BU DURUMDA İSLÂM BİZDEN NE YAPMAMIZI İSTİYOR?

a- İslâm'ı Tekrar Hayata Hakim Kılmak İçin Çalışmanın Farziyeti:

Allahu Teala şöyle buyurdu:

وأن احكم بينهم بما أنزل الله ولا تتبع أهواءهم واحذرهم أن يفتنوك عن بعض ما أنزل الله "Aralarında Allah'ın indirdikleri ile hükmet, heveslerine (akıllarına) uyma. Allah'ın sana indirdiği şeylerin bazısından seni saptırmalarından sakın." (Maide 49)

Allahu Teala, insanları hidayete ulaştırmak ve dünyadaki bütün beşeri toplumların tarz ve şekillerinden farklı, apayrı ve hiç benzeri bulunmayan bir tarzda, evrensel bir toplumu meydana getirmek için Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'i İslâm risaletiyle bütün dünyaya bir Rasul olarak göndermiştir. Yine bu toplumun akidesi olarak, siyasi ruhi bir akide olan İslâm akidesini kabul etmiştir ki, bu akideden fışkıran ve onun esası üzerine tesis edilen bütün fikirler, dünya ve ahiret işlerinin güdülmesi ile ilgili hükümleri ele alır. Hayata bakışı, ister toplumun üzerine kurulduğu esas olsun, ister kendisini teşrî eden (meydana çıkartan) kaynakta olsun, isterse külli ve cüzi hükümlerde olsun yine onu dünyada varolan bütün fikir ve hükümlerden değişik, onlardan farklı fikir ve hükümler olarak kabul etmiştir.

İslâmiyet'in bu siyasi akidesi; hayatın bütün işleri ve insanlar arasındaki bütün ilişkiler hakkında fikir ve hükümler gösterdiği gibi, bu işleri ve ilişkileri gütmekle ilgili fikir ve hükümler de göstermiştir. Bu işler ve ilişkiler, ister hükmetmekle veya iktisatla ve sosyal hayatla, eğitim veyahut iç ve dış siyasetli ilgili olsun, ister İslâm devletinin diğer devletler, ümmetler ve halklarla olan alakalarıyla ilgili olsun, ister idare edenle idare edilen insanlar arasındaki alakalarla ilgili olsun, isterse fertler arasında cereyan eden muameleler hakkında veya akideye, canlara, mallara, ırzlara, haysiyetlere yapılan tecavüzlerle ilgili cinayetlere ilişkin bütün hususlarda olsun hepsi de bu siyasi akideye bağlıdır.

Bunun için, İslâmiyet'in getirdiği bu siyasi akide, şümullü/kapsamlı ve kamil/olgun bir akidedir. O hayatın bütün tezahürlerini ve şekillerini ele aldığı gibi, hayatın bütün vakıalarını da en ince şekilde ele alıp, tedavi eder tanzim eder. Allahu Teala şöyle buyurdu:

اليوم أكملت لكم دينكم وأتممت عليكم نعمتي ورضيت لكم الإسلام دينا “Bugün size dininizi tamamladım, sizin için nimetimi tamamladım ve sizin için bir din olarak İslâm'ı kabul ettim.” (Maide 3)

İslâm siyasi akidesi, Müslümanlara İslâm'dan fışkıran hükümleri aynen uygulamalarını, onun esası üzerine kurulan, müstakil ve sadece kendine dayanan İslâm’i bir varlık kurmalarını ve benzeri bulunmayan tarzda bir toplum tesis etmelerini farz kıldı. Ayrıca cinsleri, ırkları ve renkleri ne kadar değişirse değişsin, bütün Müslümanların İslâm akidesi etrafında toplanıp bir ümmet olmaları, tek bir devlet gölgesi altında, sancağı La İlahe İllallah Muhammedur Rasulullah olan, Rasullulah Sallallahu Aleyhi Vesellem’in siyah Rayet-ül Ukab sancağı altında yani tek bir bayrak altında toplanmalarını farz kılmıştır. İslâm akidesi, ölçü olarak helal ve haramı ele aldığı, onların bakış yönlerini tek bir yöne birleştirdiği gibi, vakıa ve hadiseler için her konuda hüküm vermek için bu akideden çıkan nizama yani İslâm nizamına başvurmalarını, onunla hükmetmelerini bütün Müslümanlara farz kılmaktadır.

Allahu Teala bütün Müslümanlara, bütün meselelerini Allah ve Resulünün hükümlerine götürmeyi, Resulü Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'e indirdiklerini (Şerîatı) uygulamayı, onlarla hükmetmeyi ve hayatın herhangi bir iş ve hususunda ondan başkasıyla hükmetmemeyi kitabında emretti:

إنا أنزلنا إليك الكتاب بالحق لتحكم بين الناس بما أراك الله ولا تكن للخائنين خصيما "Sana kitabı (Kur’an'ı) hak ile indirdik ki, Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin." (Nisa 105)

Yine Allahu Teala, insanların heveslerine ve görüşlerine bağlanmayı ve Allah'ın indirdiği hükümlerden başka hükümlerle hükmetmeyi, yasakladığı gibi, insanların kendisini Allah'ın indirdiği hükümlerin bir kısmından uzaklaştırmalarından sakındırdı. Şöyle ki;

وأنزلنا إليك الكتاب بالحق مصدقا لما بين يديه من الكتاب ومهيمنا عليه فاحكم بينهم بما أنزل الله ولا تتبع أهواءهم عما جاءك من الحق لكل جعلنا منكم شرعة ومنهاجا ولو شاء الله لجعلكم أمة واحدة ولكن ليبلوكم في ما آتاكم فاستبقوا الخيرات إلى الله مرجعكم جميعا فينبئكم بما كنتم فيه تختلفون “Sana da, daha önceki kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere hak olarak Kitab'ı (Kur'an'ı) gönderdik. Artık aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet; sana gelen gerçeği bırakıp da onların arzularına uyma. (Ey ümmetler!) Her birinize bir şeriat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (yol ve şeriatlerde) sizi denemek için (böyle yaptı). Öyleyse iyi işlerde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık size, üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeylerin (gerçek tarafını) O haber verecektir. (Maide 48)

Burada Resule yapılan hitap, onun nezdinde ümmetine yapılan hitaptır. Öyleyse Allah'ın indirdikleri ile hükmetmek Resulüne farz olduğu gibi bütün Müslümanlara da farz olur. Allahu Teala Müslümanların da Allah'ın indirdikleri ile hükmetmelerini, sübutu ve delaleti kat'î olan Kur’an'ı Kerim'in ayetleriyle emretti ve Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenleri, kâfirler, zalimler, fasıklar olarak gösterdi. Şöyle ki:

ومن لم يحكم بما أنزل الله فأولئك هم الكافرون "... Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenler, kâfirlerin ta kendileridir." (Maide 44)

ومن لم يحكم بما أنزل الله فأولئك هم الظالمون "... Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenler, zalimlerin ta kendileridir." (Maide 45)

ومن لم يحكم بما أنزل الله فأولئك هم الفاسقون "... Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenler, fasıkların ta kendileridir." (Maide 47)

Yine Müslümanlara, Allah'ın ve Resulünün bütün hükümlerine mutlak şekilde teslim olmaları, İslâm hükmünün kabul edilmesinden dolayı nefislerinde herhangi bir sıkıntının bulunmamasını da farz kılmıştır. Allahu Teala şöyle buyurdu;

فلا وربك لا يؤمنون حتى يحكموك فيما شجر بينهم ثم لا يجدوا في أنفسهم حرجا مما قضيت ويسلموا تسليما "Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarına çıkan ihtilaflarda seni hakem kılmadıkça iman etmiş olmazlar." (Nisa 65)

Allahu Teala mü'minlerin idareciler ile aralarında çıkan ihtilafta da Allah'ın ve Resulünün hükümlerine dönmeyi emretti. Şöyle buyurdu:

فإن تنازعتم في شيء فردوه إلى الله والرسول Eğer Allah'a ve kıyamet gününe iman etmiş iseniz, bir şey hakkında çekişince, o hususu Allah'a ve Resulüne götürün. (Nisa 59)

İşte bu ayet, bütün meseleleri Allah'ın ve Resulünün hükümlerine götürmeyi Allahu Teala'ya ve kıyamet gününe imanın işaret, göstergesi saymıştır.

Bunun için Müslümanların fakihleri ve müçtehitleri Dar-ül İslâm'ı şöyle tarif etmişlerdir: "İçinde İslâm ahkâmının (İslâm hükümlerinin) uygulandığı ve emniyeti Müslümanların emniyeti altında olan yerdir." İslâm hükümlerinin uygulaması durdurulup, küfür hükümleri uygulanırsa o memleketin bütün ahalisi (Türkiye gibi) Müslüman da olsa, o yer Dar-ül Küfre çevrilmiş olur.

Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem, Allahu Teala'nın kendisine indirdiği İslâmiyet'i aynen hayatın her alanında uygulamıştı. Ondan sonra gelen Müslümanlarda Raşit Hâlifeler döneminde İslâm'ı aynen uyguladılar. Yine bütün asırlar boyunca, Müslümanların idarecileri tarafından da uygulanmıştı. Fakat bazı dönemlerde kötü tatbikatlar meydana geliyordu. Bu bozukluklar özellikle iktidar ve maliye işlerinde oluyordu. Bu kötü tatbikatların meydana gelmesine rağmen İslâm dışında başka bir şeyin tatbiki söz konusu olmuyordu. Osmanlı devletinin son günlerinde, inhitat/yıkılma asrının sonlarına kadar başka bir düzen ortaya atılmadı. Osmanlı devleti zaafa uğradıktan sonra, İslâm hüküm ve nizamları hakkında ve hayat vakıalarını o hüküm ve nizamların tanzim etmesi hakkında şüpheler ortaya çıkartılmaya çalışıldı. Avrupa kendi ekonomik ve teknolojik kalkınmasını gerçekleştirdikten sonra Müslümanların içinden bazı kişileri etkiledi. Sömürgeci kafir batı devletleri böylesi kişileri de kullanarak, kendi batı hadaretine/kültürüne, fikir ve nizamlarına davet etmeye başladılar. Aralıksız devam ettirilen yoğun ve aldatmaya yönelik müjdeleyici hamlelerin, propagandaların nihayetinde Hilâfet devleti yok edildikten sonra, kâfir batı devletleri, İslâm hüküm ve nizamlarını uygulamadan kaldırmak ve yerine kendi hüküm ve nizamlarını koymak için birçok imkânlar, fırsatlar kazandılar, buldular. Kâfir batı devletleri, böyle ortamlarda kendi hadaretlerinden kaynaklanan fikir ve mefhumlarını Müslümanlar arasında yerleştirmek için birçok fırsatları buldular. Bundan gayeleri, İslâmiyet'in fikri, kültürü, düzeni ve hükümleri tamamen Müslümanlardan uzak kalsın, İslâm hayata ve iktidara dönmesin ve Hilâfet tekrar vücuda gelmesin ki, böylelikle kendileri Müslümanların memleketlerine hakim olsun, servetlerini ve bütün zenginliklerini soymada ve yağmalamada emin olsunlar. İslâm toprakları, kâfir batı devletlerinin fabrikaları için hammadde kaynakları ve ürettikleri her şey için tüketici pazarlar haline çevrilip bu halde devam etsin. İslâm topraklarını stratejik bölgeler haline getirip, kâfir batı memleketleri ve devletleri için ileri savunma hattı olsun.

Daha önce de bahsettiğimiz gibi, İslâm hayattan ayrılamayacağı gibi, hayatın bütün müşküllerini tedavi etmek, hayatı tanzim etmek için gelmiştir. Devleti kendisinden bir parça olarak saymıştır. Çünkü devlet, kendi nizamı ve hükümlerinin uygulanması için kabul ettiği ve farz kıldığı bir metottur. Yine İslâm'ın bakış açısı ve olaylar, vakıaları, nizam ve fikirleri ölçmek için kullandığı ölü, helal ve haramdır. Bu aynı anda itici ve hareket verici bir faktördür. Allahu Teala İslâm hükümlerine göre değil de, tağut ve küfür hükümlerine göre muhakeme olmayı isteyenleri, şu şekilde teşhir etti:

يريدون أن يتحاكموا إلى الطاغوت وقد أمروا أن يكفروا به ويريد الشيطان أن يضلهم ضلالا بعيدا "Tağuta muhakeme olunmak istiyorlar. Fakat onlara onu inkâr etmeleri ve reddetmeleri emredildi. Şeytan onları uzak delalete düşürmek istemektedir." (Nisa 60)

Şüphesiz ki, İslâmiyet'in hayat vakıasına ve iktidara geri dönmesi, devletin resmi dininin İslâm olduğunu belirten bir maddenin anayasaya koyulması veya İslâmiyet'in anayasa ve kanunlar için bir kaynak olduğunu ifade eden bir maddenin bulunmasıyla da mümkün olmaz. Çünkü böyle bir madde koymak şekli ve değersiz bir şey olduğu gibi, idarecilerin Müslümanları aldatmak için başvurdukları bir yoldur.

Şüphesiz ki, İslâm'ın yeniden iktidara ve hayat vakıasına dönmesi ancak ve ancak İslâm akidesini anayasa ve diğer kanunlar için bir esas olarak kılmakla ve varolan bütün iktidar şekillerini iptal edip İslâm'daki iktidar şekli olan halifelik veya imamlığı tekrar iade etmek, mevcut olan bütün anayasa ve kanunları ortadan kaldırıp onların yerine Allahu Teala'nın kitabı ve Resulünün sünnetinden ve onların göstermiş olduğu Şer'î kıyas ve icmadan alınan ve İslâm akidesine göre tesis edilen anayasa ve kanunlar koymakla gerçekleşir.

Allahu Teala, hayatımızın her işinde İslâmiyet'i uygulamamızı farz kıldığı gibi, İslâmiyet'in bakış açısıyla da, kayıtlı olmamızı farz kılıyor. Yine bütün vakıa, olay, nizam ve fikirlere bakarken helal ve harama bakmamızı farz kıldığı gibi, onu ölçü olarak kullanmamızı da farz kıldı. Nitekim bu helal ve haram ölçüsü Hilâfeti iade etmeyi ve Allahu Teala'nın hükmünü yeryüzüne tekrar geri getirmek için çalışmamızı farz kıldı. Bu nedenle üzerimizden günahı kaldıralım. İdarecilerin direnişleri, vahşice işkence çektirmeleri ve zulümleri bizleri dehşete düşürmesin. Azimlerimizi kırmasın. İslâmiyet'i yeniden hayata iade etmek için yapacağımız çalışmada mallarımız, çocuklarımız, eşlerimiz, aşiretimiz, ticaret ve mülkümüz bizi engellemesin. Zira bunların hepsi fanîdir ve bütün bunlar Allah Subhânehu Ve Teala'nın nezdinde bizim için mazeretler değildir. Öyle ise Allahu Teala'nın emrine icabet edelim ki, başarılı olup zilletten izzete çıkarak dünyada ve ahirette Allah'ın azabından emin olarak O'nun sonsuz rahmet ve nimetlerine kavuşalım.

Müslümanların hem Allahu Teala'nın indindeki mesuliyetlerinden kurtulmaları, hem de dünyadaki şu zilletten kurtularak izzete kavuşmaları ve böylelikle dünya ve ahirette kurtulanlardan, ebedi saadete kavuşanlardan olmaları için, İslâm nizamını yeniden hayata hakim kılacak ve Allah'ın hükümleriyle hükmedecek olan hilâfet devletinin kurulması için ihlasla çalışmaları, mücadele etmeleri, Allah Subhânehu Ve Teala'nın şu ayetine dikkatlerini vermeleri olmazsa olmaz şartlardandır:

قل إن كان آباؤكم وأبناؤكم وإخوانكم وأزواجكم وعشيرتكم وأموال اقترفتموها وتجارة تخشون كسادها ومساكن ترضونها أحب إليكم من الله ورسوله وجهاد في سبيله فتربصوا حتى يأتي الله بأمره والله لا يهدي القوم الفاسقين "Deki, babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesata uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler, size Allah'tan Resulünden ve Allah yolunda cihat etmekten daha sevgili ise Allah'ın emrinin (dünyada belaların ve ahirette azabın) gelmesini bekleyin. Allah fasık kavmi (Allah'tan ve Resulünün ve onun yolunsa cihat etmekten başka şeyler tercih eden yoldan çıkmış, sapmış kavmi) hidayete erdirmez." (Tevbe 24)

b- Raşidi Hilâfet Devleti’nin Önemi ve Kurulmasının Farziyeti:

Bilhassa 19. yüzyılın sonlarına doğru hilâfet hakkında pek çok yazı yazıldı ve çok saldırı yapıldı. O dönemde hilâfete saldıranlar, İslâm'ın ve Müslümanların düşmanları sömürgeci kâfirlerin kalemleri durumunda olan müsteşrik kâfirlerdi. Onlar kaleme aldıkları makale ve kitaplarında İslâm’i değerlere özelliklede Hilâfet kavramı ve sistemine sürekli olarak iftira, yalan ve karalama kampanyası ile alçakça saldırıyorlardı. Bu süfli/alçak çalışmaları karşılığında da küfür devletlerinden keseler dolusu altınlar ve çeşitli unvanlar (Dr, Doç, Prof vb.) alıyorlardı. Bu müsteşrikler denilen kâfirler hilâfet hakkında sürekli şunları yazıp söylüyorlardı: "Hilâfet despotist bir sistemdir." "Müslümanların kitabında "hilâfet" diye bir sistem yoktur. Onun için hilâfet İslâm'a ait değil de Araplara ait, özellikle Muhammed'den sonra Arap geleneğine uygun olarak ortaya çıkmış tarihi bir kurumdur." (T. Arnold)

O alçak kâfirlerin böylesi alçak saldırı ve karalamalarını anlamamız mümkündür. Çünkü Rabbimizin de buyurduğu gibi;

إن الكافرين كانوا لكم عدوا مبينا "Muhakkak ki kafirler size apaçık düşmandırlar." (Nisa 101)

Anlayamadığımız husus, bugünlerde Müslümanların evlatlarından bazı yazar diye bilinenlerin aynı çizgide sözleri hem de "İslâm'ı iyi anlama" sloganı altında terennüm edip durmalarıdır. Şimdi bu sözlerden bazılarını buraya alarak incelemeye tabi tutalım:

-Anlaşılıyor ki hilâfet siyasal kaygılarla üretilmiş bir adlandırmadır ve hep de öyle kalmıştır.

-Asıl üzerinde durmak istediğimiz konu, İslâm ümmetinin siyasal birliğinin sembolü olan hilâfet...

-Müslüman aydınlar, hızla ümmetleşmeye doğru yol alan dünyamızda İslâm ümmetinin birliği için yeni projeler üretmeli, konunun üzerine hassasiyetle eğilmelilerdir.

-Hilâfetin, Türkiye istese bile canlandırılabileceğini sanmıyoruz. Günün dünyasına, bugünün ihtiyaçlarına cevap verecek yeni kurumlar gerekiyor.

-Hilâfetin ilanı dertlere derman olsaydı, Osmanlı devleti yıkılmazdı. Emeviler'de, Abbasiler'de, Endülüs'te hâlifeler vardı, sonra ne oldu? Bir kişi hâlife olsa bile elli tane İslâm ülkesinin hangisine laf anlatacak? Hâlife yerine İslâm asambles/kurulu düşünülmeli. Bu meclis belki bir şeyler yapabilir. Avrupa'daki birlik ve beraberlik bize de örnek olmalı. İslâm ülkeleri de aynı hakkı kullanmalı.

-Hilâfetin, Müslüman bireyin ve geleneksel dünyanın bilincinde halâ güzel bir hatıra hatta kutsal bir makam olduğunda şüphe yok. Ama ben yine de bu kurumun dinî mi yoksa tarihi mi olduğu yolunda bir sualin sorulmasını gerekli görüyorum.

-Hilâfet modelinde hukuki boşluklar...

-Raşid hâlifelerin hilâfet modeli kendi döneminin şartlarında önemli bir fonksiyon görmekle beraber bugün için karşımıza bazı zorlukları çıkarmaktadır... Bütün bunlardan hareketle, Kur’an'da ve Sünnette İslâm kamu hukuku ile ilgili, yer alan hükümleri göz önüne aldığımızda ilk İslâm cemaatinin geliştirdiği hilâfet modelinin bir sahabe içtihadı olduğu sonucuna varıyoruz. Sahabe içtihadı hukukun kaynakları arasında yer almakla beraber sonuç itibarı ile içtihat olması dolayısıyla dinin usulü kapsamında değil, füru kapsamında yer almaktadır. Bu da devletin kuruluşu yönetilenlerin yöneticilerle olan ilişkileri ve bu konularda ihtiyaç hissedilen hukuki kural ve mekanizmalar tarif ve ihdas etme (yeniden bir şey yapmak, meydana getirmek) konularının kısaca, kamu hukukunun Müslümanların içtihadına, zamanın ve şartların icabına bırakıldığını göstermektedir. Nitekim Kur’an ve Sünnet sabit bir yönetim şekli öngörmemiştir. Belki hilâfet tarihi bir kurum olma özelliğinin ötesinde, yeni içtihat ve İslâm’i perspektiflerle İslâm dünyasında siyasi ve manevi bir üst birleştirici kimlik rolü oynayabilir. Ama her durumda bu içtihat alanına ait bir konudur ve Müslüman dünya içtihat sayesinde hilâfeti yeniden tanımlamak ve gerekiyorsa çıkış yolunu bulabilecek kaynak ve iradeye sahiptir.

Bütün bu ifadelerden şu sonuçlara varılmak istendiği görülüyor:

1- Kur’an ve Sünnette bir yönetim modeli ve kamu hukuku ile ilgili bir düzenleme yoktur.

2- Hilâfet İslâm'a ait değil de sahabelerin ve diğer Müslümanların o zamanki şartlar içinde bulup geliştirdikleri bir sistemdir. Yani İslâm’i değil de tarihi bir kurumdur.

3- Müslümanlar zaman ve mekân şartlarına, koşullarına göre yeni yeni hüküm, kanun ve sistem geliştirebilirler ve de geliştirmelidirler.

4- Raşidi hilâfet de dahil, hilâfet sistemi günün ihtiyaçlarını karşılayamaz. Ya da hilâfet sistemini uygulamak zordur. Onun için Müslümanlar hilâfet sistemi yerine, Avrupa modelinden esinlenen bir İslâm asamblesi sistemini almalıdırlar.

Bu noktalara cevap vermeye geçmeden önce şunu belirtmek istiyoruz: Bu fikirler, eğer ihanet mahsulü değilse ancak gaflet ve cehalet mahsulüdürler. Kesinlikle İslâm’i bir zihniyete ait değildirler. Müsteşrik kâfirlerin takriben bir asır önce ekmiş olduğu tohumlarla ümmetin bağrında biten ayrık otlarıdır. Bunu böyle bilip böyle değerlendirmek gerekir. İslâm şeriatına dayanmayan her fikrin merdud olduğu bilinip sahiplerinin suratına fırlatılmalıdır. Ümmetin, özellikle de İslâm'a tekrar yönelmiş durumda olan genç neslin akıllarını, zihinlerini İslâm kisvesine büründürülmeye çalışılan böylesi fasit ve merdud fikirler ile kirletmeye kimsenin hakkı yoktur. İslâm’i zihniyete sahip olmayan insanlar, birtakım İslâm’i malumata sahip olsalar da küfrün taşeronu olmaktan kurtulamazlar. Bu fikirlerin sahiplerine, kendilerine gelip, mevcut maslahatçı veya şartlara ve koşullara teslimiyetçi İslâm esaslarına dayanmayan düşünce yapılarını top yekûn çöpe atıp, İslâm’i düşünce sistemini ve zihniyetini korumak için çalışmalarını ve Allahu Teala'dan hakkıyla korkmalarını tavsiye ediyoruz.

Şimdi yukarıda iktibas edilen ifadelerden çıkan o dört maddeyi cevaplandırmaya çalışalım:

1- Kur’an ve Sünnette bir yönetim modeli ve kamu hukuku ile ilgili bir düzenleme yok mudur?

Yani devletin kuruluşu, yönetim şekli, yönetenlerin yetki ve sorumlulukları, yönetenle yönetilenler arasındaki ilişkiler ve bu konuda gerekli olan hukuki kural ve mekanizmalar hakkında bir düzenleme yok mudur? Bu saydığımız hususların insan yaşamında bir yeri yok mudur? İslâm hayatın tamamını kapsayan bir din değil midir? Allah bu dini tamamlayıp ikmal etmemiş midir? Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem Allah'ın indirdikleriyle hükmettiği, yönettiği bir devlet kurmamış mıdır?

Elbette ki, devlet ve toplum ilişkileri toplumsal bir varlık olan ferdin yaşamında büyük bir yer teşkil eder. Fert bu yaşamından ahirette de hesaba çekilecektir. Elbette ki Allahu Teala, dinî yaşamın bu kesimini ihmal etmiş değildir. Hayatın en ince ayrıntısına kadar düzenlemeler getiren bu din, hayatın takriben üçte ikilik kısmını dolduran toplumsal ve devletle ilgili yönünü ihmal mi etmiştir? Elbette ki hayır. Nitekim Kur’an ve Sünnette geçen binlerce geçen ahkam ayetleri ve hadisleri bunu ifade etmiyor mu?

Müslümanlar ancak Allahu Teala'nın indirdiği hükümler ile yani İslâm Şerîatı ile yönetilmeye razı olmakla, onun dışındaki sistemleri yani tağuti sistemleri reddetmekle emrolundular. Nitekim Allahu Teala şöyle buyurdu:

ألم تر إلى الذين يزعمون أنهم آمنوا بما أنزل إليك وما أنزل من قبلك يريدون أن يتحاكموا إلى الطاغوت وقد أمروا أن يكفروا به ويريد الشيطان أن يضلهم ضلالا بعيدا(60)وإذا قيل لهم تعالوا إلى ما أنزل الله وإلى الرسول رأيت المنافقين يصدون عنك صدودا "Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? İnkâr ve reddetmekle emrolundukları halde tağut ile yönetilmek istiyorlar. Şeytan ise onları büsbütün saptırmak istiyor. Onlar Allah'ın indirdiğine (Kur’an'a) ve Resulüne gelin denildiğinde münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün." (Nisa 60-61)

Allahu Teala, Resulüne ve onun şahsında İslâm ümmetine Allah'ın indirdikleri ile hükmetmesini emretti. Şöyle buyurdu:

وأن احكم بينهم بما أنزل الله ولا تتبع أهواءهم واحذرهم أن يفتنوك عن بعض ما أنزل الله إليك فإن تولوا فاعلم أنما يريد الله أن يصيبهم ببعض ذنوبهم وإن كثيرا من الناس لفاسقون “(Sana şu talimatı verdik): Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına bela etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır.” (Maide 49)

Allahu Teala Resulüne Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyi emretmekle birlikte ona bunun keyfiyetini, yani yönetim şeklini de gösterdi. Şöyle ki:

إنا أنزلنا إليك الكتاب بالحق لتحكم بين الناس بما أراك الله ولا تكن للخائنين خصيما "Muhakkak ki biz, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği biçimde hükmedesin diye sana kitabı hak ile gönderdik." (Nisa 105)

Allahu Teala emirlerini metodu ile birlikte göndermiştir. Allahu Teala tarafından yapılması ile emrolunduğumuz bir şeyi yine Allah'ın gösterdiği biçimde yapmakla da emrolunduk. Zira Allahu Teala İslâm'ı fikir ve metot bütünlüğü içinde göndermiştir. Nitekim şöyle demiştir:

لكل جعلنا منكم شرعة ومنهاجا "Her birinize bir şerîat ve metot verdik." (Maide 48)

Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem her hususta olduğu gibi elbette ki Allahu Teala'nın indirdikleri ile yönetirken de, Allah'ın kendisine gösterdiğine yani gönderdiği vahye tabi oluyordu. Zira Allahu Teala şöyle dedi:

قل إنما أتبع ما يوحى إلي من ربي "Deki, ben ancak Rabbimden bana vahyolunana tabi olurum." (Araf 203)

O halde Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem Allahu Teala'nın indirdikleri ile yönettiği bir devlet kurduğuna göre, bu devletin kuruluşu, yönetim şekli, kamu hukuku ile ilgili tüm düzenlemeler ve mekanizmalar elbette ki Rabbimizin ona göstermesine yani vahyine göre olmuştur. Yani bu uygulama Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in şahsi görüşüne veya sahabelerin ve Müslümanların görüşlerine ya da zaman ve mekan şartlarına göre değildir. Nitekim Rasulullah'ın kurduğu devletin yönetim şekli ve kamu hukuku zamanındaki hiçbir devletin yönetim şekline benzemiyordu. Ne Kureyş'in yönetimine ne de Yahudilerin yönetimine, ne Yemen'in ne Habeş'in yönetimine, ne Kisra'nın ne de Kayser'in yönetim şekline, kısacası hiçbirine benzemiyordu. Kendisine has bir yönetimdi.

Devletin başında yönetici, yanında muavinleri, ülkenin idari birimleri olan vilayetlerde valiler, belli hükümlerin uygulanması ile yükümlü amiller, yargı işlerini yürüten kadılar, ordu ve teşkilatı, kendileri ile istişare eden toplumun ileri gelenleri, işlerin ve maslahatların idaresi için tayin edilmiş daire müdürleri statüsündeki kâtipler ve tümünün arasında varolan organik yapı ile kendisine özgün bir devletti. Bunun böyle oluşu, hevasından ve aklından hareket etmeyen Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in fiili Sünnetidir. O halde Kur’an ve sünnette bir yönetim modeli ve kamu hukukunu düzenleyen sabit kurallar yoktur, denilebilir? Yoksa Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in fiili sünneti hiçe mi sayılıyor? Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in vahye tabi olarak kurmuş olduğu bu devlet modeline hilâfet veya imâmet, yöneticisine hâlife, imam veya Emir-el mü'minin ya da sultan denmesi de yine Kur’an ayetlerine ve hadislere binaendir. Bunlar sonradan uydurulmuş isimler değillerdir. Bununla ilgili birkaç ayet ve hadisi şerif şöyledir:

ياداوود إنا جعلناك خليفة في الأرض "Ey Davut! Biz seni yeryüzüne hâlife yaptık..." (Sad 26)

قال إني جاعلك للناس إماما "Ben seni, insanlara imam yapacağım, dedi." (Bakara 124)

Hadisi Şerifte şöyle geçti:

"İmam da çobandır ve tebaasından mesuldür..." (Buhari, Tirmizi, Ahmed b. Hanbel)

"Muhakkak ki imam bir kalkandır, onun arkasında savaşılır ve onun ile korunulur." (Buhari, Müslim, Ebu Davut, Nesai, Ahmed b. Hanbel)

"Kim bir imama biat edip, elini sıkarsa ve rıza gösterirse, gücünün yettiği kadar itaat etsin..." (Müslim, Nesai, İbni Mace, Ahmed b. Hanbel)

"Kim ki emirinde kerih bir şey görürse, sabretsin..." (Buhari, Müslim, Ebu Davut)

"Velisi olmayanın velisi ise sultandır." (Ebu Davut, Tirmizi, İbni Mace, Daremi, Ahmed b. Hanbel)

Bütün bunlara ve daha birçok delillere rağmen yine de; ‘Kur’an ve Sünnette bir yönetim modeli yoktur, hilâfet yoktur’ demek için ya bu delilleri inkâr etmek ya da kör olmak gerekir.

2- Hilâfet İslâm'a ait değil de sahabelerin ve diğer Müslümanların o zaman ki şartlar içinde bulup geliştirdiği bir sistem midir? Yani İslâm’i değil de tarihi bir kurum mudur?

Hilâfet'in İslâm'dan olduğunu Kur’an ve Sünnetten deliller ile yukarıda izah etmeye çalıştık. Buna rağmen hilâfetin İslâm'dan olmadığı nasıl söylenebilir? Nasıl sahabelerin ve diğer Müslümanların uydurduğu veya uydurdukları bir sistemdir, İslâm’i değil de tarihi bir kurumdur denilebilir? Bu çok isafsızca bir iddiadır. Öyledir çünkü Allahu Teala insan yaşamının tamamını kapsayan bir din göndermiştir. Bu dini de "nimeti" olarak vasıflandırıp tamamladığını, kemale erdirdiğini ve ancak ondan razı olduğunu başka hiçbir din ve yaşam modeline razı olmadığını bildirmiştir:

اليوم أكملت لكم دينكم وأتممت عليكم نعمتي ورضيت لكم الإسلام دينا "Bugün size dininizi ikmal ettim ve üzerinize nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâm'dan razı oldum." (Maide 3)

إن الدين عند الله الإسلام "Muhakkak ki Allah nezdinde din İslâm'dır." (Ali İmran 19)

ومن يبتغ غير الإسلام دينا فلن يقبل منه وهو في الآخرة من الخاسرين "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa bilsin ki, kendisinden böyle bir din asla kabul edilmeyecek ve ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır." (Ali İmran 85)

Şu halde, Allahu Teala hayatın tamamını kapsayan kâmil bir din göndermiştir. Hilâfet de, hayatta yönetim ve kamu hukuku ile ilgili Şer'î ahkâmdandır. Yani Allah'ın dinindendir.

Ayrıca hilâfeti sahabelerin görüşü olarak söylemek de abesle iştigaldir. Demek ki, Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem vefat edince sapıttılar da Allahu Teala'nın dininde olmayan yeni bir yönetim modeli ortaya attılar, öyle mi? Böylesi bir iddia Allahu Teala'nın övgüsüne mazhar olmuş sahabeler hakkında adi bir iftiradan ve saygısızlıktan başka bir şey değildir. Zira Allahu Teala onları şöyle methetmiştir:

والسابقون الأولون من المهاجرين والأنصار والذين اتبعوهم بإحسان رضي الله عنهم ورضوا عنه وأعد لهم جنات تجري تحتها الأنهار خالدين فيها أبدا ذلك الفوز العظيم "(İslâm dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedi kalacakları zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur." (Tevbe 100)

Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'den sonra sahabeler, kimin hâlife olacağını aralarında istişare ile tartıştılar. Ancak bu tartışma kesinlikle sistem tartışması değildi. Çünkü Allahu Teala dinini noksan göndermedi. O'nun dininde hukuki bir boşluk kesinlikle yoktur. Öylesi bir iddia ancak Allahu Teala'ya ve dinine adi bir iftira olur.

Bu hususta söylenen şu sözlerin batıllığına dikkat edilmesi gerekir:"İlk İslâm cemaatinin geliştirdiği hilâfet modelinin bir sahabe içtihadı olduğu sonucuna varıyoruz. Sahabe içtihadı hukukun kaynakları arasında yer almakla beraber sonuç itibarı ile içtihat olması dolayısıyla dinin usulü kapsamında değil dinin füru kapsamında yer almaktadır."

Bu sözler karşısında soruyoruz! İctihad tarihi bir kurum mudur? Mücerret beşeri bir görüş müdür? Tarihi bir kurum ve mücerret beşeri bir görüş ise, nasıl İslâm hukukunun kaynağı olabilir? Dinin usulü nedir, füru nedir? Dinin usulü alınır da füru terk mi edilir? Dinin usulünden amaç sadece inançlar ise İslâm dininin Şerîat ve ahkâmı zamanla terk edilebilir mi? Dinin usulünden kasıt usulü fıkıh ise, yani fıkhın kaynakları ise sahabenin içtihadı da fıkhın kaynağından dendiğine göre dinin usulünden sayılmaz mı?

Bu soruları yukarıda iktibas ettiğimiz sözün ne denli boş ve kendi içinde tutarsız, çelişkili bir söz olduğunu göstermek için sorduk. İçtihat mücerret beşeri bir görüş değildir. Şari'nin hitabına yani Şer'î delile dayalı olarak kişinin zihninde Şari'nin hükmü olduğuna dair oluşan kanaattir. Şer'î delile dayalı olmayan fikir, görüş ve ameller içtihat değildir. Müslümanların nezdinde böylesi görüşlerin hiçbir kıymeti de yoktur.

Zira Şerîata dayanmayan her fikir ve amel Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in ifadesiyle merdudtur: "Kim bizim bu işimizde (dinimizde) olmayan bir şeyi sonradan ortaya koyarsa (ihdas ederse) o ret olunur." (Müslim)

"Bizim dinimize dayanmayan her amel ret olunur." (Müslim)

Şu halde mücerret beşeri görüşe Şer'î ıstılahta içtihat denmez. İçtihat, istihraç ya da istinbattır. Yani hükmü delilden çıkarmaktır. Başka bir deyimle içtihat; Şer'î hükmü Şer'î delilden çıkarmanın yolu ve belli bir Şer'î disiplin içinde yapılan çalışmadır. Onda keyfilik yoktur. İçtihat neticesinde kişinin zihninde oluşan kanaat Şer'î hükümdür. Yani o konu hakkında Allahu Teala'nın hükmüdür. Şu halde içtihat ile elde edilen hüküm şahsi görüş değil İslâm’i görüştür. Yani dindendir. Eğer dinin füru diyerek kastedilen Şer'î hükümler ise, içtihat ile elde edilmiş bile olsa biz Müslümanlar İslâm'ı usulü ve füru ile topyekun kabul etmekle ve ona teslim olmakla emrolunduk. Zaman, mekân şartlarına göre veya şahıslara göre biz Şer'î hükümleri terk etme ya da değiştirme hak ve yetkisine sahip değiliz. Dinde keyfilik yoktur. Kim bunu yapmaya kalkarsa, dini zaman mekân şartlarına uydurmaya, çağdaşlaştırmaya kalkarsa, Kur’an'ı Kerimde açıkça zemmedilen Yahudi ve Hıristiyanların dinlerini tahrif etmeleri sıfatı ile sıfatlanmış olur:

فبما نقضهم ميثاقهم لعناهم وجعلنا قلوبهم قاسية يحرفون الكلم عن مواضعه ونسوا حظا مما ذكروا به "Sözlerini bozmaları sebebi ile onları lanetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kendilerine zikredilenin önemli bir kısmını unutarak kelimelerin yerlerini değiştirirler." (Maide 13)

Şu halde, sahabe içtihadıdır diyerek hilâfeti şahsi ve tarihi bir görüş ve kurum olarak saymak ve iddia etmek boş ve batıl bir iddiadır. Kaldı ki; hilâfet sahabe içtihadı da değildir. Hilâfet Allah'ın Resulüne gönderdiği bir yönetim sistemidir.

3- Müslümanlar zaman ve mekan şartlarına, koşullarına göre yeni yeni hükümler, kanun ve sistemler koyup geliştirebilirler mi?

Elbette ki hayır. Zira Müslümanlar her zaman ve mekanda, koşulda sadece Allahu Teala'ya kuldurlar. Heva ve heveslerine ya da koşullarına değil. Her zaman, mekân ve koşulda Alah'ın emirlerini gözetmelidirler. Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in getirdiklerini alıp nehiylerini terk etmelidirler. Aksi halde dünyada rezil rüsvay, ahirette ise elim bir azapla azaplanacaklarını bilmelidirler. Nitekim Allahu Teala şöyle buyurdu:

وما آتاكم الرسول فخذوه وما نهاكم عنه فانتهوا "Rasul size ne getirdi ise onu alın, sizi neyden nehyettiyse ondan sakınınız." (Haşr 7)

فليحذر الذين يخالفون عن أمره أن تصيبهم فتنة أو يصيبهم عذاب أليم "Onun emrine muhalefet edenler, kendilerine bir musibet veya elim bir azabın isabet etmesinden sakınsınlar." (Nur 63)

Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle buyurdu: "Kim bizim bu dinimizde olmayanı sonradan ihdas ederse o ret olunur." (Müslim)

4- Raşid hâlifeler dönemi de dahil, hilâfet sistemi günün ihtiyaçlarını karşılayamaz mı? Ya da hilâfet sistemini günümüzde uygulamak zor mu? Onun için Müslümanlar hilâfet sistem yerine Avrupa modeli gibi bir İslâm asamblesi sistemini mi almalıdırlar?

Böylesi iddia ve teklifler kesinlikle İslâm’i bir zihniyetin ürünü olamaz. O halde böylesi fikirlerin sahipleri öncelikle zihniyetlerini İslâm’i esaslar doğrultusunda mutlaka değiştirmelidirler.

Kitap, Sünnet ve Sahabenin icmaı ile İslâm'dan olduğu sabit olan, hem de kâmilen en iyi şekilde uygulanmış olan Raşidî Hilâfet sisteminin bugünün ihtiyaçlarını karşılayamayacağı kuruntusu ile terk edilmesini bir Müslüman nasıl teklif eder? Dinin bir hükmünü dahi böylesi bir sav ile terk etmek kesinlikle caiz değildir. Zira böylesi bir tutum dinin tamamını terk olarak değerlendirilir. Çünkü Allahu Teala dinini tamamlamış ve kemale erdirmiştir. Bu dinin tamamından razı olmuştur. Bir kısmını alıp bir kısmını terk etme kesinlikle caiz değildir. Müslümanların böylesi bir hak yetki ve serbestisi yoktur. Nitekim Allahu Teala şöyle buyurmuştur:

وما كان لمؤمن ولا مؤمنة إذا قضى الله ورسوله أمرا أن يكون لهم الخيرة من أمرهم ومن يعص الله ورسوله فقد ضل ضلالا مبينا Allah ve Resulü bir hususta hükmettiğinde mü'min erkek ve kadın için o hususta kendi isteklerine göre seçme hakkı, serbestiyeti yoktur. Her kim Allah'a ve Resulüne isyan ederse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur. (Ahzab 36)

Zordur diyerek Allah ve Resulünün hükmü olan hilâfeti terk edip, Avrupa'yı taklide dayalı olarak heva ve hevesin ürünü olan İslâm asamblesi, hilâfet şurası gibi düşünceleri önermeye ne demeli? Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in getirdiğini, fiili sünnetini terk edip de Avrupa'yı taklit etmek ve örnek almak nasıl İslâm’i bir zihniyetin ürünü olabilir? Bu tür kişiler Allah ve Resulünün şu hitaplarını okumuyorlar mı? Ya da "İşittik isyan ettik" mi diyorlar?

وما آتاكم الرسول فخذوه وما نهاكم عنه فانتهوا "Rasul size ne getirdiyse onu alın, sizi neyden nehyettiyse ondan sakının." (Haşr 7)

Hadiste şöyle geçti: "Kim bizim bu dinimizde olmayan şeyi ihdas ederse (sonradan ortaya koyarsa) o ret olunur." (Müslim)

"Bizim dinimize dayanmayan her amel ret olunur." (Müslim)

"Şüphesiz siz sizden öncekilerin takip ettikleri sünnetlerini hatta hareketlerini, adetlerini karışı karışına, arşını arşınına takip edeceksiniz. Hatta onlar bir kertenkele kovuğuna girseler sizde onları takip edeceksiniz. Dedim ki; Ya Rasulullah Yahudiler ve Hıristiyanları mı kastediyorsunuz? Dedi ki; “Başka kim olur?” (Müslim)

Bu naslar ve başkaları, zaman, mekân, şartlar ve koşullar ne kadar değişirse değişsin İslâm dininden başka kaynaklardan hüküm, nizam, yol ve model almaktan bizi men etmek için yeterli ve gayet açık delillerdir. Bu Allahu Teala'nın bizim için razı olduğu İslâm dininden, usulü ve füru ile kâmilen razıyız. Allah'ın ahkâmının bir kısmını dahi zaman, mekân ve koşulların ihtiyacını karşılamıyor kuruntusu ile terk etmek ve doğudan, batıdan, Asya'dan, Avrupa'dan vs. yerlerden modeller aramak, Allah'ın dininden başka bir din aramak olur. Böylesi tutum içinde olanları hilâfet yerine Avrupa modeli İslâm asamblesi olsun, Müslümanlar çağın şartlarına göre yeni sistem ve modeller bulsun diyenleri Allahu Teala'nın şu ayetleri ile ikaz ediyoruz:

ومن يبتغ غير الإسلام دينا فلن يقبل منه وهو في الآخرة من الخاسرين "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa bilsin ki, kendisinde (böle bir din) asla kabul edilmeyecektir ve o kişi ahirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır. " (Ali imran 85)

أفحكم الجاهلية يبغون ومن أحسن من الله حكما لقوم يوقنون "Yoksa onlar cahiliye (İslâm dışı) yönetim mi istiyorlar? İyi anlayan bir toplum için yönetimi (yönetim sistemi) Allah'tan daha güzel kim vardır?" (Maide 50)

Bugün bir Hilâfet devleti ve bir hâlifemiz yok. Bir hâlife için Müslümanların boynunda biat bulunmadan, yarım yüzyıldan fazla zaman geçti. Bu süreyi bütün olarak yaşayanlar ve bu günlerde yaşayanlar eğer hilâfeti iade etmek için çalışmazlarsa, günahkâr olurlar. Çünkü üç günden fazla bir hâlife bulunmadan Müslümanların öylece kalmaları caiz değildir. Öyleyse, biatı hak etmiş olan bir hâlife bulunmadan böyle kalmalarını Müslümanlar nasıl kabul edebilirler?

Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem vefat edince, Sahabeler (Allah onlardan razı olsun) Ben-i Saide Sakifesinde Müslümanların biat edeceği bir halifeyi seçmekle meşgul olarak üç gün geçirdiler ve Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in ailesi de bir halifenin nasbedilmesini üç gün bekleyerek, Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in tahir cesedi yanında kalmışlardı. Sahabeler veya Rasulullah'ın ailesi o tahir cesedi bir saat içinde gömmeye muktedir idiler. Hatta bir cenazeyi toprağa acele olarak vermek farz olmasına rağmen bunu yapmadılar. O halde bir halifeyi nasbetmekle meşgul olmak bu farzdan daha evla idi. Bundan dolayı, sahabelerin icmaı ile bir hâlife nasbetmeğe çalışmanın farz olduğu ve farzların da evlası olduğu anlaşılır.

Şu halde bütün Müslümanların, bütün güçlerini bu yönde harcamaları üzerlerine yükümlülüktür. Aksi taktirde Allahu Teala'nın hesabı şiddetli olur.