim için bu İslâm’dır- dönecektir. Söz konusu çözüm elbette toplumun kökten değişimini sağlayacak sistemler ve hayata bakış açılarının değişmesidir.

İdeolojik davet, toplumun değişimi için istediği çözüm arayışına koyulurken, insanların yaşadığı yozlaşmış vakıadan asla etkilenmez. Bu bağlamda üretilecek çözüm, bütünü ile toplumun soluklandığı düzeysiz vakıadan uzak olmalıdır. Ayrıca vakıaya teslimiyetçi hareket, içinde bulunduğu yozlaşmış yapının çemberini kıramaz, tüm çözüm ve önerilerini oraya dayandırır. İdeolojik hareket ise, -toplumun içinde bulunduğu durumu- iyiden iyiye anlayabilmesi ve ümmeti kalkındırmasına yönelik çizmiş olduğu stratejik aşamaya geçebilmesi için, kendisini kuşatan tüm atmosferi ve vakıayı aşacaktır. Bu analizden sonra, kalkınma ve ilerleme kulvarında beraber yol almaları için topluma dönecek ve elinden tutacaktır.

İşte ideolojik söylem, toplumdan tamamen farklı olan daveti ile toplum karşısına çıkmaya başlar. Artık eski olan ile ideolojik davetin taşıdığı yepyeni düşünce arasında; bir yandan topluma hükmeden sistemlerin siyasi formasyonları ile yeni daveti taşıyanların söz konusu çizgide ürettikleri alternatif çözümler arasında bir çatışma başlayacaktır. Belki bu durum ilk tahlilde ideolojik hareketin reel gerçeklerden uzak ve marjinal olduğu görüntüsünü verip, insanlarda kendi toplumları ile hiç bir ilişkisinin olmadığı gibi bir izlenim oluşturabilir. Ancak bu sonuç, gerçekte davetçilerin olmaları gereken çizgide oldukları müjdesini veren ve davetçiyi rahatlatması gereken bir durumdur. Çünkü onların karşılaştıkları, tarihi süreç içerisinde tüm davetçilerin çökmüş toplumların karşısında durduklarında karşılaştıkları, bir anlamda ortak kaderleridir.

Ancak ideolojik hareketlerin ilk aşamada yaşadıkları durum onları revizyona ve hayal kırıklığına uğratmaz. İdeolojik davete sahip davetçiler davetleri ile ortaya çıktıklarında, kendilerinde, kesinlikle kazanmış olarak çıkma zorunluluklarının olduğu fikri ve bir savaş içerisinde oldukları hissini taşırlar. O savaş meydanı işte geri kalmış ve çöküşün karanlıklarının girdabına kapılmış toplumdur. İnsanların gerçekleri görmelerinin önünde duran bu karanlıktır. Onun için toplum, Batılın çirkinliğini ve hakkın doğruluğunu algılayamaz. Bu karanlık içerisinde doğru ve yanlışı, uygun olanla olmayanı, -pozitif olanla negatif olanı-, doğru ve yalanı ayırabilecek yetileri yoktur. Ancak göz keskinliğine sahip olan, olayları tüm gerçekliği ile algılayabilen davetçiler, bu ortamda geçmiş, klişeleşmiş düşünce, değer yargıları ve sistem kalıntıları ile çekişmeye başlarlar. Geçmişe ait kronikleşmiş düşünce ile doğru düşüncenin, düzeyli kavramlar (yaşama ilişkin bakış açıları) ile düzeysiz kavramların çatışmasının ardından, o meydanı tamamen aydınlık atmosferine dönüştürecek ilk kıvılcım ve insanlar için artık, batılın açmazları (ayıpları) ile hak olanın doğruluğunun parıltıları tüm çıplaklığı ile ortaya çıkacaktır.

"İşte Allah hak ve batıla böyle misal verir. Köpüğe gelince o, atılır gider (batıl da böyledir). İnsanlara faydalı olan kısım ise yerde kalır." *

Böylece çatışma ve kıvılcımlar, davetçilerin taşıdığı, topluma sunduğu ideoloji noktasında genel bir duyarlılık oluşuncaya ve bu, kamuoyunun gündeminin merkezini oluşturuncaya, bir sonraki aşama olarak da toplumda pozitif/olumlu bir aktiviteye/eğilime dönüşünceye kadar bu süreç içerisinde devam edecektir. Artık ümmet/toplum ideolojik daveti benimseyecek ve onların kaygılarını, sorunlarını yüklenecek, onların çağrılarına kulak verecek, ardısıra yürüyecek ve onlara sahiplenecektir.

Allah Rasulü (sav)’in yaşadığı serüven de buydu. O, azıcık sahabe gurubu ile davetini açığa vurduğunda cahili Mekke toplumundan ağır bir şiddetle karşılaştı. Alaylanma, yalanlama, eziyet, ambargo ve tabiilerinin bazısının ölümüne varan tavırlarla. Müslümanlar, toplumun içinde sanki yabancı bir blok olarak kabullenildi. Fakat (sav)’ın taşıdığı düşüncenin güçlülüğü, ona inancının keskinliği ve o düşüncenin duyurulması pahasına tüm jakobenist tavırlara beraberindekilerle sabredişi, direnişi, tüm bunlar, İslâm noktasında genel bir gündemin oluşumunu sağlamıştır. Artık son tahlilde, atmosfer, Medine'de İslâm'ın pratik anlamda uygulanabileceği İslâm Devleti’nin kuruluşuna hazır hale getirilmiştir.

Ancak bir misyonu yüklenmiş insanlar, varolan yozlaşmış statüko ile paralel yürüme ve dolambaçlı yollara sapmayı tercih ederler, insanlara ve sapık, küfri düşüncelerin sahiplerine yağcılık ve yaltaklık yapmayı denerlerse; asla beklenen değişimi gerçekleştiremeyeceklerdir. Davetçilerin, davet atmosferine girdiklerinde ve topluma açılıma başladıklarında kendilerini vakıaya paralel eğilimlere, egemen sınıfa yardakçılığa ya da insanların beğenilerini kazanmaya çağıran, sıkıntı ve baskılar karşısında onları çizilmiş stratejileri üzerinde çizgilerinden edecek ya da davetin revizyonu anlamına gelebilecek araç ve metodları araştırmaları çağrısında bulunacak davetlerle karşılaşmaları sürpriz bir gelişme olmayacaktır. Şüphesiz Kur’an-ı Kerim Allah Rasulü (sav)’e şu şekilde hitap ederken bu gerçeğe dikkatleri çekiyordu:

"Az kalsın, sana vahyettiğimizden başkasını bize iftira edesin diye seni bile fitneye düşüreceklerdi ve o takdirde seni dost edineceklerdi. Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, sen onlara mutlaka az bir şey meylettin gittiydin. Ve o takdirde biz sana hayatın da ölümün de iki kat acısını tattırırdık. Sonra bize karşı kendine hiçbir yardımcı bulamazdın." *

İdeolojik davet sahibi davetçiler, karşılaşacakları bu tür imtihanlar karşısında tam bir uyanıklık üzere olmaları gerekmektedir. İslâm ve küfür arasında bütüncül bir çatışma/zıtlaşmanın ve sonuçta batılın zail/yok olup hakkın üstün olacağı değişmez kaidesinin sürekli var olduğunun bilincinde olmaları gerekir.

"(Mekke’ye girerken) şöyle de: Hak (İslâm) geldi, batıl (küfür) yok oldu. Gerçekten batıl daima zail/yok olmaya mahkumdur." *

Bu, küfrün ve ehlinin yenilgisini hazırlayacak bir çatışmadır.

"Hayır biz hakkı batılın tepesine fırlatırız da beynini parçalar. Bir de bakarsınız o anda mahvoluvermiş. Allah’a isnad ettiğiniz vasıflardan dolayı size yazıklar olsun." *

İslam ve küfür arasındaki ayrışım; hak ve batıl arasındaki, aydınlık ve karanlık, hidayet ve sapıklık, iyilik ve kötülük, cennet ve cehennem arasındaki ayrışımdır. Yollarının birleşmesi, birbirlerini tamamlamaları ve bir çizgide olmaları olanaksızdır.

İşte Allah Rasulü (sav), davetini dışa taşımaya başladığı ilk günden beri kendine güvenle insanlara sesleniyor, küfre ve kafirlere büyük bir cesaret ve yiğitlikle cephe alıyor, bütün çehresi ile açık ve net bir şekilde davetini seslendiriyor, ifadelerini ve kullandığı terminolejileri hiç kimsenin farklı çizgiye çekemeyeceği keskinlikle dile getiriyor, hiç bir kaygı, kompleks ve korkuyu da taşımıyordu. Bu arada Kur’an, kafirlerin üpotik dünyalarını yerici ifadeleri ile iniyordu. Onları, ilahlarını ayıplayarak yeriyor, düzeysiz yaşam standartlarını ayıplıyordu. Onların geleneklerini ve adetlerini alay konusu ediyordu. Örneğin putları konu edindiğinde şöyle seslendiğini görüyoruz:

"Muhakkak ki siz (ey Mekkeliler) ve Allah’ı bırakıp taptıklarınız (putlar) hep cehennem odunusunuz. Siz oraya gireceksiniz." *

"Söyleyin bana Lat ve Uzza’yı! Diğer üçüncüsü Menat’ı! Bunların ne kudreti var?! Erkek sizin de dişi O'nun öyle mi?! Öyleyse bu çok insafsızca bir taksim! O putlar sizin ve babalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar için hiç bir delil indirmemiştir. Kafirler ancak zanna ve nefislerinin arzusuna tabi oluyorlar. Halbuki Rablerinden kendilerine doğru yolu gösteren bir Rasul geldi." *

Körü körüne atalarını taklit etmelerini ve onlardan mirasyedi olarak aldıklarını kutsallaştırışlarını konu edinirken, Kur'an'ın şöyle seslendiğini görürsünüz:

"Onlara (müşriklere): Allah’ın indirdiğine tabi olun denildiği zaman; Hayır, biz atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona tabi oluruz, derler. Ya ataları bir şey anlamaz ve doğruyu seçemez idiyseler! (Yine uyacaklar mı?)" *

O -Mekke site devletinin- oligarşist idarecilerini yererken şöyle seslendiğini görürsünüz:

"Ebu Leheb’in elleri kurusun! Hem de kurudu (mahvoldu). Ne malı ne de kazancı fayda vermedi ona. O alevli bir ateşe girecek. Karısı da odun hammalı olacak. Boynunda liften bir ip beraberinde olacak." *

Velid b. Mugire’nin gizli ayıbını ortaya çıkartıyor ve onu korkunç bir azap ile uyarıyordu.

"Bir de çok da yemin edene, değersize, gıybetçiye, koğuculuk peşinde gezene, hayıra engel olana, mütecavize ve günahkâra, zorbaya, bunlarla beraber bir de soysuz olan yardakçıya... Mal sahibi olmuş oğulları var diye ilgi duyma. Ona ayetlerimiz okunduğunda: eskilerin masalları, dedi. Yakında onun burnuna nişan takacağız." *

Aralarındaki düzeysiz, çarpık ilişkileri konu edinirken, örneğin tartı meselesine değindiğini gözlemlemeniz mümkündür.

"Vay o eksik tartan hilecilerin haline! Ki başkalarından aldıklarında tam alırlar. Fakat başkalarına tarttıkları veya ölçtüklerinde eksik verirler. Acaba bunlar öldükten sonra dirileceklerini zannetmiyorlar mı?" *

Ne zaman kafirler, Allah Rasulü (sav)’i yumuşak tekliflerle -nitekim bir sene onların ilahlarına boyun eğmesi karşılığında kendilerinin de bir sene onun ilahına boyun eğeceklerini teklif etmişlerdir- diplomatize etmeye çalışmışlar, karşılarında hemen vahiy kesin tavrını ortaya koymuştu.

"De ki: Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduğunuz şeylere (putlara) tapmıyorum. Siz de benim ibadet ettiğime (Allah’a) ibadet edecek değilsiniz. Ne ben sizin taptıklarınıza taparım. Ne de siz benim mabuduma taparsınız. Sizin dininiz size, benim dinim banadır." *

İşte bu ayetler küfür ve İslâm'ın tüm normları ile arasını ayrıştırmaktaydı. Haktan sonra apaçık sapıklıktan başka bir şey yoktu. İşte Peygamber (sav)’e davetinden ödün vermesi karşısında önüne sürdükleri tekliflere karşın vahiy kesin sözünü/cevabını şöyle veriyordu:

"Allah’a and olsun ki, bu işi (daveti) terketmem karşılığında sağıma güneşi soluma da ayı koysalar, ben yine, Allah bu daveti üstün (hakim) kılıncaya ya da bu uğurda ölünceye kadar (bu davetten) vazgeçmem." *

Daha önceki Peygamberlerin metodu da buydu. Yüce Allah'ın (cc) şu sözüne bir bakıverin:

"Gerçekten sizin için İbrahim’de ve beraberindekilerde güzel örnekler vardır. Hani kavimlerine demişti ki: Biz sizlerden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan beriyiz. Siz bir olan Allah’a inanıncaya kadar sizi tanımıyoruz. Sizinle aramızda ebedî düşmanlık ve kin baş gösterdi." *

İşte doğru bir inancı benimsemiş mü'minlerin, doğruluğunda kesinkes emin oldukları ve yaşamlarını adadıkları kavramları (hayata bakış açıları) ve kanılarına karşıt olana yönelik ortaya koydukları net ve açık tavırları, bu ayette bütün çıplaklığı ile ortaya seriliyor. Efendimiz İbrahim (as) ve beraberindekiler; toplumların adet ve gelenekleri, hayattan anladıkları ve tüm inanışlarından tümü ile beri olduklarını ilan ediyor, haykırıyorlardı. Hak ve batıl arasında keskin bir savaş olarak vurguluyorlardı bunu. Ta ki batıl zail oluncaya, hak üstün gelinceye kadar!.

Şayet davetçiler, Allah’ın Kelimesinin en yüce olması ve şeriatının uygulanması için bu çizgiyi takip ederler, kendilerini Allah'a adar ve Rablerinin Yüce Kitabında kendileri için prototipini çizdiği metodun, çizginin dışına taşmazlarsa;

"De ki: İşte benim yolum budur. Basiretli olarak Allah’a davet ederim. Ben ve bana tabi olanlar (hep böyleyiz). Hem Allah’ı noksanlıklardan tenzih ederim. Ben müşriklerden değilim." *

Evet, şayet davetçiler tüm bu nitelikleri bünyelerinde barındırırlar ise; Allah'ın (cc) onları zafere taşıyacağı ve va'dini onlar ile gerçekleştireceğinden şüphe yoktur. Zira Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (dinine) yardım ederseniz, O da size yardım eder. Ayaklarınızı sabit tutar." *

 


 

Vakıaya teslimiyetçi ve ideolojik her iki davetin yapısını irdeledikten, ideolojik davetin taşıması gerektiği nitelikleri ve temel çizgileri belirledikten sonra, her iki tür yapılanmaların gerçekte neler getirip neler götürdüğünü değerlendirmek için İslâm ümmetinin şu son asırda yaşadığı süreci bir gözleme tabi tutalım istiyoruz.

Kuşkusuz Birinci Dünya Savaşı sonrası İslâm Hilâfeti’nin yıkılmasını takip eden süreçte İslâm ümmeti, korkunç bir çöküş ve yokoluş trajedisi yaşamıştır. İlgi alanları ve eğilimleri çok da farklı olmasına rağmen insanlar tümü ile bu süreci gözlemlemişlerdir. İslâm ümmeti bu sürecin kısmî bir bölümünde, fiili olarak askeri işgal atında bırakılmış, Müslümanların ülkelerinde Allah'ın indirdiklerinin dışında hükmeden sömürge otoritelerinin egemenliğini temsil eden, dinlerine ve şeriatlarına bağlılığın önünü alması amacı ile insanların etiksel/ahlaki anlamda yozlaşmasını sağlayacak; sömürge ülkelerinin yaşam biçimini ümmete dayatan, her alanda onun (sömürge ülkelerinin) hadaretini, kültür ve düşüncesini yaygınlaştırmaya ve ümmetin tüm yeraltı ve yerüstü zenginliklerini kendilerine transfer edici komprador tipi yöneticileri İslâm coğrafyalarına yerleştirmişlerdir.

Böylesi bir vakıanın getirdiği tepki ile bir takım davetçiler bozuk olan statüko/vakıa karşıtı bir takım tepkisel âni yapılanmalara yönelmişlerdir. Sözünü ettiğimiz davetçiler, ne somut bir kalkınma kavramını, ne de çabaladıkları bu kalkınma düşüncesinin temel dayanaklarını, ne de bu bağlamda izleyecekleri yol ve metodlarını yeterli bir analize tabi tutmamışlardı. Buna bağlı olarak da, önlerine basit ve küçük hedefler koyarak, vakıa değişikliğine paralel olarak her gün değişen çalışma modellerini izlediler. Bu çalışma çizgilerinde, büyük ölçüde bozuk olan vakıadan hareketle hedeflerini, davetlerini çerçevelendirdiler. Gerçekte onlar çalışma modelleri bağlamında vakıayı yansıtan, vakıaya ait hareketlerdir.

Bir örnek verecek olursak, söz konusu davetçilerin nasıl da İslâm'ı, şeriatını ve düşünce kuramını, Batı düşünce kuramı ile revize etme gayretlerinde bulunduklarını gözlemlemek mümkün. Zira onlar, söz konusu düşüncelerin vakıasını/gerçek içeriğini anlamak için analizini yapıp ardından olanaksızlığını/açmazlarını ve İslâm'la çelişir olduğunu ortaya koymak yerine, hemen onlara sahiplendiklerini, transferine çalıştıklarını ve de İslâm'la arasında bir özdeşim kurmaya uğraştıklarını görüyoruz.

İslâm sistemi ile tamamen zıt sistem türeten sosyalizm, bir takım çevrelerde hemen İslâm'dan oluverdi. Bu durum "İslâm sosyalizmi" başlığında kitapların yazılmasına kadar vardı. Ve sürekli olarak 'ilk sosyalizmi İslâm'ın getirdiği' vurgusu yapılmaya çalışıldı.

Dinin hayattan ayrılması akidesine/ilkesine dayanan ve egemenliği, yaşam için sistem ve yasaları belirleme yetkisini topluma veren demokrasi, birçoklarınca İslâm'dan olduğu şeklinde kabul görür oldu. İslâm yönetim sistemini demokrasi, Allah Rasulü (sav)’i ve hulefai raşidini en büyük demokratlar olarak nitelendirdiler. İslâm’da şura tanımının demokrasi ile aynı içeriği ifade ettiği savına kapıldılar, v.s.

Örneğin onlardan birinin ifadesine göre; "Biz, çağımızı ve gereksinimlerini bilmemiz gerekir. Demokrasi de bunlardan birisidir tabii ki. Kuşkusuz demokrasi, İslâm kültürü ve fıkhında (literatüründe) şura ile tanımlayabileceğimiz bir olgudur. Hikmet mü'minin yitiğidir. Onu bulursa, ona herkesten daha layıktır. Bu bağlamda biz Müslümanlar olarak demokrasiyi istiyor, bir ideal olarak görüyor ve İslâm'ın literatüründen bir parça olarak tanımladığını düşünüyoruz." *

Yine İslâmi sahada çalışma yapanlardan biri; "Biz bütün yönleri ve manası ile demokrasi ile beraberiz. Partilerin (çeşitli fraksiyonların) varlığına karşı çıkmıyoruz. Çünkü toplum, düşünceler ve bireyler üzerinde egemendir" * diyebiliyor.

Yine "dinin hayattan ayrılığı" akidesinden türemiş olan, insana hiç bir kayıt getirmeyen, bireysel yaşamında; istediği gibi tasarruf etme, dininden dönüp başka bir akideyi (dünya görüşünü) benimseme, her türlü sözcüğü kullanma yetkisi veren, iktisadi yaşamında; bütün kayıt ve sınırlardan uzak istediği gibi mal edinebilme yetkisini, tüm bu yukarıda saymış olduğumuz yetkileri içeren özgürlükler düşünce kuramı ideal model oluvermiştir. İslâmi sahada çalışan hareketlerden birisinin yazdığı ve "İslâm Devletinde Genel Hürriyetler" adlı kitap bu türden kitaplardan sadece bir tanesidir. Kitabında şer'i hükümleri, çağdaş demokratik devlet yapısına göre anolojik/benzerlik bir yaklaşımla yorumlamaya çalışıyor. Örneğin, "İslâm'ın genel hükümlerinin erkek ve kadın eşitliği vurgusunu yaptığı" düşüncesine dayanarak kadının da halife ve hakim olabileceğini ifade etmektedir. * Halbuki Allah Rasulünün (sav) kadının müslümanların emiri/yöneticisi olmasını yasaklayan hadisinin çok açık ortada olmasına rağmen;

"İşlerini (devlet yönetimini) kadınlara bırakan bir toplum asla felaha ulaşamaz." *

Benzer bir tutumu da İslâm’da "inanç hürriyeti" konusunda, İslâm'ın mürtedle ilgili ortaya koyduğu ölüm cezasını kabullenmeyerek göstermiştir. Peygamber (sav) döneminde mürtedin ölüm cezasının, dönemin siyasi koşullarının sonucu tâzir kapsamında uygulanan bir ceza olduğu iddiasını seslendirmektedir. * Halbuki Rasul (sav)’ın şu sözü çok açıktır:

"Kim dinini değiştirirse onu öldürün" *

Devede kulak kalan bu örnekler; vakıaya teslimiyetçi davetçilerin toplumda -ki bunların çoğunluğu Batı düşünce/kültür emperyalizminin kırıntılarıdır- var olan yaygın ama yanlış düşüncelerden ne derece etkilendiklerini tüm çıplaklığı ile gözler önüne seriyor.

Şeriata yaklaşımları ve anlayış biçimleri açısından ise bu noktada izledikleri metodolojik yaklaşımları vakıadan esinlenmekteydi.

İslâm'ın araştırma, uygulama ve proplemlerin çözümündeki metodu: çözümü istenen proplemin (menat el-hükm/hükmün konumu) tüm gerçekliği ile tespitini sağlayacak olan söz konusu vakıanın/ konumun iyiden iyiye derin bir analizle anlaşılması, daha sonraki aşama olarak da söz konusu vakıaya uygulanması için konum ile (menat el-hükm) ilgili şer'i nassların/metinlerin iyice anlaşılması olacaktır. Böylelikle proplem çözülecektir.

Fakat vakıaya teslimiyetçi hareketler, bu metodu izlemeyerek aksine bir konumun/vakıanın çözümünde yine vakıaya dayanmaktadırlar. Daha sonra da söz konusu vakıaya/konuma yamamak için şer'i nasslara dönerek araştırmalarını yapmaktadırlar. Bundan sonra şer'i nassların, -türetilen çözüme uyarlanması adına- boyunları bükülüp kırılsa da önemli değildir! İşte, özellikle de usulcülerin (İslâm hukuku metodolojisyenlerinin) aralarında ihtilafla söz ettikleri kaynakların üzerinde doğru olup olmadığına bakmadan yoğunlaşmaları, yasama kaynakları alanını genişletme arzularındandır. Hani bu alan önlerinde çok genişlikte tutulmalı ki sahip oldukları bir düşünceyi, -ama ne olursa olsun- türettikleri çözümü, ortaya koydukları tavırlarını ve tüm açmazlarını uyarlayabilsinler. Usulcülerin çoğunluğunun üzerinde konsensüsü sağladığı (ittifak ettiği) bilinen temel dört kaynağa; Kur’an, sünnet, Sahabenin İcmaı ve Kıyasa ilaveten yasama için delil/kaynak olabilirliği kesinlik/katiyyet kazanmamış olan istihsan, mesalih el-mürsele, önceki şeriatlar, örf, sahabenin görüşü, akıl ve benzerlerini, katiyyet kazanmış sabit kaynaklarmış gibi algılayıp istemleri noktasında kullanımına yönelmişlerdir.

Aynı şekilde vakıaya teslimiyetçilik onları yeni kaide ve dayanakları bulmaya ve bu zayıf, içtenliği olmayan kaidelere sımsıkı sarılmalarına iterken, beraberinde varolan bir takım kaidelere de (İslâm hukukunun temel prensipleri diyebileceğimiz bu kaidelere) ifade ettiği anlamların dışında yeni yeni anlamlar yüklemişlerdir. Örneğin, "zamanın ve mekanın değişimi ile ahkamın değişimi gözardı edilemez", "şeriat elastiki ve gelişime her an müsaittir" dediler. "Maslahat (pragmatizm) nerede ise Allah'ın hükmü de oradadır" şeklinde benzeri kaideleri hep dayanakları haline getirmişlerdir. Onlara göre maslahat olarak gördükleri her şey, böylesi bir kaide ile şeriattan addedilebilir oluyordu. "Zaruretler yasak olan bir takım şeyleri mübah kılar" gibi sadece yiyecek ile ve bir helak durumuna göre özel olan bir kaideyi genelleştirerek yiyeceklerin dışında hatta bütün davranışları kapsayan bir alana çekmişlerdir.

Böylelikle vakıaya uygun her çözüm onlara sanki şer'i bir hükümmüş gibi görünüm arzeder olmuştur. Bu noktadaki verilebilecek örnekler bir hayli çoktur. Ancak biz burada numune olarak bir kaçını serdedeceğiz. Örneğin, bir takım kişiler hükümette koalisyon oluşumunu mübah kılmak istediklerinde, önceki şeriatların konu ile ilgili referans addedilmesi şeklinde özetlenebilecek bir yaklaşımla, Allah'ın indirdiklerinin dışında -ki sistemler ile- hükmedilmesinin cevazlığına işaret eden delilleri içeren araştırmalar gündeme getirmişlerdir. Bu çerçevede Yusuf (as)’ın Allah'ın indirdiklerinin dışında hükmetmiş olduğu iddiasında bulundular. Bu bağlamda maslahatı referans alarak, Allah'ın indirdiklerinin dışında da olsa yönetimle koalisyon kurmanın Müslümanların maslahatlarına olduğunu ifade ettiler. Beraberinde Allah'ın indirmedikleri ile hükmetmeyi yasaklayıcı ve katiyyet ifade eden ayetleri bir tarafa bırakıp işlevsiz hale getirdiler.

Necaşi’nin Habeşistan’da yönetimde bulunuşunun Allah'ın indirmedikleri ile hükmetmenin cevazlığına delalet ettiğini vurguladılar. Halbuki Necaşi’nin İslâm oluşu ve ölümü arasında o kadar kısa müddet vardı ki, hatta Allah Rasulü (sav) öldüğü güne kadar onun Müslüman olduğunu dahi bilmiyordu. (Peygamber (sav) Necaşi’nin öldüğünü, öldüğü gün vahiy ile öğrenmişti.) *

Bunu unuttular ya da görmezlikten geldiler. Gerçekte mesele; İslâm hukukunun iniş biçimi olmayıp, uygulama biçimi ile ilgili olmasına rağmen (konu ile ilgisizliği vakıası açısından bu kadar açıkken) vahyin Allah Rasulü (sav)’e tedricen/peyderpey inişine dayanarak, İslâm hukukunun uygulanmasında da tedricen/peyderpeyliği caizleştirmişlerdir. Halbuki derin düşünüldüğünde şeriatın uygulanması kulun fiilleri ile ama vahyin inişinin ise Yüce Allah'ın fiili ile ilgili olduğu kolayca görülecektir. O halde kulun fiili Allah'ın fiiline nasıl kıyaslanabilir?!...

Böylece vakıayı düşüncelerinin kaynağı kılan davetçiler, insanların istemleri doğrultusunda yürür, onların düşüncelerini evetler ve tüm beklentilerinin ve umutlarının temsilciliğine/ sözcülüğüne soyunurken, öte yandan ümmetin gerçek sorununu kavramış, onların, çökmüşlüğünün somut yansıması olarak dışa vuran fikri gerileyiş koşullarından kalkınmışlık ve gelişmişlik düzeyine/ haline geçişini tüm arı ve duruluğu ile yegane doğru olan İslâm kültüründe gören ve bunu somut olarak insanlara sunmaya koyulmuş olan ideolojik davet taşıyıcıları da ivme kazanıyorlar.

Böylelikle ideolojik davet taşıyıcıları ve düşünceleri ile, tutarsız davranış kuramları ve bitik sistemler arasında başlayan, doğru düşünce (davranış kavramı) ve ideolojik aksiyonun tüm afakı saran zaferi ile noktalanacak olan çatışma süreci başlamış oluyordu.

Sözünü ettiğimiz çatışmanın start alması ile kalabalıklar artık vakıadan olan şahsiyetlerin etrafından sıyrılıp, yaka silkip ideolojik daveti seslendiren ve gün be gün tüm somutluğu ile doğruluğu gözler önüne çıkan davetçilerin düşüncelerini sahiplenmeye başlamışlardı bile. Artık (belirli bir paradigmanın (İslâm'ın) belirlediği davranışlar kuramını seslendiren) ideolojik davet taşıyıcıları müslümanların umudu haline gelirken; vakıaya teslimiyetçiliğe yeğleyenler, tüm bozukluğu ile statükonun (var olan paradigma/bakış açısının) belirlediği davranış kuramları, değer yargıları, kültürü ve sistemleri ile özdeş hale gelmiş ve gericilikle yaftalanır duruma düşmüşlerdir.

Bu dönemde ideolojik davet taşıyıcıları, müslümanların içinde yaşadığı toplumun gerçek niteliği, düşünceleri, taşıdığı duyguları, sistemleri ve bölgesindeki siyasi konumunu derinden bir analize tabi tutmuşlardır. İslâm düşüncesi objektifinde, belirli, somut, kendine özgü, Allah Rasulü (sav)’in davet modelinde ortaya çıkan davet metodu çıkarımının ardından, süratle ümmetin kalkınması ve -bir davranışlar kuramı olarak- İslâm'ın yeniden yaşama kazandırılması için fikri bir mücadele atmosferine atılmış ve ümmetin, İslâm'ı devlet, toplum ve hayat düzleminde bir sistem türeten bir paradigma/bir dünya görüşü şeklinde benimseyip onun dışındaki paradigmaların türettiği sistem, davranışlar kuramı ve ideolojileri tümü ile inkar etmesi; onlara, Allah'ın indirdikleri ile hükmetme prototipi ile noktalanacak İslâmi yaşamın yeniden iadesini sürekli canlı bir ideal olarak taşıyıp, bu uğurda performans göstereceği ve yolunda tüm fedakarlıklara katlanacağı temel sorunu olarak benimsemiş ve ümmetin bunu sahiplenmesi için toplumla iletişim sürecine atılmışlardır.

Ve bu iletişim gerçekleşti. Doğal olarak, başlangıçta her geri kalmış toplumun adet, gelenek ve yaşam biçimlerine karşı tavır aldığı gibi, söz konusu ideolojik davet taşıyıcıları da kamuoyunun tepkisi ile karşılaşmışlardır. Ancak bu tepkisellik, ideolojik davet taşıyıcıların düşünceleri, duyguları ve sistemleri ile yozlaşmış olan vakıadan uzak olduklarının ilk işaretlerini veriyordu. İşte bu, davetçileri, davetleri üzerinde ısrar etmeleri ve kanaatleri üzerinde sebat etmeleri gibi bir sonuca itmiştir. Çünkü onların misyonları ve fonksiyonları toplumu değiştirmekti. Yoksa toplumun onları değiştirmesi değil!..

İşte bu davetçiler, her türlü bozuk/fasid davranış kuramı, düşünce, kültür ve de İslâm dışı her türlü formasyon karşısında durmak üzere başlamışlardır işe. Onlar Allah Rasulü (sav)’in şu sözünü gerçek içeriği ile anlıyorlardı:

"Kim bizim işimizde (vahiyde) olmayan bir şeyi ortaya atarsa o, merduddur." *

Bir takım yazar çevreleri, içeriğinde sosyalizmi, demokrasiyi, milliyetçiliği, ulus devleti, vatancılığı ve hürriyetler düşüncesini İslâm'a izafe eden kitaplar yazarlarken, ideolojik davet taşıyıcıları sosyalizmin gerçek dışılığını, bozukluğunu, bir küfür sistemi olduğunu ortaya koyuyor, bu düşünceleri seslendirenler karşısında duruyor ve onların karizmalarını insanların gözlerinde etkisiz hale getiriyorlardı. Bir yandan demokrasinin kokuşmuşluğunu, onun bir pislik olduğunu, İslâm'la kesinlikle örtüşemeyeceğini bu noktada her iki düşünce arasında temelden farklılığın olduğunu vurgularken, yine milliyetçilik kuramının gerçek yüzünü, onun bir düzeysizlik, alçaklık ve kokuşmuşluk emaresi olduğunu açığa çıkarıyor, öte yandan vatani/ulus devlet anlayışının ve tutarsızlığını gözler önüne seriyor, iddia edilen -ama gerçekte hiç bir zaman bir ütopya olmaktan öteye geçememiş- özgürlükler düşüncesinin İslâm ahkamı ile çelişir olduğunu, İslâm'la uzaktan yakından ilişkisinin olmadığını, aksine Batı hadaretinin/davranışlar kuramının türettiği bir anlayış olduğunu insanlara sürekli vurgulamışlardır. İslâm ümmetini yönetmeye soyunan tüm beşeri/pozitif hukuk ve sistemlerinden berî/uzak olduklarını, Allah Rasulü (sav)’in şu sözüne bağlılıklarını bildirerek haykırmışlardır!

"Her bir kişinin ardından bu ilmi adil (çizgi üzere) olanlar sahiplenip o çizgiyi cahillerin yorumlarından, işlevsiz kılacak olanların tezlerinden, başı bozukların tahrifinden/ deformasyonundan koruyacaklardır." *

Şüphesiz bu ideoloji, İslâm davetçilerinin, insanlara taşıdıkları düşünce ve kültürlerinin saf ve somut bir şekil almasını sağlamıştır. İslâm davetini, sistemleri ve hükümlerini taşıyan söz konusu ideolojik davet sahiplerinin inançlarını, geçmiş İslâm tarihinden bu günümüze değin dışsal/anomal (kendine ait olmayan) her türlü kırıntılardan temizlemeleri doğal bir zorunluluktur. Yine şer'i hükümlerin çıkarımı için saf ve kendine özgün kaynaklarından Kur’an, sünnet ve bu ikisinin kesinlikle yasama olması noktasında -referans verdikleri- arayışta bulunmaları ve doğru bir istidlal ile şer'i bakış açısının belirlediği yasama kaynaklarına dayanmaları gerekmektedir. Bu bağlamda kapitalist toplum ilişki formasyonlarına, 20. asrın konjektür/vakıa dayatmasına ve modern çağla örtüşüp örtüşmediği kuruntusuna bakmaksızın "delilin daha kuvvetli olanına dayalı" hükümlere sığınmaları gerekmekteydi. "Delilin kuvvetliliği" ilkesini sadece ve sadece; bir içtihatla diğer içtihat, bir -şer'i- görüş ile diğeri arasında tercih yapma noktasındaki temel ölçü/veri olarak algılamaları da bir diğer zorunluluktu. Çünkü sorunların çözümü noktasında konjektür/vakıa asla kaynak değildir. (Bir davranışlar kuramı olarak İslâm’daki) ahkamın determine edilmesinde maslahat, ne de 20. asrın hadareti olan "Batı hadareti" asla veri/kaynak olamaz. İdeolojinin, bozuk bir konjektür/ vakıa, çökmüş bir toplum ve kapitalist ilişki normları ile formasyonları paralelinde şekillenmesi kesinlikle caiz değildir. Aksine, ideolojiye -İslâm'a- uyarlanması şeklinde değişmesi gereken, var olan kanjektür/statuko/vakıadır. İşte burada toplumun İslâmi bir topluma dönüşümü için gerekli olan değişim sorumluluğu davetçilerin üzerine düşmektedir. Bu bağlamda toplumun palazlanmış ilişki formasyonları ve buna egemen olan tutarsız davranışlar kuramına, çürük/fasid duyguları ve kötürüm sistemlerine karşıt bir davranışlar kuramı/düşünce çatışmasını ve buna medyatik araçların kullanımını da katarak karşı duruş şeklinde yapılmalıdır. İşte bu ancak ve ancak ideolojiye/paradigmaya, davranışlar kuramına, ahkama ve sorunlara yönelik çözümleri ile bunların dayanağı olan akidesine zerre kadar çizgiden sapmaksızın bağlılık ve kararlılık ile mümkündür. Bu bağlamda Allah Rasulü (sav)’in şu hadisini hatırlatalım:

"Dikkat edin! Kuşkusuz İslâm değirmeni bir çark -misali gibi-dir. Bu çark döndükçe siz de Kitapla birlikte dönün. Dikkat edin! Şüphesiz Kitap ile sultan (otorite, yönetim) ayrılacaktır. (Aman ha! Sakın) Kitaptan ayrılmayın." *

Söz konusu davetçiler, kendilerine İslâm’da yönetim sistemi sorulduğunda vermeleri gereken yanıt: Allah'ın indirdikleri ile hükmetmesi; ahirette Allah'ın önünde, dünyada da ümmetin işlerini idare noktasında yaptıklarından yine ümmet (yönetilenler) önünde sorumlu olacak olan -halktan aldığı- beyat yolu ile bütüncül bir yürütme selahiyetini kendisine veren ve bu yetkisi ile ümmetin işlerini idare ile göreve getiren HİLÂFET SİSTEMİ’dir, şeklinde olmalıdır. Onların yapacakları iş; "İslâm'ın ruhuna" en yakın olanı araştırmak adına (hem de İslâm'a apaçık bir iftira ve yalan isnad ederek) İslâmi kılıflar ve terminolojiler giydirerek çağdaş bir takım yönetim sistemlerine iştahlanıp da "İslâm'da yönetim sisteminin demokrasi, cumhuriyet, parlamenter v.s. sistemler olduğunu" ifade etmeleri değil, aksine Allah Rasulü (sav)’in, raşidi halifelerin uygulamalarında da olduğu gibi şer'i delillerin belirlediği ve muteber fıkıh kitaplarında da yer aldığı biçimde konu ile ilgili hükümleri bütün boyutları ile somut bir şekilde ortaya koymalarıdır. Yapmaları gereken budur.

İslâm'da iktisat sistemi ile ilgili sorulduğunda, yanıt olarak: ister bireyin muamelatı ister devletin sorumluluğu dahilinde olsun, iktisadi ve mali fıkıh kitaplarında yer aldığı şekli ile, konu ile ilgili tüm şer'i hükümlerin çerçevelediği tabloyu sunmaları olmalıdır. Elbette söz konusu hükümlerin, günümüz beşeri sistemlerle muvacehesini sağlayacak, konu ile ilgili metinlere ulaşımı daha kolaylaştıracak bir takım düzenlemelere ve ahkamın sistematize edilmesine gidilebilir. Ancak hür/liberal iktisat kuramı gündeme geldiğinde hemen "kuşkusuz İslâm iktisat sistemi hür/liberal iktisat kuramına en yakın olan bir sistemdir" ya da sosyalist düşünce davetleri revaç bulduğunda "elbette İslâm, ekonomi yasalarında sosyalizme yer veriyor" ya da "İslâm sosyalist ve hür, her iki iktisat kuramının özelliklerini bünyesinde toplamıştır" denmesi asla ve kat’a caiz değildir.

Kuşkusuz bu bağlamda ideoloji, sahiplerine, İslâm'ın diğer tüm sistemlerden beraatini ve örtüşmezliğini, ister üzerine kurulduğu temeli, ister türediği kaynağı açısından isterse de -bir davranışlar kuramı olarak- devlete, topluma ve hayata sistem şeklinde yansıyan içeriği noktasında İslâm'ın kendisi dışında (anomal/aykırı) varolan tüm sistemler, düşünce ekolleri ve ideolojilerden ayrıştığını, farklılığını/ özgünlüğünü verileri ile ortaya koymalarını yüklemektedir.

Temel dayanakları açısından bakıldığında; kapitalist sistemin temelini "dini devletten ayırma ilkesi olan laiklik" akidesi oluştururken, sosyalizm sistemin temelini "ilah yok yaşam maddedir" akidesi oluşturmaktadır. Halbuki İslâm sisteminin temelini ise "lailahe illallah Muhammedurrasulullah/İslâm akidesi" oluşturmaktadır. Türediği kaynak açısından da İslâm sisteminin kaynağı, Allah'ın (cc) elçisi Muhammed (sav)’e indirdiği vahiydir.

"Sonra seni (dinden) bir yol/şeriat üzere memur kıldık. Onun için sen o şeriata uy! O, bilmeyenlerin hevalarına uyma!" *

Öte yandan beşeri sistemlerin kaynağı ise bir takım dahiler ama en nihayetinde insan aklı ve hevasıdır.

İçerik açısından bakıldığında fıkıh kitapları, İslâm toplumunun geçmişi ve İslâm Devletinin, İslâm'ın, hiçbir hadaretle ve de hukuk sistemlerinden herhangi birisi ile ilişiğinin olmadığına, bilakis kendine özgü bir yasama biçimi olduğuna ait canlı/çarpıcı kanıtlardır. Kuşkusuz o, hadaret tarihinin bir benzerini daha tanımadığı, keyfiyette kendi dışındakilerden tamamen uzaktır.

Bütün bunlardan sonra davetçilerin, İslâmi olan her düşünceyi, her çözüm önerilerini ve hükmü içtenlikle, kuvvetle almaları, sahiplenmeleri gerekmektedir. Hem onlar "cihad" öğretisini sunarken -bir kompleks yaparak- kendilerini ondan soyutlama durumunda değildirler. "Çok evlilik" konusunda olsun, "talak/boşanma" ya da "hırsızın elinin kesilmesi" v.b. konular karşısında kendilerini soyutlama zorunlulukları da yoktur. Aksine insanlık tarihinin tanık olduğu en yüce/görkemli sistemi taşıyor olmalarından ötürü onurlanmaları gerekir. İşte o, alemlere bir rahmet olarak; onları doğru çizgiye çekmek üzere Allah'ın insanlara gönderdiği, en mükemmel sistemdir kuşkusuz.

Dolayısı ile davetçilerin, konjektüre/vakıaya uyan hükümleri, zayıf bir içtihada veya zayıf delillere dayanıyor olsa da almaları ve böyle bir arayış içerisinde olmaları caiz değildir. Batı hadaretinin yaşam modelinin egemen olduğu şu "çağın ruhuna" uysun diye şer'i hükümleri ve nassları -zoraki- yorumlamaları asla caiz değildir. Egemen gücün/yöneticilerin hoşnutsuzluğundan ve şerrinden korkarak veya bir beklentiden dolayı İslâm ahkamının hiçbirinden ne ödün vermeleri ne de gizlemeleri caiz değildir. Bilakis davet, sabit bir tavrı ve hak sözü gerektirir. Böylece davetçiler Rablerinin izni ile dünya ve ahiret şerefini kazanırlar.

İdeolojik davet sahiplerinin bu metod ve söz konusu tavırlar üzerinde sebat etmeleri; her türlü işkence, hapis, ölüm ve zulmün envai versiyonları ile karşılaşmalarına, rızıklarının kesintiye uğramasına ve bazen karşılarında toplumun donuklaşmasının zeminini oluşturacak olan; insanların gözlerinde, çehrelerinin yanlış tanıtılması noktasında medyatik kampanya ile karşılaşmalarını doğurmuş olabilir. Bu, davetçiler ve onların etrafında halkalanan, onları destekleyenler karşısında, endişelerini giderme adına uygulanan bir nevi medyatik ve maddi yaptırımdır.

Ancak bütün bunlar, en yüce değerleri/akideyi benimsemiş, içine sindirmiş, yer ve gökyüzü genişliğinde -emsalsiz- cennetin hülyalarında olanları, hayatlarını adadıkları ve tüm sıkıntılara onun için katlandıkları davetlerinden asla alıkoymamıştır. Çünkü onlar meseleyi; yaşam ve ölüm meselesi olarak algılıyor, ona ölüm kalım meselesi olarak sımsıkı sarılıyorlardı. Hem onlar Allah'ın şu sözünü sürekli hatırlarında tutuyorlardı:

"Yoksa siz, sizden öncekilerin başına gelenler sizin de başınıza gelmedikçe cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı gelip çattı ki, öyle sarsıldılar ki, peygamber ve beraberindeki iman edenler: Allah’ın yardımı ne zaman gelecek, diyorlardı. Dikkat edin! Allah’ın yardımı yakındır." *

Bu durum; Allah Rasulü (sav), ashabı ve onları destekleyen, himaye edenler için de geçerliydi. Nitekim Kureyş, Hişam ailesine ambargo koymuştu. Çünkü onlar Allah Rasulü (sav)’i müdafaa etmişlerdi. Kureyş, hak olan davete yardım eden, koltuk çıkan ve İslâm sözcüğüne ilgi gösteren herkese savaş açmıştı. Toplum, Allah Rasulü karşısında donuklaştırıldı. İnsanlar işlerin nereye varacağı noktasında bir beklenti içerisindeyken, Allah Rasulü (sav) davetinde yine sebat/kararlılık ile birlikte davetinin açılımı için bir başka ortam arayışına koyulmuştu. Ve -tam bu sırada- Yüce Allah, O'na Medine ehlinin iman etmesi ile ikram etmişti. İşte böylece o saygın Peygambere Yüce Allah'ın zafer vaadi gerçekleşmiş oldu.

İşte günümüz ideolojik daveti taşıyan davetçiler! Davetlerinde sabrettiklerinde başarının kapılarının yeniden açıldığını gözlemledik onlarda. Ümmetin, davetine ve ideolojisine bağımlı duyarlı ve muhlis evlatlarını bağrına basması ne de çabuk gerçekleşti. İşte onlar değişim noktasında insanların umudu oldular. İşte herkesin dillerinde konuşulan HİLÂFET! Ve işte kafirlerin kelimesinin alçalıp, Hakkın Kelimesinin yüceler yücesi zirvede olacağı; kendine özgünlüğü ve safiyeti ile İslâm'ın insanların yaşamlarına egemen olacağı bu dönemin, yeni bir doğuşun müjdecisi olan afakı sarmış zaferi ile ve işte o zaman yüce Allah'ın izni ile hem geri kalmışlık ve karanlıklar olmayacak, hem de ümmetin muhlis, duyarlı evlatlarının dışında yükselen bir ses de olmayacak.

Kuşkusuz İslâmi yaşamın/hayatın yeniden iadesi için ideolojinin belirlediği çizgi üzerinde, davet yolunda daha çok performans ortaya koymak; doğal olarak İslâm hadaretini yeniden hayata döndürecek, ümmete saygınlığını ve şerefini, topluma kimliğini kazandıracak; ümmete, yeniden yeryüzünün gözdesi olma olanağını sağlayacak olan yeni ve doğru bir kalkınmanın müjdeleyicisi olacaktır.

Ey insanlar içinden seçilmiş en hayırlı ümmet! Bu, sizin için bir çağrıdır ve ey kendilerine Yüce Allah'ın şöyle seslendiği kimseler!

"Ey iman edenler! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığında Allah ve Peygamberine icabet edin. Ve Bilin ki, Allah kişi ile kalbi arasına girer ve sizler toplanıp muhakkak O’na döndürüleceksiniz." *