DEMOKRASİ KÜFÜR NİZAMIDIR

     
DEMOKRASİ KÜFÜR NİZAMIDIR Adobe Acrobat Belgesi olarak yükle ... Html Belgesi olarak yükle ... Yazdır ...

Abdulkadim ZELLUM

ONU ALMAK, TATBİK ETMEK VE ONA DAVET ETMEK HARAMDIR

"Ey iman edenler ! Allah'a itaat edin. Resule ve sizden olan emir (yönetim) sahiplerine de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah'a ve Resul'e götürün. Allah'a ve Ahiret'e iman ediyorsanız, bu hem hayırlı hem de netice bakımından daha iyidir. • Sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Zira tağutla (Allah'ın şeriatı dışındaki hükümlerle) muhakeme olmak istiyorlar. Halbuki onu inkâr etmeleriyle emr olunmuşlardı. şeytan ise onları büsbütün saptırmak istiyor. • Onlara; Allah'ın indirdiğine ve Resul'e (yani İslâm şeriatı'na) gelin, denildiği zaman münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün. • (Nisa : 59,60,61)

•Kâfir Batının müslüman beldelerine götürüp pazarladığı demokrasi bir küfür sistemidir ki onun uzaktan veya yakından İslâm'la bir alâkası yoktur. Aynı anda İslâm ahkâmıyla küllî ve kısmî hususlarında tamamen çelişir. Yine demokrasi, kendisinin geldiği kaynak, kendisinden fışkırdığı akide, üzerine konduğu esas, getirdiği fikirler ve nizamlar bakımından da İslâm ahkâmı ile çelişir.

Bu nedenle demokrasiyi almak veya uygulamak veya ona çağırmak, müslümanlara kesinlikle haramdır.

Demokrasi, idarecilerin zulmünden ve din adıyla insanlara tahakkümlerinden kurtulmak için insanlar tarafından ortaya çıkartılmış bir yönetim düzenidir. Böylece bu düzenin kaynağı beşerdir. Vahy ile veya dinle hiç alâkası yoktur.

Demokratik düzenin ortaya çıkmasının esas nedeni şudur : Avrupa’daki idareciler, kendilerinin yeryüzünde Allah'ın birer vekilleri olduklarını iddia ediyorlardı. Buna göre idareci, insanları Allah'ın otoritesiyle idare eder durumdaydı. Zira idareciyi yasama otoritesine, yürütme otoritesine yani kendisinin çıkarttığı kanunla insanları idare etme otoritesine sahip kılanın Allah olduğunu iddia ediyorlardı. Çünkü, otoritesini insanlara değil Allah'a dayandırıyordu. Böylece idareciler insanlara zulüm ve tahakküm ediyorlardı. Ortaya attıkları bu iddialar adıyla aynen efendinin kölesine tahakkümü gibi insanlara tahakküm ediyorlardı.

Daha sonra, idareciler ile halklar arasında çatışma meydana geldi. Filozoflar ve düşünürler, idare konusunu incelemeye koyuldular. Ve insanların yönetimi için bir düzen ortaya attılar. Bu ise, demokratik düzendir. Bu düzende, halk otoritelerin kaynağıdır. İdareci, gücü ve otoritesini halktan elde eder ve egemenlik halka ait olur. İradesine sahip olan halktır. İradesini istediği şekilde bizatihi kullanır ve yürütür. Hiç bir kimse için halk üzerine bir sulta (otorite) yoktur. Halk kendi kendisinin efendisidir. Kendisiyle idare edilen ve gereğince yürünülen yasayı çıkartan odur. Yine o (halk), kendisinin çıkarttığı yasayla kendisini kendisine gıyaben (onun vekili olarak) yönetecek idareciyi tayin edendir.

İşte bunun için, demokratik düzenin kaynağı tamamen beşerîdir. Bir vahiy ile veya bir dinle hiç alâkası yoktur.

Demokrasi, batılı bir kelime olduğu gibi batılı bir ıstılahtır (terimdir) ki ona şu mana verilmiştir : "Halkın yönetimi, halkın yasasıyla halka aittir." Böylece halk, mutlak şekilde efendidir, egemenliğe sahiptir, kendi emrinin (idaresinin) yuları kendi elindedir, iradesini kullanır ve onu bizzat kendisi yürütür. Kendi otoritesi dışında başka bir otorite önünde sorumlu değildir. Halk, egemenliğe sahip olması itibariyle seçtiği vekilleri vasıtasıyla düzen ve kanunları ortaya çıkartır ve otoritelerin kaynağı olması itibariyle de kendisinden otoritelerini elde eden ve kendi tarafından tayin edilen idareciler ve hakimler vasıtasıyla bu düzen ve kanunları uygular. Devleti meydana getirme, idarecileri tayin etme, düzen ve kanunları ortaya çıkartma hususlarında her fert diğer fertlerin sahip oldukları haklara sahiptir. İşte, demokrasinin manası budur.

Demokraside asıl olan yani, halkın kendi kendisini yönetmesi hususunda asıl olan; halkın tümünün bir genel yerde toplanıp, kendisini yönetecek düzen ve kanunları çıkarması, işlerini yürütmesi ve bakılacak meseleye bakmasıdır.

Halkın tümünün, yasama heyeti olması için tek bir yerde toplanması adeta mümkün olmadığı için kendi yerine yasama heyeti olacak vekiller seçer. İşte bunlar parlamentoyu oluştururlar. Demokratik düzende parlamento, genel iradeyi temsil eder. O, toplulukların genel iradesi için siyasî temsili gösterir. Hükümeti ve devlet başkanını da seçer ki, bu idareciler genel iradeyi yürürlüğe koyacak birer vekiller ve hakimler olsunlar. Bu parlamento, otoritesini kendisini seçen halktan elde eder ki halkın çıkarttığı düzen ve kanunlarla halkı idare etsin. İşte bu şekilde bu düzende halk, kendisinin efendisi olur. Kanunları çıkartır, bu kanunları yürürlüğe koyacak idarecileri seçer.

Halkın kendi kendisinin efendisi olabilmesi, egemenliğini kullanabilmesi, herhangi bir baskı bulunmadan ve herhangi bir zorlama olmadan, hayatının nizamını ve kanunlarını koyma ve idarecilerini seçme hususlarında kendi zatıyla tam şekilde iradesini kullanabilmesi için genel hürriyetler esastır ki onları halkın her ferdine bol bol vermeyi, demokrasi gerekli kıldı. Ta ki halk herhangi bir baskı veya zorlama olmadan ve tam hürriyetle egemenliğini gerçekleştirmeye ve onu kendi zatıyla kullanmaya imkân elde edebilsin.

Bu genel hürriyetler şu dört hürriyette temsil edildi :

1- İnanç Hürriyeti,

2- Fikir Hürriyeti,

3- Mülk Edinme Hürriyeti,

4- şahsî Hürriyet.

•Demokrasi, dini hayattan ayırma akidesinden (inancından) fışkırdı. Bu akide üzerine kapitalizm ideolojisi kuruldu. Bu akide, gerçekte bir orta çözüm akidesidir. Zira bu akide; Avrupa ve Rusya'daki krallar ve çarlar ile Filozoflar ve düşünürler arasında meydana çıkan çatışmanın neticesi idi. Krallar ve çarlar, halkı sömürmek, zulmetmek ve kanlarını emmek için dini bir vesile olarak kullanıyorlardı. Bunu gerçekleştirmek için, yeryüzünde kendilerinin Allah'ın vekilleri olduklarını iddia ediyorlardı. Din adamlarını bu hususta boyun eğmiş binek olarak kullanıyorlardı. Böylece bu idareciler ile halkları arasında korkunç çatışma çıktı. Bu esnada, Filozoflar ve düşünürlerin bir kısmı dini tamamen inkâr etti. Bir kısmı da, dini tanıdı fakat, dini hayattan ayırmaya ve daha sonra devletten ve idareden ayırmaya davet etti.

Böylece bu çatışma, "orta çözüm" ile yani "dini hayattan ayırma" düşüncesiyle sonuçlandı. Ve tabii olarak bundan, "dini devletten ayırma" düşüncesi de doğdu. Bu düşünce, kapitalist sistemin üzerine kurulduğu akide (inanç) ve aynı anda üzerine bütün fikirlerini tesis ettiği fikrî kaide oldu. Kapitalizm sistemine ait fikrî yön ve hayata bakış açısı, işte bu esasa göre tayin edildi. Bu esasa göre hayattaki bütün problemleri çözmeye gidildi. Böylece bu görüş, Batının taşıdığı ve dünyayı kendisine davet ettiği fikrî liderlik oldu.

Bu akide, dini ve kiliseyi hayattan ve devletten, daha sonra da nizam ve kanunları çıkartma işinden, idarecilerin tayini ve onlara otorite verme işinden uzaklaştırınca; halkın kendi zatıyla kendi nizamını seçmesi, nizam ve kanunlarını koyması, bu nizam ve kanunlarla kendisini idare edecek ve otoritesini halk topluluklarına ait genel iradeden elde edecek idarecilerini tayin etmesi kaçınılmaz oldu.

Buradan demokratik düzen meydana geldi. Böylece "dini hayattan ayırma" düşüncesi, onun akidesi oldu ki kendisi ondan fışkırdı. Aynı anda bu akide, üzerine bütün demokratik fikirlerini tesis ettiği fikrî kaide oldu.

Demokrasi şu iki fikir üzerine kuruludur:

A- Egemenlik (hakimiyet) halkındır,

B- Otoritenin kaynağı halktır.

Bu iki düşünceyi filozof ve düşünürler Avrupa’da kral ve imparatorlarla yaptıkları çatışma esnasında ortaya attılar. O zamanlar Avrupa’da "ilâhî hak" düşüncesi hakimdi. Krallar bu düşünceye göre kendilerini halk üzerinde bir ilâhî hakka sahip sayıyorlardı. Yasa çıkartma, hükmetme, yargılama işlerinin yalnız kendilerine ait olduğunu sayıyorlardı. Yalnız kendilerini devlet, halkı da kendilerinin tebaası sayıyorlardı. Halkın yasamada, otoritede, yürütmede ve hiç bir şeyde hakkının olmadığına itibar ediyorlardı. Böylece onlara göre halk herhangi bir görüş hakkı, iradesi olmayan ve kendisine ancak itaat ve uygulamanın düştüğü bir köle mertebesindeydi. İşte filozoflar ve düşünürler bu "ilâhî hak" düşüncesini ortadan kaldırmak için krallar ve imparatorlar ile yaptıkları çatışma esnasında bu iki fikri ortaya atmış oldular.

İşte böylece o iki düşünce, krallara ve imparatorlara ait "ilâhî hak" düşüncesini tamamen kaldırmak, yasama hakkı ve otoriteyi halka ait kılmak için ortaya atıldı. şöyle ki; halk bir efendiye ait köle değil kendisi efendidir. O, kendisinin efendisidir. Onun üzerinde hiç bir kimsenin egemenliği yoktur. Böylece onun kendi iradesine malik olması gerekir. Kendi iradesini yürütmelidir. Böyle olmazsa o, köle olurdu. Çünkü, kölelik başkasının iradesiyle yürümek demektir. Böylece o, kendi iradesiyle bizzat yürümezse köle olarak kalır. Öyleyse halkı kölelikten kurtarmak için onun iradesini yürütme hakkının kendisine ait olması kaçınılmazdı. Böylece, halk istediği yasa ve kanunu çıkartma, istemediği yasayı da iptal etme ve kaldırma hakkına sahip olur. Zira halk mutlak hakimiyete sahiptir ki, koyduğu kanunları uygulama hakkı ona aittir. Böylece istediği idareciyi seçer, istediği kanunu uygulamak için istediği yargıcı da seçer. Başka ifadeyle halk bütün otoritelerin kaynağıdır ve idareciler kendi otoritelerini ondan elde ederler. Böylece imparatorlar ve krallara karşı devrimlerin başarısı ve ilâhî hak düşüncesinin yok olmasıyla beraber "hakimiyet (egemenlik) halkındır" ve "halk otoritelerin kaynağıdır" düşünceleri yürürlüğe konuldu. Bu iki düşünce, demokratik düzenin üzerine kurulduğu temeli oldular. Böylece halk, hakimiyet sahibi olması bakımından teşrî edici (kanun koyucu) ve otoritelerin kaynağı olması bakımından da uygulayıcı oldu.

Demokrasi, çoğunluğun hükmüdür (yönetimidir). Zira teşrî (yasama) komisyonlarının üyeleri halkın seçmen oylarının çoğunluğu ile seçilir. Yine parlamentolarda nizam ve kanunları çıkartma, hükümetlere güven oyu verme ve onlardan güveni çekme işleri, çoğunluğa dayanır. Parlamentolarda, Bakanlar Kurulu'nda diğer meclis, kuruluş ve komisyonlarda kararlar hep çoğunlukla alınır. Halk tarafından direk veya meclisin üyeleri vasıtasıyla idarecileri seçmek halkın seçmenlerinin çoğunluğu ile gerçekleşir.

Bu nedenle, çoğunluk demokratik düzende bariz görünüştür. Çoğunluğun görüşü, demokratik düzenin bakış açısına göre halkın görüşünü açıklayan hakiki ölçüdür.

İşte bu; demokrasi, onun kaynağı, ortaya çıkış keyfiyeti, onun kendisinden fışkırdığı akide ve üzerine kurulduğu esaslar ve halkın onu uygulama imkânlarını meydana getiren hususlar hakkında kısa öz bir açıklama idi...

Bu öz ve kısa açıklamada aşağıdaki hususlar açıkça görülür :

1-Demokrasi, Allah tarafından gelmeyip insanların akıllarından çıkmıştır. Vahye dayanmıyor. Allah'ın, Resullerine indirdiği herhangi bir dinle de herhangi bir ilgisi yoktur.

2-Dini hayattan ayırma ve buna bağlı olarak da dini devletten ayırma akidesinden (inancından) fışkırmıştır.

3-Aşağıdaki şu iki esas fikir üzerine kuruludur :

a–) Hakimiyet halkındır.

b-) Otoritelerin kaynağı halktır.

4-Çoğunluğun hükmüdür (yönetimidir). İdareciler ve parlamento üyeleri seçmenlerin oylarının çoğunluğuyla seçilirler. O yönetimde bütün karar, oyların çoğunluğu ile çıkartılır.

5- Aşağıdaki şu hürriyetlere çağırır durur :

a-) İnanç hürriyeti.

b-) Görüş (fikir) hürriyeti.

c-) Mülk edinme hürriyeti.

d-) şahsî hürriyet.

Demokrasi, bu dört hürriyetin halkın her ferdine temin edilmesini gerektiriyor ki her fert hakimiyetini (egemenliğini) kullanabilsin ve kendi zatıyla yürütebilsin. İdarecileri ve parlamento üyelerini seçme işine herhangi bir baskı veya zorlama bulunmadan tam hürriyetle katılabilsin.

1 No'lu bende bakıldığında demokrasinin küfür sistemlerinden olduğu, İslâm'dan olmadığı ve İslâm'la herhangi bir ilgisinin bulunmadığı açığa çıkar.

Onun İslâm'la çelişmesini ve onu alma hakkında şeriatın hükmünü belirtmeden önce, demokrasinin en kıdemli demokratik devletlerde bile uygulanmadığını, yalan ve saptırma üsluplarına dayalı olduğunu belirtmek istiyoruz. Yine onun bozukluğu, kötü kokusu, çürüklüğü, dünyaya getirdiği musibetler, tehlikeler ve içinde uygulanmış toplumların fesadı ve bozukluğunun derecesini de izah etmek istiyoruz.

Demokrasi, gerçek manasıyla uygulanma kabiliyeti olmayan hayalî bir düşüncedir. Kesinlikle meydanda bulunmadı ve hiç bulunmayacaktır. Zira, umumî işlere bakmak için halkın tamamının devamlı olarak bir yerde toplanması imkânsızdır. Yine idarenin ve yönetimin; halk tarafından deruhte edilmesi de yürütülmesi de imkânsızdır. Bundan dolayı demokrasiye hile yapıp onu tevil ettiler. Böylece onun için devlet başkanı, hükümet ve parlamento meclisi diye isimlendirdikleri şeyleri meydana getirdiler.

Buna rağmen, bu tevilden sonra da onun manası vakıaya uymaz ve vakıada hiç var olamaz. Zira, devlet başkanı, hükümet ve parlamento üyelerinin halkın oylarının çoğunluğuyla seçiliyor olmaları, parlamentonun halk topluluklarının genel iradeleri için siyasî vücudu temsil eden olması ve onun halkın çoğunluğunu temsil etmesi, vakıadan ve gerçekten çok uzak olan şeylerdir. şöyle ki; parlamento üyeleri halkın çoğunluğu tarafından değil halkın azınlığı tarafından birer vekiller olarak seçilirler. Zira, parlamentodaki bir koltuk için bir kişi değil bir kaç kişi adaylığını gösterir. Böylece, bir bölgede seçmenlerin oyları, adaylara dağılır. O bölgede seçmenlerin oylarının çoğunu elde eden kişi aslında seçmenlerin oylarının çoğunluğunu değil de sadece diğerlerden daha fazla oy almış olur. Buna göre; kazanan milletvekilleri halkın oylarının çoğunluğunu değil azlığını elde etmiş olurlar. Böylece, bu azınlığın vekilleri ve temsilcileri olurlar. Halkın çoğunluğunun vekilleri ve temsilcileri olmazlar.

Devlet başkanıyla ilgili durum da aynıdır. İster halk tarafından direk olarak seçilsin, isterse parlamento üyeleri tarafından seçilsin halkın oylarının çoğunluğuyla seçilmez, ancak oylarının azınlığı ile seçilir. Aynen parlamento üyeleri ile ilgili durumda olduğu gibi.

Buna ilâveten, Amerika ve İngiltere gibi en kıdemli demokratik devletlerdeki parlamento üyeleri ve devlet başkanları, iş adamları ve büyük emlâk sahipleri gibi sermaye sahiplerinin iradesini temsil ediyorlar. Halkın iradesini veya çoğunluğunun iradesini temsil etmiyorlar. şöyle ki; büyük sermaye sahipleri, kendi çıkarların gerçekleştirecek kişileri iktidara ve parlamentoya ulaştırırlar. Zira, devlet başkanlığı ve parlamento için yapılan seçimlerin masraflarını ödeyenler onlardır. Böylelikle devlet başkanları ve parlamento üyeleri üzerine hakimiyet ve nüfuz sağlarlar. İşte bu durum, Amerika'da bilinen bir olaydır.

İngiltere ise, genellikle muhafazakârlar idarecilerdir. Muhafazakârlar partisi, büyük iş adamları, büyük emlâk sahipleri gibi büyük sermaye sahiplerini aristokrat lortlar tabakasını temsil ediyor. Muhafazakârların yönetimden uzaklaşmasını gerektirecek bir siyasî durum olmadıkça işçi partisi hiç iktidara gelmez. Böylece Amerika ve İngiltere'deki idareciler ve parlamento üyeleri ancak sermaye sahiplerini temsil ederler. Halkın iradesini veya çoğunluğunun iradesini temsil etmezler.

Bundan dolayı, "demokratik memleketlerde parlamentolar çoğunluğun görüşünü temsil ederler" sözü yalan ve saptırmadır. Yine "idareciler halkın çoğunluğu tarafından seçilirler ve otoritelerini halktan elde ederler" sözü de aynı şekilde yalan ve saptırmadır.

O parlamentolarda çıkartılan kanunlar ve o devletlerin aldıkları kararlar; halkın çıkarları ve sözde çoğunluğun çıkarlarından ziyade sermaye sahiplerinin çıkarları doğrultusunda olur.

Yine "idareci, halkın genel iradesini temsil eden parlamento önünde sorumludur ve büyük kararları ancak parlamento üyelerinin çoğunun onayından sonra alınabilir" sözü de gerçeğe ve vakıaya uymaz. Nitekim, 1956'da İngiltere'de Başbakan Eden, Mısır'a karşı Süveyş savaşını, parlamentoya hatta iki ya da üç bakan dışında hükümete ortak olan bakanlara dahi haber vermeden ilân etmişti. Yine Amerika'da, Süveyş savaşı esnasında Kongre, Dallas'tan (ABD dışişleri bakanı) Mısır'daki Sedd'rl-Àlî (Asvan Barajı) dosyasını ve onun finansmanından geri çekilmeye iten sebepleri göstermesini istemişti. Fakat; Dallas, kongreye o dosyanın verilmesini kesinlikle ret etti. Fransa'da, De gol, bakanlarının haberleri olmadan kararlar alıyordu. Hatta, Kral Hüseyin bakanların veya parlamento üyelerinin haberleri olmadan çok önemli ve tehlikeli kararlar alıyor.

Bu nedenle, "demokratik memleketlerde parlamento çoğunluğu temsil ediyor, idareciler çoğunluğun oylarıyla seçiliyor, çoğunluğun istediği ve çıkarttığı kanunlara göre hükmediyorlar" sözü gerçeğe ve vakıaya uymadığı gibi yalan ve saptırma bir sözdür.

İşte bu, kıdemli demokratik memleketlerde olandır. İslâm dünyasındaki parlamentolarda durum daha alçaktır. Burada demokrasi, isimlendirilenin olmadığı bir isimdir. Zira, İslâm dünyasındaki herhangi bir parlamento idarecinin şahsına karşı gelme ya da ona veya iktidarına, nizamına meydan okuma cüretini göstermez.

Misal olarak; Ürdün parlamentosu, demokrasiyi tekrar geri getirmek ve hürriyetleri insanlar için temin etmek adı altında seçilmesine rağmen, Kral Hüseyin'i muhasebe etmek veya onun yönetiminin bozukluğuna dokunmak için karşı çıkmaya cesaret edemedi. Halbuki parlamentonun bütün üyeleri iyi biliyorlar ki, bozgunluk, fesat ve ekonomik çöküntünün sebebi, Kraliyet Ailesi yönetiminin bozukluğundan ve para ve malları çalmalarından dolayıdır. Buna rağmen parlamentonun hiç bir üyesi buna karşı çıkmadı. Fakat sadece, Başbakan Zeyd Rıfai ve bazı bakanlara karşı çıktılar. Halbuki, parlamento üyeleri biliyorlar ki Zeyd Rıfai ve bakanlar ancak birer küçük memurlardır ki Kralın izni ve bilgisi olmadan hiç bir tasarruf veya icraat yapamaz ve buna cesaret edemezler.

Bu işin bir tarafıdır. Öbür taraftan ise, kanunlar genellikle hükümetçe birer kanun tasarıları olarak hazırlanır. Ondan sonra parlamentoya gönderilir. Orada ilgili komisyonlar onları inceleyip onların hakkında görüşlerini belirlerler. Ondan sonra parlamento üyeleri onları onaylarlar. Bu parlamenterlerin büyük kısmı bu kanunların gerçeğinden bir şey bilmezler. Çünkü bu, onların ihtisaslarından değildir.

Bundan dolayı, "demokratik memleketlerdeki parlamentoların çıkarttıkları kanunlar halkın genel iradesini belirler ve halkın hakimiyetini temsil eder" sözü gerçeğe ve vakıaya aykırı bir sözdür.

Demokratik düzende belirgin kötülüklerden birisi de yönetimle ve hükümetlerle ilgili hususlardır. Zira, demokratik bir memlekette parlamentoda mutlak çoğunluğu elde edebilecek ve tek başına hükümeti teşkil edebilecek büyük partiler bulunmazsa böyle memleketlerde yönetim istikrarsız olur. Ve sürekli olarak hükümet arka arkaya gelen siyasî bunalımlara maruz kalır. Çünkü, hükümetin parlamentonun çoğunluğunun güvenini elde etmesi zordur. Böylece, istifa etmeye mecbur kalır. Devlet başkanı yeni bir hükümeti teşkil ettiremeden aylar geçebilir. Bu nedenle, böyle memleketlerde yönetim felç olur ve çalışmaz hale gelir. Devlet başkanı da meclisi fesh etmeye ve yeni seçimler yaptırmaya mecbur kalabilir. Bunu, dengeleri değiştirme umuduyla yapar ki bir hükümet oluşturulabilsin. İşte böylece o memleketlerde yönetim istikrarsız halde devam eder. Onun siyaseti sarsılır ve çalışmaz hale gelir. İtalya, Yunanistan vb.. demokratik memleketler buna birer misaldir. Çünkü, buralarda çok parti var ve mutlak çoğunluğu elde edebilecek büyük partiler yoktur. Bu nedenle bu partiler arasında pazarlık işi ortaya çıkar. Hükümeti oluşturma hususunda kendilerine katılsın diye bir kısım partiler diğer küçük partilerin hükümete ortak olmalarını isteyince bu küçük partiler diğer partilere tahakküm etmeye başlar, kendi özel çıkarlarını gerçekleştirmek için ağır şartlar gösterirler. Böylece, bu küçük partiler diğer partilere göre ancak azınlığı teşkil ederken o partilere tahakküm ettiği gibi memleketin siyasetine ve hükümetin kararlarına da tahakküm ederler.

İnsanlığın gördüğü şiddetli belâlardan birisi, muhakkak ki demokrasinin getirdiği genel hürriyetler düşüncesidir. Bu düşünce, insanlığın başına büyük musibetler ve kötülükler getirdi. Demokratik memleketlerdeki toplumları hayvan sürüleri seviyesinden daha aşağı bir seviyeye düşürdü. şöyle ki :

Mülk edinme hürriyeti düşüncesi ve menfaatçılığın amellerin ölçüsü olması büyük sermayeli varlıkların meydana gelmesini gerektirdi. Bu varlıklar, fabrikalarını çalıştırmak için ham maddelere ve üretimlerini satmak için tüketici pazarlara ihtiyaç duydular. Bu durum ise, bu kapitalist devletleri geri kalmış memleketleri sömürmek, servetlerini istilâ etmek, mallarını gasbetmek ve halkların kanlarını emmek hususunda ruhanî, ahlâkî ve insanî değerlerle tamamen çelişerek yarışmaya sevk etti.

Nitekim bu kapitalist devletler arasında oburluk ve tamahkarlığın şiddeti daha da arttı. Bu devletler, ruhanî, ahlâkî ve insanî değerlerden tamamen soyundular. Onların haram kazancı elde etmek üzerindeki yarışları daha da arttı. Öyle ki bu durum onları, halkların kanlarıyla ticaret yapmaya, ürettiklerini satabilmek ve kendilerine hayli kârlar kazandıran askerî ve sanayî ürünlerini piyasaya sürmek için devletler arasında ve halklar arasında fitne ve savaş ateşlerini yakmaya sev ketti.

Amerika, İngiltere ve Fransa gibi sömürgeci demokratik devletlerin utanmaz şekilde demokratik değerlerle ve insan haklarıyla söz ebeliği yapmaları ne kadar gülünç ve tiksindirici bir şeydir.!.. Çünkü, aynı vakitte bu devletler insanî ve ahlâkî değerlerin tamamını ayaklar altında eziyorlar, insan haklarının tümünü çiğniyorlar, daha doğrusu insanların kanlarını haksızca akıtıyorlar.

İşte Filistin, Güneydoğu Asya, Latin Amerika, siyah Afrika ve Güney Afrika, onların suratlarına çarpılacak en iyi delillerdir. Bunlar, o sömürgeci demokratik devletlerin ne kadar yalancı, aldatıcı ve doğrusu ne kadar utanmaz ve yüzsüz olduklarını açıkça gösteriyor...

Şahsî hürriyet düşüncesine gelince; o, demokratik memleketlerdeki toplumları hayvanlardan alçak toplumlara çevirdi. Ve o toplumları hayvanların ulaşamadığı pis ve çirkin bir seviyeye ulaştırdı. Allah’u Teâlâ'nın şu sözü ne kadar doğrudur :

"Heva ve hevesini (kendi istek ve arzularını) kendisine ilâh edineni gördün mü? Sen mi onun vekili (veya savunucusu) olacaksın? Yoksa onların çoğunu (söz) işitiyorlar veya akıllarını kullanırlar mı sanıyorsun? Onlar ancak hayvanlar gibidirler, daha doğrusu onlar (gittikleri) yol bakımından daha şaşkın (ve sapıktır)lar." (Furkan : 43-44)

Nitekim, demokratik toplumlarda o demokratik ülkelerin parlamentolarında çıkartılan kanunların naslarıyla cinsel ilişkiler su içmek gibi tam serbest oldu ve kiliseler de bu kanunları onayladılar. Bu kanunlar, cinsel ilişkileri serbest bıraktığı gibi on sekiz yaşına ulaşan erkekler ve kadın arasındaki ilişkileri de tamamen serbest kıldı. Ne devlet ne de ebeveynleri (anne ve babaları) bu cinsî ilişkileri engellemek için herhangi bir otoriteye sahip değildirler.

Yine onlar; normal cinsel ilişkilerin serbestliği için kanun çıkartmakla yetinmediler, anormal ve sapık cinsel ilişkilerin serbestliği için de kanunlar çıkarttılar. Hatta bazı demokratik memleketler sapık olanlar arasında evliliğe de müsaade ettiler. Erkeğin erkekle, kadının kadınla evlenmesine müsaade ettiler...

Bu nedenle, sokaklarda, caddelerde, parklarda, otobüslerde ve diğer ulaşım araçlarında genç erkek ve kızlar öpüşürken, birbirlerine sarılırken, okşarken ve buna benzer şeyler yaparken görmek tabii ve normal görüntülerden oldu. Hatta bunlar kimsenin dikkatini çekmeksizin ve garipsenmeksizin cereyan ediyor. Çünkü, böyle şeyler onlar katında normal ve tabii işlerden sayılmaktadır. Aynı şekilde yazın, kadınların güneşli günleri fırsatı ganimet bilip parklarda ancak en mahrem yerlerini (ayıplarını) örtecek bir yaprak dışında anadan üryan uzanmaları tabii durumlardan oldu. Yine yazın, kadınların yarı çıplak olarak sokaklarda yürümeleri de normal ve tabii hallerden oldu.

Nitekim, sapık ve garip cinsel ilişkiler bu aşağıya yuvarlanmış demokratik toplumları doldurmuştur. Zira, erkekler arasında ve kadınlar arasında homoseksüellik çoğaldı. Hayvanlarla cinsel ilişkiler de çoğaldı. Aynı vakitte bir kaç erkek ve kadın arasında aynı vakitte toplu cinsel ilişkiler de çoğaldı. İşte buna benzeri hayvanların ahırlarında bile bulunmuyor.!..

Bir Amerikan gazetesinde bir istatistik yayınlandı. Orada deniliyordu ki : Amerika'da aralarında evliliklerin yasal olarak tanınmasını ve sapık olmayan kişilerin elde ettikleri hakların kendilerine de verilmesini isteyen 25 milyon sapık kişi vardır. Yine, bir gazete; Amerika'da bir milyon kişinin anneleri, kızları ve kız kardeşleri gibi yakın akrabalarıyla cinsel ilişkiler kurduklarını haber verdi.

İşte bu hayvansal serbestlikten, cinsel ilişkilerden, cinsel hastalıkların ve onların en şiddetlisi olan Aids hastalığının yayılması neticesine varıldı. Yine bundan dolayı zina çocukları çoğaldı. Bir gazete; İngilizlerin %75'nin metres hayatı (yani zina) çocukları olduğuna dair bir haber verdi.

Bu toplumlarda, aile parçalandı. Babalar, anneler ve çocukları, kardeşler ve kız kardeşler arasında; saygı, sevgi, merhamet kayb oldu. Hatta, yaşları ilerlemiş, onlarca daha doğrusu yüzlerce erkek ve kadının sokaklarda yürüdüklerini ve beraberlerindeki köpekleri dost edinerek, parklarda dolaşmayı tercih ettiklerini görmek doğal işlerden oldu. Öyle ki, o köpekler onların meskenlerine, yemeklerine, hatta yataklarına ortak oldular. Onların yalnızlıklarında onları teselli eden tek şey köpekleri oldu. Zira, onlardan her birisi yalnız yaşıyor ve kendisini teselli eden bir şey yoktur. Çünkü, köpekten başka kendileriyle beraber oturacak ve onlara yakın olacak, dost olacak kişiler olmaksızın yalnız başlarına yaşar duruma düştüler...

İşte bunlar, demokrasinin değerlerinin türettiği ve durmadan şarkısı söylenilen o genel hürriyetlerin meyvelerinden birer örneklerdir. Bu hürriyetler, demokrasi hadaretinin çehresinin şekillerinden bir şekildir. İşte onunla övünüyorlar, dünya onların o çirkin hadaret yüzüne ortak olsun diye ona çağırıyorlar ve onu dünyaya götürmeye çalışıyorlar. Bu hürriyetler bir şeye delâlet edeceklerse onlar ancak; demokrasinin bozukluğunun ne kadar büyük olduğuna, çürüklüğüne ve pis kokusuna delâlet ederler.

şahsî hürriyet yularının serbestliğinden dolayı demokratik batı toplumlarının yuvarlandıkları ve içine düştükleri derecenin hayvanlar topluluklarının dahi ulaşmadığı aşağılık bir derece olduğunun gayet açık görülmesine rağmen, demokratik batının sömürgeciliğinin dünyanın başına getirdiği felâket ve musibetler, sömürülen halklarını geri bırakılmasına, mallarını çalmasına, servetlerini alıp götürmesine, bu halkları fakir olarak bırakmasına ve onları zelil hale getirmesine rağmen ve onların memleketlerini kendi (sömürgecinin) sanayi ve ürünleri için birer tüketici pazarlar haline getirmesinin meydanda görünen bir şey olmasına rağmen; demokrasi gerçek manasıyla beraber uygulanmaya kabiliyetli olmayışına, tevil edildikten sonra tevil edilmiş manasıyla beraber de vakıaya uymadığı gibi vakıada hiç uygulanmıyor oluşuna rağmen, parlamentonun genel iradeyi temsil eder, halk topluluklarının genel iradeleri için siyasî varlığı meydana getirir ve çoğunluğun görüşünü temsil eder, millet vekillerin oylarının çoğunluğuyla belirlendiği kanun ve kararlar halkın çoğunluğunun iradesini açığa çıkartır, idareciler halk çoğunluğuyla seçilir ve otoritelerini halktan elde ederler, vb.. Demokrat kişilerin söyledikleri sözlerin yalan, saptırma olmasına rağmen; bir memlekette parlamentoda çoğunluğu elde edebilecek büyük partiler olmadığında yönetimle ve idarecilerle ilgili demokratik düzendeki belirgin kötülüklere rağmen, yukarıda gösterdiğimiz hususlara ve bundan daha fazla şeylere rağmen; kâfir batı, Müslümanların memleketlerinde bozuk demokratik fikirler için bir pazar oluşturabildi...

Kâfir batı, İslâm ahkâmıyla ilgisi olmayan ve küfür olan demokratik fikirleri için İslâm memleketlerinde nasıl bir pazar kurabildi?..

Bu sorunun cevabı şöyledir : İslâm'a ve Müslümanlara şiddetli düşmanlık yapan, İslâm'a ve Müslümanlara karşı ciğerlerini yıpratan buğz ve çirkin kini taşıyan kâfir Avrupa devletleri, --ki onlar hakkında Allah'ın şu sözü ne doğrudur:

"Gerçekten buğzları (kin ve düşmanlıkları) ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmuştur. İçlerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür." (Ali İmran : 118)

İşte bu devletler, müslümanların gücünün sırrının İslâm olduğunu idrak ettikten sonra --çünkü, müslümanlardaki büyük kuvvetin kaynağı İslâm Akidesidir-- misyonerlik ve kültürel saldırıyla İslâm dünyasına saldırmak için cehennemî planlar çizmişlerdi. Bu saldırılarla kültürünü, fikirlerini --ki demokrasi de ondandır-- hadaretini (hayat hakkında mefhumlarını) ve hayata bakış açısını yaymaya çalıştılar. Müslümanları da bu şeylere davet etmeye başladılar. Ta ki, müslümanlar bunları kendi düşünceleri için esas olarak ve hayata bakış açısı olarak ittihaz etsinler. Böylece, bu fikirler müslümanları İslâm'dan saptırsın, onları onunla kayıtlı olmaktan, onun ahkâmını uygulamaya bağlılıktan uzaklaştırsın ki, Hilâfet Devleti olan İslâm Devleti'ni yok etme işi kolaylaşsın ve daha sonra da İslâm'ın ve ahkâmının uygulanması hayattan, devletten ve toplumdan tamamen uzaklaştırılıp yok edilsin. Böylece Müslümanlar, Avrupa’nın küfür fikirleri, düzenleri ve kanunlarını alsınlar ve İslâm yerine onları uygulamaya başlasınlar ve yürürlüğe koysunlar. Ta ki Müslümanlar İslâm'dan uzaklaşsınlar ve böylece onlar Müslümanlara hakim olma imkânı elde etsinler. Allah’u Teâlâ ne kadar doğru söylüyor :

 

"Sen onların dinlerine uymadıkça, Yahudiler ve Hıristiyanlar senden razı olmazlar. De ki; Hidayet (doğru yol) Allah'ın hidayetidir (Allah'ın dini olan İslâm'dır). Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyacak olursan, senin için Allah, indinde sana ne bir dost ne de bir yardımcı olur." (Bakara : 120)

On dokuzuncu yüzyılın yarısında Osmanlı Devleti'nin son günlerinde Müslümanların fikrî ve siyasî gerilemesinin arttığı vakitte, o misyonerlik ve kültürel saldırılar daha da şiddetlenmiştir. Aynı vakitte kuvvetler dengesi, Avrupa devletleri lehine değişmişti. Çünkü, Avrupa’da fikrî ve endüstri devrimler gerçekleşti. İlmî, icat ve keşifler ortaya çıkartıldı. Bu sebeple, Avrupa yükselme ve ilerleme yolunda hızlı adımlarla yürümeye başlamıştı. Halbuki Osmanlı Devleti, donukluk içerisinde kaldı ve her gün zaaf üstü zaafla karşılaşmaktaydı. Bu durum, batı hadareti (hayat hakkında mefhumların toplamı) fikirleri ve düzenlerinin Müslüman memleketlerine girmesine yol açtı.

Avrupa devletleri, İslâm beldelerine kültürel ve misyonerlik saldırılarında İslâm'ın şanını ve değerini aşağılamak, ahkâmını kötülemek, Müslümanların ona (İslâm'a) güvenini sarsmak, Müslümanları İslâm'dan nefret ettirmek için, İslâm'ı onların geri kalmalarının ve aşağıya doğru yuvarlanmalarının sebebi olarak göstermek, aynı zamanda da batıyı, hadaretini ve kültürünü de yüceltmek fikirlerinin ve demokratik düzeninin değerini yükseltmek, batı kanunları ve nizamlarını büyük gösterip övmek, üsluplarını benimsiyorlardı.

Yine batı devletleri bu saldırılarında, saptırma ve şaşırtma üsluplarına dayanıyorlardı. Nitekim (batı) kendi hadaret ve kültürünün, İslâm hadaretiyle çelişmediğini, çünkü batı hadaretinin İslâm'dan alındığı, batı kanun ve nizamlarının İslâm hükümleriyle çelişmediği yalan ve iftiralarıyla Müslümanları vehme (şüpheye) düşürdüler.

Demokrasi fikirlerine ve demokrasi düzenine İslâm sıfatını izafe ettiler. "Demokrasi ve demokratik fikirleri İslâm'a aykırı değildir, onunla çelişmez, tersine demokrasi İslâm'dandır. Çünkü o, şûranın ta kendisidir. O aynı anda marufu emretmek, münkeri nehyetmek ve idarecileri hesaba çekmektir." vb.. fikirleri Müslümanlar arasında yaydılar. İşte bu yalan ve saptırma iddialar, Müslümanları büyük şekilde etkiledi. Öyle ki, bu durum batı fikirleri ve hadaretinin Müslümanlara tahakküm etmesine yol açtı.

Yine bu durum, batıl kanun ve düzenlerinin bir kısmının Osmanlı Devleti'nin son günlerinde alınmasına ve Hilâfet Devleti yıkıldıktan sonra da batılı nizamlar ve kanunların çoğunun (Müslümanlar tarafından) alınmasına yol açtı.

Nitekim bu durum veya böyle yalan iddialar, kültürlü kesimi, siyaset adamlarını, hatta İslâm kültürünü taşıyanları ve İslâm Davetini yüklenenlerin bir kısmını dahi ve Müslümanların topluluklarını etkiledi.

Kültürlü kesime gelince; bunların çoğu batı kültüründen etkilendiler. Çünkü, ister batıda okuyanlardan olsun ister ise İslâm beldelerinde okuyanlardan olsun; onlar, batı kültürü esası üzerine kültür gördüler. Çünkü, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra beldelerinde eğitim ve öğretim programları batı felsefesi ve batının hayata bakış açısı esası üzerine konuldu. Hatta, bir çok kültürlü kişi, batı kültürünü güzel görmeye başladılar. Daha da ileri giderek ona adeta aşık olup onu meydana çıkartan Batıyı yüceltmeye başladılar. Bunun yanı sıra batı kültürüyle, kanunlarıyla ve nizamlarıyla çeliştiğinde İslâm kültürü ve ahkâmını çirkin görmeye başladılar. Üstelik onlar, İslâm'dan kâfir Avrupalıların nefret ettikleri gibi nefret etmeye, kâfir Avrupalıların İslâm'a saldırdıkları gibi onlar da, İslâm'a, kültürüne, ahkâmına ve nizamlarına alçak düşmanlıkla saldırmaya başladılar. Öyle ki, bu kültürlü kesim adeta batının hadareti, fikirleri ve düzenleri için ve İslâm'a, hadaretine, ahkâmına ve nizamlarına çatmak, onun değeri ve şanını düşürmek için batının birer propaganda hoparlörleri oldular...

Siyaset adamları ise; batıya ve nizamına tam teslim oldular. Kendilerini batıya tamamen bağladılar. Batıyı kendi bakışlarının kıblesi kıldılar. Ondan yardım isterler ve ona dayanırlar. Onun bakış açısı ile hareket ederler ve onun bakış açısına dayanarak konuşurlar. Kendi kendilerini batının kanunları ve nizamları için birer bekçiler ve batı çıkarlarını korumak entrikalarını yerine getirmek için ücretsiz (kendiliğinden boyun eğen) birer hizmetçiler kıldılar. Bu adamlar, Allah'a ve Resulü'ne düşmanlığı ilân ettiler. Siyasî İslâm'a daveti samimi olarak yüklenenlere karşı savaş açtılar. Hilâfetin kurulmasını ve Allah'ın indirdikleriyle hüküm etmenin tekrar gelmesini engellemek için bütün güçlerini kullanmaya başladılar. Allah, onları kahretsin! Ne kadar çok yalanlıyorlar ve iftira ediyorlar.!..

İslâm kültürünü taşıyanlara gelince; bunlar, İslâm'ı berrak bir şekilde anlamadıkları ve şerî ahkâmının haki katını idrak etmedikleri, batı kültürü, fikirleri ve nizamlarının gerçeğini de idrak etmedikleri, batı hadareti, fikirleri ve bakış açısının İslâm akidesiyle, ahkâmıyla, hadaretiyle ve bakış açısıyla ne kadar çeliştiğini idrak etmedikleri için bu duruma düştüler. (Demokratik fikirler ve demokratik düzen, kendilerini etkiledi.)

şöyle ki: İslâm'ı ve ahkâmını anlama konusunda Müslümanların zihinlerine şiddetli zaaflık meydana geldi ve İslâm Şeriatı’nı topluma uygulamakla ilgili anlayışta yanılma olduğu için bu duruma uğradılar. Bu nedenle İslâm, nasslarının taşımadığı manalarla tefsir edilmeye (açıklanmaya) başlandı. Hakim olan şartları İslâm ahkâmına uygun bir şekilde değiştirmek için değil de İslâm ahkâmı, hakim şartlara uydurulmak için tevil edilmeye başlandı. Öylesi kişiler, şeriattan bir senedi (dayanağı) olmayan veya senedi (dayanağı) zayıf olan hükümleri benimsediler. Bunu da; "Zamanın değişmesiyle ahkâmın değişmesi inkâr edilmez" diye ortaya attıkları yanlış kaideyi delil getirerek yaptılar.

İslâm'ın tevili herkesçe yapılmaya başlandı ki, her mezhebe, her fikre ve her ideolojiye uysun, velev ki İslâm ahkâmına ve bakış açısına aykırı olsa da.. Nitekim dediler ki; "Batı hadareti ve fikirleri, İslâm hadaretiyle ve ahkâmıyla hiç çelişmez. Çünkü, onlar İslâm hadaretinden alınmıştır." Ve yine dediler ki; "Yönetimle ilgili demokratik sistem ve ekonomiyle ilgili kapitalist sistem, İslâm ahkâmıyla çelişmez." Halbuki bu iki sistemin gerçeği, onların birer küfür sistemi olmalarıdır. Ve yine dediler ki; "Demokrasi İslâm'dan, genel hürriyetler de İslâm'dandır." Halbuki bunlar tamamen İslâm'la çelişmektedir.

Böylelikle tıp, eczacılık, mühendislik, kimya, ziraat ve sanayi ilimleri, trafik kuralları ve ulaşım sistemleri ve benzeri ilimleri, vb.. gibi İslâm'la çelişmediği müddetçe Müslümanlar için alınması caiz olan ilimler ile akait ve şerî ahkâmla alâkalı olan ve Müslümanlar için alınması caiz olmayan ilimler ve fikirler arasında karıştırma yaptılar. Zira, akideyle ve şerî ahkâmla ilgili fikirler ancak, Resullullah (S.A.V)'in beraberinde getirdiği Kitap, Sünnet; Kitabın ve Sünnettin gösterdiği şerî kıyas ve icmâ-ı sahabeden alınır. Bunların dışından hiç bir fikrin ve ahkâmın alınması caiz değildir.

İşte böylece kâfir batı; hadaretini, bakış açısını, demokratik sisteminin fikirlerini, ekonomik nizamının fikirlerini ve genel hürriyetlerle ilgili fikirlerini Müslümanların yaşadıkları memleketlerin piyasasına sürebildi.

•Demokrasinin İslâm'la çelişmesini ve onu benimsemekle ilgili şeriatın hükmünü açıklamaya başlamadan önce, Müslümanlarca diğer ümmetler ve halklarda olan şeylerin alınması caiz olan şeylerle, alınması haram olan şeylerin ne olduğunu, şeriatın nassları ve ahkâmının gösterdiği şekilde izah etmek istiyoruz :

1-) İnsandan meydana gelen bütün fiiller ve davranışlar. Ve insan fiili ile alakalı olan bütün eşya hakkında asıl olan, Resulullah (S.A.V)e uymak ve getirdiği risaletin ahkâmıyla kayıtlı olmaktır. Çünkü, hüküm ve fikirlerle ilgili ayetlerin umumluğu, bu konularda şeriata dönmeyi ve onlarla ilgili her amel ve işte şeriatın ahkâmıyla kayıtlı olunmanın farz olduğuna delâlet ediyor. Nitekim Allah’u Teâlâ şöyle buyurdu :

"Resulullah size ne getirdiyse onu alın, neyi nehyettiyse (yasaklamışsa) onu bırakın." (Haşır : 7)

"Hayır. Rabbına ant olsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni (İslâm Şeriatı’nı) hakem kılmazlarsa inanmış sayılmazlar." (Nisa : 65)

"İhtilafa düştüğünüz herhangi bir şeyin hükmü Allah indindedir. (Allah'ın Kitabı ve Resulullah'ın Sünneti'nin getirdiği İslâm şeriatındadır.)" (Şura : 10)

"Bir şey hakkında ihtilafa düştüğünüz zaman onu Allah'a (Kuran’a) ve Resulü'ne (Sünnete) götürün." (Nisa : 59)

Buhari ve Müslim, Resulullah (S.A.V)'in şu hadislerini rivayet ettiler :

"Kim, dinimize uymayan herhangi bir ameli yaparsa, o amel ret edilir."

"Kim, bu dinimiz içinde olmayan herhangi bir şeyi meydana getirirse, o şey ret edilir."

Bu ayetler ve hadisler, asıl olanın; fiiller ve eşyalarla ilgili hususlarda şeriata uymanın ve onunla kayıtlı olmanın farziyeti olduğuna delâlet ediyorlar. O halde, bir müslümanın, hakkında Allah'ın hükmünü bilmeden herhangi bir şeyi yapmaya ya da terk etmeye kalkışması kendisine caiz değildir. Önce bir şey hakkında Allah'ın hükmünün farz mı mendub mu, olduğunu bilerek ki ondan sonra onu yapmaya kalkışsın. Yine bu işin yapılmasının haram mı yoksa mekruh mu olduğunu bilecek ki ona yaklaşmasın veyahut; bu işin yapılmasının mubah olduğunu bilecek ki ondan sonra ona yönelebilsin veya onu terk edebilsin. Çünkü, mubah bir fiili yapıp yapmamakta serbest olmak demektir.

İşte Müslüman, bir şey hakkında Allah'ın hükmü olan farz, mendub, haram, mekruh ve mubahı bilmeden önce hiç bir şey yapamaz. Çünkü, insanın fiillerinde asıl olan husus Allah'ın hükmüyle kayıtlı olunmaktır.

Ve eşyalarda asıl olan ise, tahrim delili (haram kılıcı bir delil) olmadıkça mubahlıktır. Yani, o şeyi haram kılacak bir delil geçmedikçe onda aslı olan mubah olmasıdır. Bunun izahı şöyledir : şerî nasslar, bütün eşyayı mubah kılmıştır. Zira nasslar, her şeyi kapsayarak genel olarak geldi. Nitekim Allah’u Teâlâ şöyle buyurdu :

"Görmedin mi ki; Allah, göklerde ne varsa ve arzda ne varsa sizin için hazırlayıp boyun eğdirdi." (Lokman: 20)

Bunun manası; Allah’u Teâlâ, göklerde ve arzda ne bulunuyorsa insanlara mubah kıldı, demektir. Başka ayetlerde de şöyle buyuruyor :

"Arzda (yeryüzünde) ne varsa hepsini sizin için yaratan O’ dur." (Bakara : 29)

"Ey insanlar, arzda olanlardan helâl ve temiz olarak yiyin." (Bakara : 168)

"Sizin için arzı yumuşatan ve boyun eğdiren O'dur. şu halde arzın sırtlarında dolaşın (arzın bütün etrafını gezin) ve Onun (Allah'ın) rızkından yiyin." (Mülk : 15)

Böylece tüm eşyayı mubah kılan ayetler genel olarak geçti. şari‘in bu genel hitabının bu ayetlerle gelmesiyle eşyanın tümü mubah olur. Eğer bir şey (bir madde) haram kılınmışsa mutlaka bu genel hükmü tahsis eden bir nassda geçmesi gerekir ki, o şeyin mübahlığının genel hükmünden istisna olunduğuna delâlet etsin. Meselâ, Allah’u Teâlâ'nın şu sözü gibi :

“Ölü hayvan, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan (kesilen) hayvan, boğulan hayvan, vurulup öldürülen hayvan, bir yerden düşüp ölen hayvan, başka hayvan tarafından öldürülen hayvan, vahşî hayvan tarafından parçalanıp öldürülmüş hayvan --canı çıkmadan yetişip kestiğiniz hayvan hariç-- ve putlar ve heykeller üzerine kesilen hayvanlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı." (Maide : 3)

Bundan dolayı; eşyalarda asıl olan mubahlıktır.

2-) İslâm şeriatı; geçmiş vakıaların, şimdiki cereyan eden meselelerin ve gelecekte çıkabilecek olayların hepsi için hükümler içeriyor. şeriatta hükmü olmayan hiç bir şey yoktur. İster geçmişte vukuu bulsun ister şimdi meydana gelsin. İster ise gelecekte ortaya çıksın, her şeyin hükmü şeriatta vardır. Böylece İslâm şeriatı, insanların bütün fiillerini tam şekilde kapsamıştır. Nitekim Allah’u Tâlâ şöyle buyurdu :

"Kitabı sana her şey için bir açıklama, bir hidayet ve bir rahmet ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik." (Nahl : 89)

"Biz Kitab'ta (Kuran’da) hiç bir şeyi eksik bırakmadık." (Enam : 38)

"Bugün size dininizi kemâle erdirdim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı seçtim." (Maide : 3)

Böylece İslâm şeriatı, kulların fiillerinden ne olursa olsun hiç bir şeyi ihmal etmedi. Zira İslâm şeriatı, ya Kuran’dan ve Hadis-i şeriften bir nassla fiile bir delil gösterir ya da Kuran’da ve Hadiste bir emare (işaret) kor ki, o işaret, şeriatın maksadına ve hükmün geliş sebebine dikkati çeker. Böylelikle o işaretin ya da o nedenin içerdiği her şeye o hüküm uygulansın. Hakkında bir delilin ya da onun hükmüne delâlet eden bir işaretin olmadığı bir amelin insan için var olması şerhan mümkün değildir. Çünkü, Allah’u Teâlâ şöyle buyurdu :

"Her şeyi belirtmek için Kitabı indirdik." (Nahl : 89)

Yine Allah’u Teâlâ bu dini tamamladığını açık olarak bildirdi.

3-) Yukarıda izah edilene binaen, Müslümanlar için diğer halk ve ümmetlerdeki olanlardan almaları caiz olan şeyle caiz olmayan şeyin ne olduğunun açıklanması mümkün olur. O halde; ilim, teknik, sanayi, keşifler ve buna benzer fikirler, ilimden ve ilmin ilerlemesinden, sanayiden ve sanayinin gelişmesinden doğan medenî şekillerin tümü İslâm'a aykırı olmadıkça alınması caizdir. Bunlardan bir şey İslâm'a aykırı düşerse o şeyin alınması haram olur. Çünkü; ilim, sanayi ve keşifler ve bunlardan doğan bütün medenî şekiller, akideyle ilgili olmadığı gibi hayatta insanın problemlerini tedavi eden şerî hükümlerle de ilgili değildir. Onlar ancak insanın hayatının işlerinde kullandığı mubah eşyadandırlar. Bunların alınmasının caiz oluşunun delil ise, kainatta insanlar için olan bütün eşyadan faydalanmanın mubahlığıyla ilgili geçen genel ayetlerdir.

Ayrıca Hadis-i şeriflerde de şöyle geçti : Bunlardan bir kaçı şöyledir: Müslim, Peygamber (S.A.V)'in şöyle dediğini rivayet etti:

"Ben sizin gibi bir beşerim. Size dininizle ilgili bir şey emretsem, onu alın. Size dünyevi hususlardan bir şeyi emretsem, bir beşer olarak emrederim."

Hurmanın aşılanmasıyla ilgili hadiste şöyle dedi :

"Dünyanızla ilgili konuları siz daha iyi bilirsiniz."

Yine Resulullah (S.A.V), Yemen'de Cureş bölgesinde silah imalatı öğrenmek için bir kaç sahabe göndermişti.

Bunun için akide ve hükümlerle ilgili olmayan her şeyin, İslâm'a aykırı olmadığı ve onu haram kılan özel bir delil geçmediği müddetçe alınması caiz oldu.

Buna göre; tıp, mühendislik, matematik, astronomi, kimya, fizik, ziraat, sanayi, ulaşım ve iletişim, deniz ilmi, coğrafya, üretim, onun geliştirilmesi ve onun araçlarını icat edip geliştirmeyi inceleyen ekonomi ilmi --İslâm veya kapitalizm veya komünizme has olmayan evrensel bir ilimdir-- bunlar, İslâm'a aykırı olmadıkça tümünü almak caizdir.

Bunun için, insanın aslı maymundur, diyen Darvin teorisinin alınması caiz değildir. Çünkü bu teori, Allah’u Teâlâ'nın şu sözleriyle çelişir :

"Allah, insanı pişmiş çamura benzeyen bir balçıktan yarattı." (Rahman : 14)

"İnsanın yaratılışını topraktan başlattı. Ondan sonra onun zürriyetini nutfeden hakir bir sudan üretmiştir." (Secde : 7-8)

"Sizi topraktan yaratması O'nun ayetlerindendir (delillerindendir)." (Rum- 20)

Bu ilimleri almanın caiz olduğu gibi bunlardan türemiş olan imalat, araç, gereç ve medenî şekillerin alınması da caizdir. Böylece bütün çeşitleriyle fabrikaların ve sanayinin tümünün alınması caiz olur. Ancak heykel, içki ve haç sanayisi alınmaz. Çünkü, bunları haram kılan nasslar geçti. Bu sanayiler ister askerî olsun ister olmasın, ister tank, uçak, füze, uzay gemisi, nükleer, hidrojen, elektronik bombaların sanayisi, buldozer, kamyon, tren ve gemi sanayisi gibi ağır sanayi olsun, ister tüketim sanayisi ve hafif silah sanayisi gibi hafif sanayi olsun, ister ise laboratuar aletleri, tıbbî malzeme, ziraat araçları, mobilya, ev eşyaları, tuhafiye ve diğer tüketim malları sanayisi gibi olsun; bunların hepsinin alınması caizdir. Çünkü bunlar, mubahlıklarına delâlet eden genel delilin geldiği mubah şeylerdendirler. Bunların alınması, şerî hüküm olan mubahlığa ve Resulullah (S.A.V)'in şeriatına uyarak bir alma olur. Çünkü bunlar, mubahlardandırlar. Mubahlık ise, teklifi hükümlerden bir şerî hükümdür. Teklifi hükümler ise; farz, mendub, haram, mekruh ve mübahtır..

4-) Akide, şerî hükümler, İslâm hadaretiyle (hayat hakkında mefhumlar), hayata bakış açısıyla ilgili fikirler, insanların problemlerini tedavi eden hükümler, bunların tümü şeriata göre olmalıdır. Yalnız İslâm Şeriatı’ndan alınır. Yani, vahyin getirdiği Allah'ın Kitabı ve Resulünün Sünneti ve bunların gösterdikleri şerî kıyas ve icma-ı sahabeden alınırlar. Bunların dışından alınması hiç bir şekilde caiz değildir. şöyle ki :

a-) Allah’u Teâlâ, Resulün (S.A.V) getirdiği her şeyi almamızı ve nehyettiğini terk etmemizi emretti. şöyle buyurdu :

"Resul, size neyi getirirse onu alın, neyi nehyettiyse onu bırakın." (Haşr : 7)

Bu ayette (…. = neyi) geçiyor. Bu genel ifadedir. Resulullah (S.A.V)'in hükümlerden getirdiği bütün hususları almayı ve nehyettiği bütün hususları bırakmayı gerektiriyor. Ayetin mefhumu, Resulullah (S.A.V)'in getirdiğinin dışından (herhangi bir hüküm) almamaktır.

b-) Allah’u Teâlâ, Müslümanlara Kendisine ve Resulüne itaat etmelerini farz kıldı. şöyle buyurdu :

"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin ve Resulü'ne de itaat edin." (Tegabün : 12, Muhammed : 33)

Allah'a ve Resulüne itaat, ancak Resulüne indirdiği şeriat ahkâmıyla amel etmek ve onları almakla gerçekleşir.

c-) Allah’u Teâlâ, Müslümanlara Allah'ın ve Resulünün verdikleri hükümlere bağlanmalarını emrettiği gibi çekişme ve ihtilaf olunca Allah'ın ve Resulünün hükümlerine dönmelerini emretti. şöyle buyurdu:

"Allah ve Resulü, bir işe hüküm verdikleri zaman inanmış bir erkek ve kadına o işte bir serbestlik yoktur. (O konuda istedikleri gibi hareket edemezler.) (Ahzab : 36)

"Eğer Allah ve ahiret gününe inanmış iseniz; bir şey hakkında çekişince onu Allah'a ve Resulü'ne götürün." (Nisa: 59)

d-) Allah’u Teâlâ, Kerim Resulüne Allah'ın kendisine indirdikleriyle hükmetmesini emir verdiği gibi, bundan herhangi bir şekilde sapmamasını da uyardı. şöyle buyurdu :

"Sana da, daha önceki kitabı tasdik eder ve ona hakim olup nesih eder şekilde Kitabı (Kuran’ı) hakla indirdik. Artık onların arasında Allah'ın indirdikleriyle hükmet. Sana Hak'tan geleni bırakıp da onların heva ve heveslerine uyma." (Maide: 48)

"Aralarında Allah'ın indirdiği ile hüküm et ve onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmalarından sakın." (Maide : 49)

e-) Allah’u Teâlâ, Müslümanların İslâm şeriatının dışından bir şey almalarını yasakladı. Allah’u Teâlâ şöyle buyurdu :

"Hayır. Rab bine ant olsun ki, kendi aralarında çıkan ihtilaflarda seni hakem kılmazlarsa mümin olmazlar." (Nisa : 65)

"Resulün emrine muhalefet edenler, başlarına bir fitne (belâ) gelmesinden veya kendilerine elim bir azabın dokunmasından sakınsınlar." (Nur : 63)

"Tağutla (küfür sistemiyle) muhakeme olunmak istiyorlar. Halbuki onlar, onu (bu sistemi) ret etmeleriyle emir olundular." (Nisa : 60)

Resulullah (S.A.V) şöyle buyurdu :

"Dinimize göre olmayan her amel ret edilir." (Buhari, Müslim)

Bütün bu deliller, Resulullah (S.A.V)'in getirdiğinin tümüne bağlanmamızın farziyetini apaçık şekilde gösteriyor. Ancak, Allah'ın helâl kıldığı şeyi helâl sayarız ve ancak Allah'ın haram kıldığı şeyi haram kılarız. Resulullah (S.A.V)'in getirmediği şeyi almayız ve haram kılmadığı şeyi de haram kılmayız.

Allah'ın sözlerinde geçen her ne) harfi, Allah'ın; "Resulün emrine muhalefet edenler, kendilerine bir fitne veya elim bir azab dokunacağından sakınsınlar" sözüne bağlanırsa; Resulün getirdiğini almakla sınırlı kalmanın farziyeti ve ondan başkasından almanın günah olup bu günahı işleyenin azap göreceği gerçeği apaçık bir şekilde ortaya çıkar. Nitekim, Allah’u Teâlâ; amelinde, Resulullah 'ı hakem kılmayan kişinin iman sahibi olmadığını gösterdi. şöyle dedi :

"Hayır. Rabbına ant olsun ki, aralarında çıkan ihtilaflarda seni hakem kılmazlarsa mümin olmazlar." (Nisa : 65)

Bu, delâlet ediyor ki; hakimlik (yöneticilik) konusunun Resulullah (S.A.V)'in getirdiği ile sınırlandırıldığı kesindir. Özellikle Allah’u Teâlâ, Resulünü; insanların, Allah'ın indirdiğinin bir kısmından kendisini saptırmalarından uyardı. şöyle dedi :

"Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni saptırmalarından sakın." (Maide : 49)

Üstelik Kuran, Resulün getirdiğinin dışındaki şeylerle yani, küfür ahkâmıyla muhakeme olunmak isteyenlere çattı. şöyle buyurdu :

"Sana indirilene ve senden önceki indirilene inandıklarını iddia edenleri gördün mü? Tağutla (küfür ahkâmıyla) muhakeme olunmak istiyorlar. Halbuki onu (tağutu) ret etmekle emir olundular. şeytan ise, onları derin bir sapıklığa sürüklemek istiyor." (Nisa : 60)

Bu, delâlet ediyor ki; Resulün getirdiğinin dışındaki şeylerde muhakeme olunmak, dalâlettir (sapıklık, şaşkınlıktır). Zira, tağutla yani küfürle muhakeme olunmak demektir. Halbuki Allah’u Teâlâ; Müslümanların, onu (tağutu) ret etmelerini emretti.

Buna binaen, batı hadareti ve ondan fışkıran her düzen ve her kanunu almak caiz değildir. Çünkü, İslâm hadaretiyle çelişir. Ancak, fennî ve idarî kanun ve düzenler mubahlardandır. Bunları almak caizdir. Aynen, Ömer b. Hattab (r.a)'ın, Fars ve Rumlardan divan (daireler) düzenini aldığı gibi.

Batı hadareti, dini hayattan ve devletten ayırmak esasına dayanır. İslâm hadareti ise, İslâm akidesine dayalıdır, hayatın ve devletin Allah'ın, emirleri ve nehiyleriyle yani, şerî ahkâmla yürütülmesini gerektirir.

Batı hadareti, menfaatçılık (çıkarcılık) üzerine kuruludur. Çıkarcılığı, bütün işlerin ölçüsü kılar. Bu nedenle, sırf çıkarcı bir hadaret oldu. Çıkar ve maddî değer dışında başka bir şeye kıymet vermez. Bu nedenle, onda (batı hadaretinde) ruhanî değer, ahlâkî değer ve insanî değere yer yoktur.

Halbuki İslâm hadareti, ruhanî bir esasa dayalıdır. Zira o, Allah'a inanmaktır. İslâm Akidesi, helâl ve haramı hayattaki bütün işlerin ölçüsü kılar. Bütün işleri ve bütün değerleri Allah'ın emir ve nehiylerine göre yürütür.

Batı hadaretinde saadet (mutluluk), insan vücudu için en büyük miktarda tat ve lezzeti temin etmek ve bunu gerçekleştirecek sebepleri sağlamaktır.

Halbuki İslâm hadaretinde saadet (mutluluk), Allah'ın rızasını kazanmak, insanın içgüdüleri ve uzvî ihtiyaçlarını şerî ahkâmla tanzim etmektir.

Buna binaen, batı devletlerindeki mevcut olan demokratik yönetim düzenini, kapitalist ekonomik düzenini, temel hürriyetler sistemini almak hiç caiz değildir. Böylece demokratik anayasa ve kanunlar, krallık veya cumhuriyet yönetim sistemleri, faizle uğraşan banka sistemi ve borsa, dünya para sistemini almak caiz değildir. Çünkü, bunların tümü birer küfür sistemleri ve kanunlarıdırlar. Hepsi, İslâm sistemi ve ahkâmıyla çelişir.

Batı hadareti ve ondan fışkıran fikir ve sistemleri almak caiz olmadığı gibi, komünizm hadaretini de almak caiz değildir. Çünkü, bu hadaret de İslâm hadaretiyle tam şekilde çelişir.

Komünizm hadareti; bu varlık için bir yaratıcı bulunmadığı, her şeyin esasının madde olduğu ve kainatta var olan şeyin maddeden maddî tekamül yoluyla meydana geldiği esası üzerine kurulu bir akideye dayanır.

Halbuki İslâm hadareti ; bu varlık için yaratıcı olan Allah olduğu, var olan her şeyin O'nun tarafından yaratıldığı, Peygamber ve Resulleri, Dini insanlara tebliğ etmek için gönderdiği ve indirdiği Dinin emirleri ve nehiylerini insanları bağlayıcı olarak kıldığı esası üzerine kuruludur.

Komünizm hadareti; nizama (sisteme), üretim araçlarından alınır gözüyle bakar. Bu bakışa göre; derebeylik toplumunda üretim aracı kazma idi ve bundan derebeylik sistemi doğdu. Toplum, kapitalizme doğru gelişirse üretim aracı makine olur ve bundan kapitalist sistemi doğar. Böylece komünizm hadaretinin sistemi, maddî tekamülden alınmıştır.

Halbuki İslâm hadaretini göre; Allah’u Teâlâ'nın hayatta insanın üzerine yürüyeceği bir nizam tayin etmiştir. Efendimiz Muhammed (S.A.V)'i bu nizamla göndermiştir ve o, insanlara bu nizamı tebliğ etti ve insanın bu nizamı uyarak yürümesini farz kıldı.

Komünizm hadarete göre; hayatta ölçü maddî düzendir ve bu düzen gelişirse o ölçü de gelişir.

İslâm hadaretine göre ise; bu hayatta amellerin ölçüsü helâl ve haramdır. Yani Allah'ın emirleri ve nehiyleri, bu hayatta amellerin ölçüsüdür. Helâl yapılır, haram bırakılır; bu ölçü değişmez, ona çıkarcılık veya maddecilik hakim kılınmaz. Yalnız şeriat hakim kılınır.

Buna göre; komünizm hadareti ile İslâm hadareti arasında çelişki tamdır. Bundan dolayı, onun ve herhangi bir fikrinin veyahut herhangi bir düzeninin alınması hiç caiz değildir.

Böylece maddî gelişme (evrim) düşüncesinin, ferdî mülkiyetin ilga edilmesi düşüncesinin, fabrika ve üretim araçlarını mülk edinmenin ilga edilmesi düşüncesinin, arazinin fertlerce mülk edinmesinin ilga edilmesi düşüncesinin alınması caiz değildir. Aynı şekilde, kişileri ilâhlaştırma düşüncesi ve kişilere tapma düşüncesinin alınması da caiz değildir. Bu inkârcı hadaretin diğer fikirleri ve düzenlerinin hiç birisinin alınması caiz değildir. Hepsi, birer küfür fikirleri ve düzenleridir ki; İslâm akidesiyle, fikirleriyle, düzenleriyle ve ahkâmıyla tamamen çelişmektedirler.

Ve şimdi demokrasiye gelelim ve bu demokrasinin kendisinden geldiği kaynak ve kendisinden fışkırdığı akide, üzerine kurulduğu temel, getirdiği fikirler ve düzenler bakımından İslâm'la nasıl tam çeliştiğini görelim.

Demokrasinin kendisinden geldiği kaynak, insandır. Demokraside fiillere ve eşyalara güzel ve çirkin hükmünü veren akıldır. Aslında demokrasiyi ortaya atan, Avrupa’da imparator ve krallar ile halkları arasında var olan korkunç çatışma esnasında ortaya çıkan Avrupalı filozof ve düşünürlerdir. Böylece demokrasi, beşer tarafından ortaya çıkartılmış oldu ve hakim hüküm olan insan aklıdır.

İslâm'a gelince, buna tamamen zıttır. Zira İslâm, Allah'tandır. Allah, onu Resulü Muhammed b. Abdullah (S.A.V)'a vah yetmiştir. Nitekim Allah’u Teâlâ şöyle buyurdu :

"O (Muhammed), heva ve hevesinden konuşmaz. O vahiydir, kendisine vahye dildi." (Necm : 3-4)

"Biz onu (Kuran’ı), Kadir Gecesi'nde indirdik." (Kadr : 1)

İslâm'da, hükümlerin çıkarılmasında kendisine başvurulan hakim yani, hüküm verme yetkisine sahip olan, Allah’u Teâlâ'dır, yani şeriattır. Akıl değildir. Aklın işi, yalnız Allah'ın indirdiği nasslarını anlama sınırı içerisindedir. Allah’u Teâlâ şöyle buyurdu :

"Şüphesiz ki hüküm ancak Allah'a aittir." (Enam : 57, Yusuf : 40-68)

"Eğer bir şey hakkında çekişirseniz o şeyi, Allah'a (Kuran’a) ve Resulüne (Sünnete) götürün." (Nisa : 59)

"Hakkında ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şeyin hükmü Allah indindedir." (Şûra : 10)

Demokrasinin kendisinden kaynaklandığı akide ise; dini hayattan ayırma ve dini devletten ayırma akidesidir. Bu akide, orta çözüme dayalıdır. Bu orta çözüm, krallar ve çarlar tarafından kullanılan halkları sömürmek, zulmetmek ve onların kanlarını emmek için bir alet olarak ittihaz edilen ve her şeyin din adıyla boyun eğdiğini görmek isteyen Hıristiyan din adamları ile dini ve dinin otoritesini inkâr eden filozof ve düşünürler arasında Avrupa’da meydana gelmiş çatışmanın neticesi idi. Bu akide, dini inkâr etmedi. Fakat, hayatta ve devlette onun rolünü ilga etti. Ve buna göre insana hayatta kendi nizamını koyma salahiyeti verdi.

Bu akide, batının fikirlerinin üzerine dayandığı ve nizamını ondan fışkırttığı fikrî kaide idi. İşte bu fikrî kaideye göre fikrî yönü, hayata bakış açısını tayin etti. Demokrasi de işte bu fikrî kaideden fışkırdı.

İslâm ise, bununla tam ve küllî şekilde çelişir. Zira o, İslâm akidesine dayalıdır. Bu akide, hayatın bütün işlerinin, devletin bütün işlerinin Allah'ın emirleri ve nehiyleriyle yürütülmesini yani, bu akideden fışkıran şerî ahkâmla yürütülmesini gerektirir. İnsan, nizam koyma yetkisine sahip değildir. Ona düşen ancak, Allah'ın kendisi için koyduğu nizamlara göre yürümesidir. İşte bu akide esası üzerine İslâm hadareti oluştu ve hayata bakış açışı tayin edildi.

•Demokrasinin üzerine kurulu olduğu esas şu iki düşüncedir :

1- Egemenlik halkındır.

2- Halk otoritelerin kaynağıdır.

Bu şekilde, halk kendi iradesine sahip olduğu gibi bu iradeyi yürütür. Halkın iradesine sahip olan krallar ve imparatorlar değildir. Bu iradeyi uygulayan da halktır. Halk, egemenliğin sahibi ve iradenin maliki olması ve bu iradeyi yürütmesiyle teşriğe (yasa çıkarma yetkisine) sahip oldu. Bu ise, halkın iradesini kullanması ve yürütmesi demektir. Aynı şekilde bu, halk topluluklarının genel iradesini ifade eder. Halk, yasa çıkarma işini kendi tarafından seçilecek vekiller yoluyla yapar.

Halk, maslahatı doğrultusunda herhangi bir anayasayı, herhangi bir kanunu ve herhangi bir düzeni meydana getirebileceği gibi; herhangi bir anayasayı, herhangi bir kanunu ve herhangi bir düzeni ilga etme yetkisine de sahiptir. Halk, yönetimi krallıktan cumhuriyete çevirebileceği gibi tersine de yapabilir. Aynı şekilde cumhuriyeti başkanlık sisteminden parlamenter sisteme çevirebileceği gibi tersine de yapabilir. Meselâ; böyle şey, Fransa, İtalya, İspanya ve Yunanistan'da gerçekleşti. Yönetim sistemlerinin bir kısmı krallıktan cumhuriyete çevrildi ve öteki kısım cumhuriyetten krallığa çevrildi.

Yine, parlamento yoluyla iktisadî nizamı kapitalizmden sosyalizme ve sosyalizmden kapitalizme çevirebilir. Nitekim halk, parlamentoda vekilleri vasıtasıyla, bir dinden başka dine geçme hakkı verdiği gibi dinsizliğe geçme hakkı da verdi. Yine, zinayı, homoseksüelliği mubah kıldığı gibi bunlardan para kazanmayı da mubah kıldı.

Halk, otoritelerin kaynağı olunca, çıkarttığı kanunları kendi üzerine uygulatmak ve yönettirmek için istediği idareciyi seçer ve onu istemediği zaman indirip yerine başka idareciyi tayin eder. Çünkü halk, otoritenin sahibidir, idareci ise otoriteyi halktan alır.

İslâm ise, ondaki egemenlik ümmetin değil şeriatındır. Teşrî eden (kanun koyan) yalnız Allah'tır. Ümmetin tümü olsa bile, bir tek hüküm dahi koyma hakkına sahip değildir. Ekonomik durumu canlandırmak üzere riba (faiz) mubah kılmak için bütün Müslümanlar toplanıp ittifak etseler veya zina insanlar arasında yayılmasın diye zina için yerlerin açılmasının mubahlığı üzerine toplanıp ittifak etseler veya ferdî olarak mülk edinme hakkını ilga etmek için ittifak etseler veya üretimi artırmak için oruç farzını ilga etmek için ittifak etseler veya Müslüman istediği inanca sahip olabilsin diyen inanç hürriyetini, haram vesileleriyle olsa bile müslümanın mülkünü geliştirmesini müsaade eden mülk edinme hürriyetini, içki içme ve zina etme gibi istediği şekilde hayatını tatsın diye şahsî hürriyet gibi genel hürriyetleri benimsemek için ittifak etseler; böyle ittifak ve kabullenmenin hiç bir değeri yoktur. Bu, İslâm nazarında bir sinek kanadı kadar bile bir değer ifade etmez. Müslümanlardan bir gurup böyle şeyler üzerine ittifak etseler, bundan vazgeçinceye kadar onlarla savaşmak gerekir. Çünkü, Müslümanlar hayatın bütün işlerinde, Allah'ın emir ve nehiyleriyle kayıtlıdırlar (bağlıdırlar). İslâm ahkâmıyla çelişecek bir işi yapmaları caiz değildir. Aynı şekilde bir hüküm bile olsa, hüküm koymaları caiz değildir. Zira, teşrî edici (kanun koyucu) yalnız Allah’u Teâlâ'dır. Allah’u Teâlâ şöyle buyurdu :

"Hayır. Rabbına ant olsun ki, aralarında çıkan ihtilafta seni hakem kılmazlarsa inanmış olmazlar." (Nisa: 65)

"Hüküm ancak Allah'ındır."

 

"Sana indirilen Kitaba ve senden önce indirilene (Kitaplara) inandıklarını iddia eden kişileri gördün mü? Onlar, tağutla muhakeme olunmak istiyorlar. Halbuki, o tağutu ret etmekle emrolundular." (Nisa : 60)

"Tağutla muhakeme olunmak", Allah'ın indirdiği dışında bir şeyle muhakeme olunmak demektir. Yani, insanların çıkarttıkları sistem olan küfür sisteminin ahkâmını uygulamak ve bu ahkâma başvurmak demektir. Başka ayette Allah’u Teâlâ şöyle buyurdu :

"Cahiliyye hükmünü mü (küfür sistemini mi) istiyorlar? şüphesiz olarak inananlar için, Allah'ın hükmünden daha güzel hüküm var mıdır?" (Maide : 50)

İşte cahiliyye hükmü, Resulullah (S.A.V)'in Rabbısından getirmediği sistem olup, insanların teşrî ettikleri (ortaya koydukları) sistemdir. Bu ise, küfür sistemidir. Bu nedenle Allah’u Teâlâ şöyle buyurdu :

"Resulün emrine muhalefet edenler, her an başlarına bir fitne veya elim azabın gelmesinden sakınsınlar." (Nur : 63)

"Resulün emrine muhalefet etmek", insanların çıkarttıkları kanunlara uymak ve Resulün emrine uymamaktır. Resulullah (S.A.V) şöyle buyurdu :

"Kim emrimize uymayan bir iş yaparsa o iş, ret edilir." (Buhari, Müslim)

Bu hadisteki emrimize) tabiri ile kast olunan İslâm'dır.

Egemenlik ve hakimiyetin, şeriatın olduğunu, teşrî edici (kanun koyan) yalnız Allah’u Teâlâ olduğunu, insanların herhangi bir kanunu teşrî etmelerinin (çıkartmalarının) caiz olmadığını ve bu hayatta bütün işlerin, Allah'ın emir ve nehiylerine göre yürütmelerinin farz olduğunu açıklayan daha nice ayetler ve kesin hadisler var.

İslâm, Allah'ın emirlerini ve nehiylerini (yasaklarını) infaz etmek hakkını Müslümanlara verdi. Allah'ın emirleri ve nehiylerinin infazı ise, bir otoriteyi gerekli kılar ki infaz edilebilsin. Onun için otoriteyi (idareyi) ümmete ait kıldı. Yani; Allah'ın emirlerini ve nehiylerini infaz edecek (uygulayacak) idareciyi seçme hakkını Müslümanlara ait kıldı. Bunun delili, Allah'ın Kitabı ve Resulünün Sünneti üzerine biat edecek halifeyi nasb etme (tayin etme) hakkını Müslümanlara veren biat hadislerinden alındı. Resulullah (S.A.V) şöyle buyurdu :

"Kim boynunda (halifeye) bir biat olmaksızın ölürse, cahiliyye ölümüyle ölür." (Müslim)

Abdullah B. Amr, Resulullah (S.A.V)'den şöyle dediğini işittiğini söyledi :

"Kim bir imama (halifeye) biat edip avucunu sıkarsa ve kalbinin meyvesini verirse (rıza gösterirse), o halifeye gücü yettiği kadar itaat etsin. O halifeyle çekişecek başka bir kişi çıkarsa onun boynunu vurun." (Müslim)

Ubade B. Essâme de şöyle dedi :

"Zor, ve kolaylık durumlarda işitmek ve itaat etmek üzere Resulullah'a biat verdik." (Buhari)

Bunun dışında daha bir çok hadisler var ki, Allah'ın Kitabı ve Resulünün Sünneti üzerine biat etmek yoluyla idarecinin tayin edilmesinin ümmet tarafından gerçekleşeceğini belirtiyor.

Şeriat, otoriteyi ümmete ait kılıp biat yoluyla kendini yönetecek kişiyi yerine tayin etme hakkı vermesine rağmen, demokraside olduğu gibi idareciyi azletme hakkını ümmete vermedi. Çünkü halife, masiyeti (Allah'a isyan eden şeyi) emretmedikçe zulüm (haksızlık) yapsa bile halifeye itaati farz kılan sahih hadisler geçmiştir. İbni Abbas, Resulullah (S.A.V)'in şöyle dediğini rivayet etti :

·"Kim, emirinden hoşlanmadığı bir şeyi görürse ona karşı sabretsin. Zira kim, cemaatten (İslâm cemaatinden) bir karış kadar ayrılırsa ve ölürse cahiliyye ölümüyle ölür." (Buhari)

"Şerli imamlarınız ise; buğz ettiğiniz ve size buğz eden, lânet ettiğiniz ve size lânet eden imamlardır." Sahabeler dediler ki : "O zaman, onlarla çekişelim mi, Ya Resulullah?" Resulullah (S.A.V) dedi ki: "Hayır. Aranızda namazı ikame ettikleri müddetçe. Kim kendi üzerine bir vali tayin edilirse ve bu valinin Allah'a masiyetten bir şey yaptığını görürse. bu masiyetleri terk etmesine onu zorlasın ve hiç bir kimse elini itaattan çekmesin." (Müslim)

Burada "namazı ikâme etmek", İslâm'la yönetmek demektir. Zira, burada "cüzü söyleyip küllü kast etmek" manası vardır. Burada İslâm'ın bir kısmı gösterildi fakat, tümü kast ediliyor.

İdareci açık küfür göstermedikçe ona karşı gelmek caiz değildir. Zira biat la ilgili Ubade B. Essâmed hadisinde şöyle geçti:

"Resulullah (S.a.v)'a biat ettik. Resulullah'ın bizden aldığı söz ise şudur : Sevdiğimiz ve sevmediğimiz hallerde, zor ve kolaylık durumlarında kendisini işitmek ve itaat etmek, onu kendimize tercih etmek ve ulul-emirle çekişmemektir." Resulullah; "Ancak sizde Allah'ın indinde gelmiş bir delile binaen ulul-emirden açık küfür görürseniz müstesna olur." dedi." (Buhari)

Yani onlar küfrü uyguladıkları zaman onlarla çekişiriz.

Halifeyi azletme yetkisine sahip olan ise, Mezalim mahkemesidir. İşte bu mahkeme, şerî bir nedenle halifeyi azl edebilir. Halife, yok edilmesi gereken bir zulüm yapıp azlı hak etmiş olunca bu mahkeme öyle karar verir. Halife tarafından böyle şeyin vukuu bulduğu ispat edilirse, bu ancak bir hakim önünde olur. İslâm Devleti'nde mezalimi (zulümleri) kaldırmak için hüküm veren Mezalim Mahkemesi olunca, ve bu mahkemenin hakimi, bu zulmün vaki olup olmadığını ispatlayan ve bunun hakkında hüküm veren olunca, bu mahkeme halifeyi azlettiren sebepleri oldukça onun azline dair karar verir.

Demokrasi, çoğunluğun yönetimi ve çoğunluğun kanunudur. İdarecilerin, parlamento üyelerinin, kuruluşlarının, otoritelerin ve diğer komisyonların seçilmesi çoğunlukla gerçekleşir. Yine parlamentoda kanunların çıkartılması, diğer meclis, otorite, kuruluş ve komisyonların kararları da çoğunluğunun oylarıyla gerçekleşir. Demokrasi, işte bu şekilde itibar olunur.

Bu nedenle demokratik sistemde çoğunluk, idareci olsun olmasın herkesi bağlar. Çünkü, çoğunluk görüşü, halkın iradesini açığa çıkartır diye itibar olunur. Azınlık ise, bu çoğunluk görüşüne boyun eğecek ve uyacaktır.

İslâm'daki durum ise tamamen farklıdır :

Teşrî etmekle (kanun çıkartmakla) ilgili hususlar, çoğunluk veya azınlık oylarına bağlı değildir. Ancak, şerî nasslara bağlı olur. Çünkü, teşrî edici (kanun koyucu) ümmet değil, Allah’u Teâlâ'dır. İnsanların işlerini gütmek ve yönetimi yürütmek için gerekli şerî hükümleri benimseme konusunda yetki sahibi ise yalnız halifedir. Sahih içtihatla kuvvetli delile binaen, Allah'ın Kitabı ve Resulünün Sünneti'nde geçen şerî nasslardan şerî hükümleri ittihaz eder. Halifenin benimseyeceği şerî hükümler hakkında Ümmet Meclisi'nin görüşünün alınması farz değildir fakat, caizdir. Raşid-i Halifeler, şerî hükümlerden bir hükmü benimsemek istedikleri zaman sahabelerin görüşlerini almak için onlara başvuruyorlardı. Nitekim Ömer B. Hattab (r.a); Şam, Mısır ve Irak toprakları fethedilince, bu topraklarla ilgili hüküm benimsemek isteyince Müslümanlarla istişare yaptı.

Halife, benimseyeceği hükümler hakkında Ümmet Meclisi'nin reyine başvurursa, bu Meclisin görüşü, çoğunluk veya oy görüş birliği ile gerçekleşse bile.. halifeyi bağlayıcı olmaz. Nitekim Resulullah (S.A.V), Hudeybiye Sulhu sözleşmesini yapınca, itiraz eden Müslümanların görüşlerine boyun eğmedi, hem de bu itiraz edenler çoğunluk oluşturuyorlardı. Buna rağmen görüşlerini ret etti ve sözleşmeyi yapmaya devam etti. Ve onlara şöyle dedi :

"Muhakkak ki ben, Allah'ın kulu ve Resulüyüm, Onun emrine muhalefet etmem."

Kerim sahabeler, halifenin bir takım hükümleri benimseyip insanlara bunlarla amel etmelerini emredebileceğine dair ve Müslümanların kendi görüşlerini terk edip bunlara itaat etmelerinin gerektiğine dair icma etmişlerdir. İşte bu icmadan şu ünlü şerî kaideler istinbad edilip konuldu :

"İmamın emri bütün ihtilafları kaldırır."

"İmamın (halifenin) emri, gizli ve aşikâr infaz edilir."

Sultanın (halifenin) ortaya çıkan müşküller (problemler) miktarınca hükümler benimseme hakkı vardır."

Nitekim Allah’u Teâlâ, ulul-emire itaati emretti, şöyle buyurdu :

"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Resule ve sizden olan ulul-emire itaat edin." (Nisa : 59)

"Ulul-emir" ise, idareciler demektir.

Yine; uzmanlığa, düşünmeye ve dikkatle bakmaya muhtaç olan fennî ve fikrî hususlar da teşrî hususlara benzer. Bütün bu hususlarda asıl olan şey doğruluktur. Burada çoğunluk ve azınlık söz konusu değildir. Bu fennî ve fikrî hususlarda ihtisas sahiplerine gidilir. Zira, bu işlerin gerçeklerini onlar idrak ederler. Askerî hususlarda, askerî uzmanlara gidilir. Fikhî hususlarda, fakih müçtehitlere gidilir. Tıbbî hususlarda, uzman tabiplere gidilir. Mühendislikle ilgili işler, yüksek mühendislere gidilir. Fikrî hususlarda, büyük düşünürlere gidilir. vb.. Böylece bunun gibi işlerde ve hususlarda asıl olan doğru olandır, çoğunluk değildir. Doğru, nerede bulunabilirse oradan alınır. Doğrunun alındığı yerler ise belli ihtisas sahipleridir, çoğunluk değil.

Şu var ki, Müslüman memleketlerinde ve batı dünyasında parlamento üyelerinin çoğu ihtisas sahipleri değildirler. Bu işleri pek idrak etmezler ve bu işlere vakıf değiller. Bu nedenle bu işlerde parlamento üyelerinin çoğunluğunun görüşünün bir faydası ve değeri olmaz. Böylece onların onaylamaları veya muhalefet etmeleri ancak şeklî olur, idrakle, uyanıklıkla ve bilerek değildir. Bu nedenle, bu tür işlerde çoğunluğun görüşü bağlayıcı değildir. Bunun delili ise, Bedir Savaşı'nda Resulullah (S.A.V)'in, El-Habab B. El-Munzir'in görüşüne göre hareket etmesidir. El-Habab, yerleri tespit etmede uzmandı. Resulullah (S.A.V), Bedir Savaşı'nda bir yerde konaklayınca El-Habab; vahiyden olup olmadığını sordu. Resulullah, bu konaklamanın vahiyden olmadığını söyleyince o; bu konaklamanın savaş için elverişli olmadığını söyledi. Resulullah, kendi görüşünden vaz geçip diğer sahabelerle istişare yapmadan El-Habab'ın görüşünü kabul etti ve gösterdiği yere gitti.

Düşünmeye, dikkatliliğe ve fikir işine ihtiyaç olmadan işe hemen geçmeyi gerektiren hususlarda karar, çoğunluğun görüşü ile alınır. Çünkü, böyle hususları çoğunluk idrak eder ve maslahatını gördüğü doğrultuda kolaylıkla ve basit şekilde böyle hususlar hakkında görüş verebilir. Meselâ; filanı mı yoksa filanı mı seçelim? Filan yere gidelim mi yoksa gitmeyelim mi? Sabahleyin mi yoksa geceleyin mi yolculuğa çıkalım? Uçağa mı yoksa gemiye mi yoksa da trene mi binelim? Böyle hususları her insan idrak eder ve bunlar hakkında da görüş verebilir. Bu nedenle, bu tür hususlarda çoğunluğun reyi alınır ve bağlayıcı olur. Bunun delili ise; Uhud Savaşı'nda, Resulullah (S.A.V)'in ve sahabelerin büyüklerinin görüşleri, Medine'den çıkmamaktı. Fakat sahabelerin çoğu ve özellikle genç olanların görüşü, Medine'den çıkıp Kureyş'le dışarıda karşılaşmaktı. Böylece görüşler, Medine'den çıkıp çıkmamak üzerine dolaşıyordu. Çoğunluğun Medine'den çıkmayı istediği için Resulullah (S.A.V), kendisinin ve sahabelerin büyüklerinin görüşünden vazgeçip çoğunluğun reylerini (görüşlerini) kabul etti ve Kureyş'le karşılaşmak için Uhud mevkiine gitti.

Genel veya temel hürriyetler düşüncesi, demokrasinin getirdiği en bariz fikirlerdendir ve en önemli esaslardan sayılır. Zira o hürriyetlerle insan iradesin, baskısız ve zorlanma olmaksızın istediği şekilde kullanıp yürütebilir. Halkın bütün fertleri için temel hürriyetler sağlanmazsa, halkın genel iradesinden söz edilmez.

Demokratik sistemde ferdî (şahsî) hürriyet kutsaldır. Devlet olsun fertler olsunlar, bu hürriyete dokunamazlar. Kapitalist demokratik düzen, ferdîyetçi düzen sayılır. Temel hürriyetleri korumak ve onları muhafaza etmek, devletin en önemli görevlerinden sayılır.

Demokrasinin getirdiği temel hürriyetler, sömürülmüş halkların kendilerini sömüren devletlerin pençesinden kurtulması demek değildir. Çünkü, sömürme düşüncesi; demokrasinin getirdiği mülk edinme hürriyetinin neticelerindendir. Böylece, bu sömürgeci demokratik devletler, diğer halkları sömürmeye devam edip bu halkların servetlerini istismar eder ve zenginliklerini çalarlar...

Yine demokrasinin getirdiği temel hürriyetler, kölelikten kurtulmak ve köleyi kurtarmak demek değildir. Çünkü, bugünkü dünyamızda kölelik ve ondan kurtulmak diye bir şey kalmadı.

Genel veya temel hürriyetler, şu dört hürriyet demektir :

1- İnanç Hürriyeti,

2- Görüş veya Fikir Hürriyeti,

3- Mülk Edinme Hürriyeti,

4- şahsî Hürriyet.

Bu dört temel hürriyet, İslâm'da bulunmamaktadır. Çünkü, Müslüman bütün fiillerinde şerî hükümlerle kayıtlıdır (bağlıdır). Herhangi bir fiilde hür değildir. İslâm'da, köleyi kölelikten kurtarıp hürriyete kavuşturmaktan başka hürriyet yoktur. Kölelik ise çoktan beri bitmiştir.

Bu dört hürriyet, İslâm'la ve ahkâmıyla her şeyde tamamen çelişir. şöyle ki :

İnanç Hürriyeti : İnsanın baskı ve zorlanma olmaksızın istediği inanca inanması ve istediği dine inanması hakkına sahip olması demektir. Aynı şekilde, inancını ve dinini bırakıp başka inanca (akideye) ve dine geçmesi hakkına sahip demektir. Bütün bunları baskısız ve zorlanmadan tam hürriyetle yapması hakkına sahip olması demektir. Böylece müslümanın da Hıristiyanlığa veya Yahudiliğe veya Budizm’e veya Komünizme tam hürriyetle geçmesi hakkına sahip olması demektir. Ne devletin ve ne başkasının onu engelleme hakkının olmaması demektir. İşte inanç veya itikat hürriyeti budur.

Halbuki İslâm ise; bir müslümanın, İslâm akidesini terk etmesini, Yahudiliğe veya Hıristiyanlığa veya Budizm’e veya Komünizme ve Kapitalizme geçmesini haram kılıyor, yasaklıyor. Kim, İslâm'dan dönerse tövbe ettirilir, eğer İslâm'a tekrar dönmezse öldürülür, mal ve mülküne el konulur ve karısından uzaklaştırılıp boşandırılır. Resulullah (S.A.V) şöyle buyurdu :

"Kim, dinini değiştirirse onu öldürün."

Mürtetler (İslâm Dininden dönenler), bir cemaat olup mürtet kalmaları üzerine ısrar ederlerse, onlar İslâm'a dönünceye ve yok edinceye kadar onlarla savaşılır. Nitekim Resulullah (S.A.V), vefat edince, bir takım gruplar mürtet oldular. Müslümanların halifesi Ebu Bekir (r.a), onlarla şiddetlice savaştı, onlardan öldürülmeyenler dine dönünceye kadar savaşı sürdürmüştü.

Demokratik sistemdeki Görüş veya Fikir Hürriyetine, gelince; insanın istediği görüş veya fikri taşıması hakkına sahip olması demektir. Bu görüş veya bu fikir ne olursa olsun. Yine insanın istediği görüş ve fikri söylemesi ve ona davet etmesi hakkına sahip olması demektir. Kayıtsız ve şartsız tam hürriyetle ve bu fikir ve bu görüş ne olursa olsun ve istediği us lüple bunları yapması hakkına sahip olması demektir. Ne devlet ne de başkasının, insanı bunu yapmaktan alıkoyma hakkının olmaması demektir. Yeter ki o insan, başkalarının hürriyetine dokunmasın. Görüşün taşınmasına ya da ifade edilmesine veya ona davet edilmesine herhangi bir şekilde engel olmak, hürriyete dokunmak ve saldırmak olarak itibar olunur.

İslâm'a gelince; ondaki durum bambaşkadır. Müslüman, bütün fiillerinde ve sözlerinde şerî nasslarda geçen fikirlere bağlıdır. Müslüman’ın, şerî delillerde geçmedikçe hiç bir amel yapması veya hiç bir söz söylemesi caiz değildir. şerî deliller, bir fikrin söylenmesine veya ona davet edilmesine cevaz verirse, Müslüman o zaman o fikri söyleyebilir veya ona davet edebilir. şerî deliller, o fikrin veya görüşün taşınması veya söylenmesi veya ona davet edilmesini yasaklarsa, Müslüman bu yasağa bağlı kalır. Eğer onu yine de yaparsa, cezalandırılır. Çünkü Müslüman; görüş ve fikri taşınmasında ve davet etmesinde şerî ahkâma bağlıdır, bu hususta hür değildir ve hürriyet yoktur.

İslâm, hakkın söylenmesini her zamanda ve her yerde müslümana farz kıldı. Ubade B. Essamit'in hadisinde şöyle geçti :

"..Allah'ın yolunda hiç bir kimsenin kınamasından çekinmeden ve korkmadan nerede olursa olsun hakkı söyleyeceğimize dair, Resulullah'a biat verdik." (Buhari)

Yine İslâm, Müslümanların idarecilere karşı çıkmalarını ve onların yaptıklarından onları hesaba çekmelerini farz kıldı. Ummu Atiye, Ebu Said'ten şöyle rivayet etti : Resulullah (S.A.V) şöyle buyurdu :

"Cihadın en üstünü, zalim idareciye karşı hak sözü söylemektir." (Ebu Davud, Tirmizi)

Ebu Umame, Akabe mevkiinde bir adamın Resulullah (S.A.V)'e şöyle sorduğunu rivayet etti :

"Ey Resulullah, cihadın en üstünü hangisidir?" Resulullah (S.A.V) şöyle cevap verdi : "Zalim idareci karşısında hak sözü söylemektir." (Neseî)

Resulullah (S.A.V), başka bir hadiste şöyle buyurdu :

"Şehitlerin efendisi Hamza ve zalim idareciye karşı çıkıp hakkı söyleyen ve bu zalim tarafından öldürülen kimsedir." (Tirmizi)

Bu ise, görüş veya fikir hürriyeti demek değildir. Bu, şerî ahkâma uymak ve bağlanmaktır. Belli hallerde, sözü söylemek mubahtır ve bazı hallerde farzdır. Ne zaman mubah ve ne zaman farz olduğunu ancak şerî hükümler açıklar.

Mülk Edinme Hürriyeti ise : Bu hürriyet, ekonomide kapitalizm düzenini doğurdu ve bilahare diğer halkları sömürme, servetleri alıp götürmek ve zenginliklerini gasbetmek düşüncesini de doğurdu. Bu hürriyetin manası, insanın baştan istediği şekilde mülk edinmesi, bu mülkü geliştirmesi ve herhangi yolla bunu gerçekleştirmesinde serbest olmasıdır. Sömürmek, sömürülen halkların servetlerini çalmak ve zenginliklerini gasbetmek, ihtikârcılık (vurgunculuk) yapmak, mal sahiplerinin bir birlerini düşürmesi, faiz almak, hile yapmak, aldatmak ve sahtekârlık yapmak, kumar oynamak, zina etmek, homoseksüellik yapmak, kadının dişiliğini kullanmak, içkiyi imal etmek ve satmak, rüşvet almak ve buna benzer diğer us lüplerle insanın mülk edinmeye ve mülkü büyütmeye serbest olması demektir.

İslâm ise, bu hürriyetle de taban tabana zıttır ve onunla çelişir. Bu hürriyet, İslâm'daki malı mülk edinme hükümleriyle çelişir. Çünkü, İslâm; halkları sömürmek, onların servetlerini çalmak, zenginliklerine el koymakla savaşır. Riba (faiz) ile savaşır, ister faiz basit miktar olsun ister katlanmış olsun, hepsi İslâm'da haram ve yasaktır. İslâm, malı mülk edinme sebeplerini, malın geliştirilmesi ve ondaki tasarruf keyfiyetini belirterek sınırlandırdı. Belirttiği sınırlar dışına çıkmayı haram kılıp yasakladı. Müslüman’ın mülk edinme hususunda, bu mülkü geliştirmede ve bu mülkte tasarrufta bulunma hususunda bu sınırlara bağlı olmasını farz kıldı ve istediği şekilde mülk edinsin veya tasarrufta bulunsun (davransın) diye serbest bırakmadı. Daha doğrusu onu, koyduğu ahkâmla bağlı kıldı. Gasbetmek, çalmak, alıp götürmek, rüşvet, faiz, kumar, zina, homoseksüellik, aldatmak. hile, sahtekârlık, içkiyi imal etmek ve satmak, kadının dişiliğini kullanmak ve buna benzer mülk edinme us lüplerine başvurmayı ve onlarla mülkü çoğaltmayı haram kılıp yasakladı.

Bütün bu us lüpler, mülk edinmek ve mülkü geliştirmek için yasaklanan sebeplerdir. Herhangi mal, bu şekilde mülk edinilirse, Müslüman’ın ona malik olması da haramdır ve onu yapan cezalandırılır.

Böylece İslâm'da, mülk edinme hürriyetinin bulunmadığı apaçık şekilde görülür. Müslüman, İslâm'ın mülk edinmekle ve malda tasarrufu ile ilgili getirdiği ahkâmla kayıtlıdır, onları aşamaz.

Şahsî Hürriyet ise; her kayıttan çıkma hürriyetidir. Ruhanî, insanî ve ahlâkî her değerden ayrılma hürriyetidir. Ailenin parçalanması; varlığının ve bağlarının yok edilmesi hürriyetidir. Kendi adıyle her kötülüğün işlendiği ve her haramın mubah kılındığı hürriyettir. O hürriyet ki, batı toplumlarını insanı utandıran, hayvanlar topluluğu haline düşürdü. Ve o toplumların ahalisini, hayvanların seviyesinden daha aşağı bir seviyeye ulaştırdı.

Bu hürriyet, insana şahsî seyrinde istediği şekilde davranması ve şahsî hayatında zevk aldığı şekilde davranması hakkını verdi. Devletin ne de başkasının, insanın tam hürriyetle davranmasına karşı bir engel koyma hakkı yoktur. Böylece; zina, homoseksüellik (erkek ile erkek ve kadın ile kadın aralarında cinsî temas yapmak), içki, çıplaklık gibi herhangi bir baskı veya zorlama bulunmadan ve herhangi bir kayıt veya sınır tanımadan tam hürriyetle en basit ve alçak her işin yapılmasına müsaade etti.

Şüphesiz ki, İslâm'ın hükümleri bu şahsî hürriyetle tam şekilde çelişir. İslâm'da şahsî hürriyet yoktur. Her Müslüman, Allah'ın emirleri ve nehiyleriyle bütün fiillerinde ve davranışlarında bağımlıdır. Allah'ın haram kıldığı fiili yapması haramdır, haram bir fiil yaparsa günah işlemiş olur ve şiddetli bir cezayla cezalandırılır.

İslâm; zinayı, homoseksüelliği, içkiyi, çıplaklığı ve diğer kötü işleri haram kıldı ve bunların her birisine caydırıcı ceza koydu. Aynı anda İslâm, insanın güzel ahlâka ve övülen seciyelere sahip olmasını emretti. İslâm toplumunu, tahir (temiz) ve iffetli bir toplum haline getirdiği gibi yüksek değerlerin toplumu haline getirdi.

Yukarıda gösterilen hususlardan belli oluyor ki; Batı Hadareti, Batı Değerleri, Batının Bakış Açısı, Batılı olan Demokrasi ve Genel veya Temel Hürriyetler; İslâm'la ve İslâm'ın ahkâmıyla tam ve küllî şekilde çelişirler. Zira o Batı fikirleri, hadareti, nizam ve kanunları, hepsi küfürdür. Demokrasinin İslâm'dan olduğunu, onun şuranın aynısı olduğunu, marufu emretmek ve münkeri nehyetmenin aynısı olduğunu ya da idarecileri muhasebe etmenin aynısı olduğunu, söylemek, saptırmadan ya da cahillikten başka bir şey değildir.

Zira şura, marufu emretmek, münkeri nehyetmek ve idarecileri muhasebe etmek, birer şerî hükümlerdir ki, Allah onları indirip Müslümanların onların birer şerî hükümler itibarıyla almalarını ve onlara bağlanmalarını emretti.

Demokrasi ise, şerî hüküm olmadığı gibi Allah’u Teâlâ'nın indirdiği ve teşrî ettiğinden değildir. Ancak, o; beşerin çıkarttıkları ve teşrî ettiklerindendir.

Aynı anda demokrasi, şura demek değildir. Çünkü, şura; sırf görüş göstermektir. Demokrasi ise; hayata bakış açısıdır. Beşerin (insanların) akıllarından çıkarttıkları vahye binaen değil de akıllarının gördüğü maslahat ve menfaate binaen çıkarttıkları anayasa, nizam ve kanunları koymaktır.

Bundan dolayı, Müslümanların demokrasiyi almaları ve kabul etmeleri haram olduğu gibi ona davet etmeleri veya onun esası üzerine parti kurmaları, onu hayata bakış açısı olarak ittihaz etmeleri veya onu tatbik etmek için almaları haramdır. Yine onu, anayasanın ve kanunların esası kılmaları veya anayasa ve kanunların kaynağı olarak tayin etmeleri veyahut onu öğretimin temeli veya gayesi olarak tayin etmeleri de haramdır.

Aynı anda, Müslümanların demokrasiyi tam ve küllî şekilde ret etmeleri ve terk etmeleri en elzem farzdır. Çünkü, kendisi pis ve necistir, tağutun hükmüdür. Bizatihi küfürdür, sistemi, fikirleri ve kanunları küfürdür. İslâm'la yakından uzaktan herhangi bir ilgisi yoktur.

Yine, Müslümanların İslâm'ın tamamını kâmil şekilde hayatta, devlette ve toplumda uygulama ve yürütme mevkiine koymaları da en elzem farzdır.

"Kendisine hidayet gösterildikten sonra kim, Resule (Resulün getirdiği Kuran ve Sünnete) karşı çıkar ve müminlerin yolundan (İslâm Yolundan) başka bir yola tabi olursa, onu o yolda bırakırız ve Cehenneme sokarız. O (Cehennem), ne kötü bir gelecektir." (Nisa : 115)

******

   
 
Pencereyi Kapat