Şüphesiz ki; İslam davetini taşıyan kimselerin,
bu davetin başarıya ulaşabilmesi için hitap ta ve davette Kur’anın
metodunu ve üslubunu takip etmesi gerekir. Bu hususları muhafaza
etmek; şeriatı muhafaza etmek ve onu istenilen şekilde eda etmek
demektir. Bunlar daveti taşıyan kimsenin ihmal edemeyeceği
hususlardır.
Kur’an’ın ve İslam’ın hitap metodu ve üslubunu
araştırmadan önce bunlara kayıtlı kalmanın güzelliği, dakik
anlayışı, fikirlerin edası ve tebliğinin gerektirdiği duruma
işaret etme gerekliliği vardır. Kur’an harflerinin manası, kelamın
tertibi, anlatmak istediği durumdan daveti taşımak ve kalpleri
fethetmek isteyen kimsenin veya bu dinin üstün gelmesi için
çalışan herhangi İslamî bir kitlenin kendi namına dem vurması
doğru değildir.
Kur’anın ve İslam’ın hitap metoduna gelince:
Onun hitapta ve tartışmada özel bir metodu vardır. Bu istikrai
(tüme varım) yoluyla naslardan tespit edilmiştir. Bu dinin yapısı
da bunu gerektirmektedir. Bunlara göz atmakta yarar vardır.
Batıl fikirlere cevap vermek gerektirdiğinde
Kur’an, bu fikirleri olduğu gibi, yani hasmın delilini ona cevap
vermeden önce zikretmektedir. Kur’an’ın bunları zikretmesinin
sebebi; daveti taşıyanların diğer insanlardaki bozuk fikirleri,
fasit inançları çürütmeleri içindir. Bunların örnekleri Kur’an’da
sayılamayacak kadar çoktur. Allahu Teala şöyle buyurmaktadır:
وقالوا
أئذا كنا عظاما ورفاتا أئنا لمبعوثون خلقا جديدا “Onlar; ölüp
toprak ve kemik olduktan sonra biz tekrar mı dirileceğiz dediler.”
(İsra 49)
وقال
الذين كفروا هل ندلكم على رجل ينبئكم إذا مزقتم كل ممزق إنكم لفي خلق
جديد “Kafir olanlar (kendi aralarında) şöyle
dediler: Çürüyüp paramparça olduğunuz vakit yeniden dirileceğinizi
haber veren kişiyi gösterelim mi?. ” (Sebe 7)
Kur’an, İslam’a davet eden nasları, önce
kâfirlerin sözlerine cevap verip, onların söylediklerini
zikrederek çürütme yoluna gidiyor. Tartışmada da aynı metod
üzerine seyrediyor. Davetini zikredip sonra ona cevap vermesi
gerekirken başka bir yöntem takip etmektedir. Bu ise, İslam’a
alternatif olarak sunulan fikirlerin kaim olduğu esasların
dirayetini ve kendisinin çağın kültürüne muttali olmasının
gerekliliğine açık bir delildir. Resuller gönderildikleri
kavimlerin diliyle konuşuyor, kavminin fikirlerine cevap verdikten
sonra, batıl fikirleri, vakıayı arz ederek doğru olanı açıklıyor
ve böyle yapmalarıyla da İslam’ın vakıa hakkında konuşan ameli bir
din olduğunun açık bir resmini çiziyorlardı. Bugünde daveti
taşıyanların; dinin hayattan ayrılması, yani kapitalizmi,
sosyalizmi, demokrasiyi, kavmiyetçiliği, vatancılığı ve
kendilerine arz olunan ılımlılık fikirlerini, dinler arası
diyalogu, aşırıcılık, mutedil olmak gibi fikirleri bilmesi,
öğrenmesi gerekir. Açık ve dakik olmasını isteyen bir davet
taşıyıcının öncekilerin ne söylediklerini değil de, şimdiki
ideoloji sahiplerinin ve diğer fikir sahiplerinin ne
söylediklerini zikretmesi gerekliliği vardır. Kendisini zamanın
konuları ile meşgul edip kendinden önce yaşanmış konuları eşmemesi
gerekir. Nebiler zamanlarının problemlerine, hadiselerine taarruz
ediyorlardı. Şuayb Aleyhisselam kendi zamanında eksik ölçmeye,
İbrahim putlara ibadete, Musa Aleyhisselam ve Harun Aleyhisselam
Firavunun insanları kullaştırması ve sihrin yayılmasına, İsa
Aleyhisselam maddecilik düşüncesinin aşırılığına, iman ruhunun
güzelliğine dikkat çekmeleri bunun en güzel örnekleridir. Bunların
yegane sorunu “La ilahe illallah” sorunuydu ve her nebi
kelimeyi şahadete muhalif olanların bulundukları durumu göz
önünde bulundurarak problemleri arz ediyordu. İşte bu metod,
daveti taşıyan kimsenin olayları güzel bir şekilde anlayıp, diğer
insanlarda bulunanı da nakletmede sadık olmasını talep eder. Bu
şekilde insanlar ve Müslümanlar kendilerinde bulunanı tamamen
anladıklarını ikrar edip İslam’ın arz ve doğruluğuna daha çok
güvenmeye başlarlar.
Kur’an, diğer insanlara delillerini
zikrettikten sonra onları aciz bırakacak açık ve net bir şekilde
onlara cevap veriyordu.
Kur’an kendisinin yaptığı gibi davetçiden de
karşı fikirleri yıkacak, iptal edecek, hilesini tamamen açığa
çıkaracak uygun cevaplar vermesini istemektedir. Allahu Teala bu
konuda insanların delillerini yalanlayarak şöyle buyurdu:
وضرب لنا مثلا ونسي خلقه قال من يحي العظام وهي
رميم
“O kendi yaratılışını unutarak bize bir
misal getirdi. Dedi ki; bu çürümüş kemiklere kim can verecek.”
(Yasin 78)
قالت رسلهم أفي الله شك فاطر
“Peygamberleri dedi ki: Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında
şüphe mi var?” (İbrahim 10)
Burada dikkat çeken husus; Kur’an’ın konuya
göre cevap vermesidir. Şayet konu akli ise cevapta akli oluyordu.
Burada Allahu Teala’nın varlığından şek ve
şüpheye düşen kimsenin şekki, Allahu Teala’nın varlığına yeterli
akli kanaat etmemesinden kaynaklanmıştır. Cevap ta, bu şekki inkar
eder şekilde (istinkari) gelmiştir. Çünkü her bir akıl ancak
Allah’a yakın, kesin bir şekilde iman etmeye sahiptir ve de öyle
yaratılmıştır. Bu inkarın veya ayıplamanın sebebi, aklın itimat
ettiği musellemat ve bedihiyyatın kendisine gözün gördüğü her
şeyin ancak Allahu Teala’nın yarattığı olduğunu ispat etme
imkânını vermesidir. Birimiz uçağın veya telefonun yapıcısı
olmadığını söyleye bilir mi? Bilakis bunu söyleyen kimsenin deli
olduğu söylenir. O halde yeryüzü, gökyüzü ve ikisinin
arasındakilerin yaratıcısı hakkında şüphe edilir mi? Şayet konu
nakli ise, onda aklın rolü yoktur. Buna binaen cevap ta akla
itimat etmemektedir. Ancak akılla sabit olan Kur’an’ın Allahu
Teala’nın varlığını ispat etmesidir. Kur’anın getirdiğine iman
Kur’an’ın kendisine iman kuvvetinde olur. Burada Allah Subhânehu
Ve Teala’nın sözü gibi:
لمجموعون إلى ميقات يوم معلوم
(50)ثم
إنكم أيها الضالون المكذبون(51)لآكلون
من شجر من زقوم(52)فمالئون
منها البطون(53)فشاربون
عليه من الحميم(54)فشاربون
شرب الهيم(55)هذا
نزلهم يوم الدين “Biz öldüğümüz, bir
toprak ve kemik olduğumuz vakit mi? Hakikaten biz mi
dirilecekmişiz? Evvelki atalarımızda mı? Diyorlardı. De ki; hiç
şüphesiz hem evvelkiler hem sonrakiler belirli bir günün muayyen
vaktinde mutlaka toplanacaklardır. Sonra siz ey sapkınlar
yalancılar. Elbette bir ağaçtan, zakkumdan yiyeceksiniz ve ondan
karınlarınızı dolduracaksınız üstüne de kaynar sudan içeceksiniz.
Susamış develerin suya saldırışı gibi içeceksiniz. İşte ceza
gününde onlara sunulacak ziyafet budur!” (Vakıa 50-56)
Bunların hepsi nakle kaim olmaktadır. Daha
sonra Allah Subhânehu Ve Teala bu ayetleri akla kaim olan bir
sözle bitirmektedir.
Zira şöyle buyurmaktadır:
نحن خلقناكم فلولا تصدقون
“Sizi biz yarattık. Tasdik etmeniz gerek mi?”
(Vakıa 57)
Kur’an hasmın delillerine cevap verdikten ve
onları çürüttükten sonra kendindekini arz ediyor. Bu metotta
hedef, gayenin kuvveti olarak addedilmektedir. Çünkü Kur’an,
hasmın taşıdığı fikirleri yıkıp, itimat ettiği her fikrin
temizlenmesi tamamlandıktan sonra o kimsenin o fikrin uygun olan
alternatifi ile donatılması gerektiğini göstermektedir. O kimsenin
dayanmış olduğu baston kırılmış, sahibinin kırılan bastonla
düşmemesi için kendisinin kuvvetli ve dosdoğru bir bastona
ihtiyacı olduğu gösterilmiş ve kendine o bastonu vermiştir. Bu
metod ulemanın dediği gibi; “temizlik, daha sonra sulamak veya
dökmek ve sonrada doldurmaktır.” Yine bu yöntem; Allah’ı bulmaya,
yalnızca Allah’a imana, onun dışındakileri de reddetmeye
götürmektedir:
قل أروني الذين ألحقتم به شركاء كلا بل هو الله
العزيز الحكيم
“De ki: O'na
(Allah'a) kattığınız ortaklarınızı bana
gösterin. Hayır! Bilakis, yegâne galip ve her şeyi hikmetle idare
eden ancak Allah'tır.” (Sebe 27)
Bu ayet değişik birçok Rab düşüncesini atmayı,
yalnızca Kahhar olan Allah’a ulûhiyeti ispat etmeyi ifade eder.
Bunun bir benzeri de Allahu Teala’nın şu sözüdür:
فمن يكفر بالطاغوت ويؤمن بالله فقد استمسك
بالعروة الوثقى لا انفصام لها والله سميع عليم
“Artık kim şeytanı inkar ederde Allah’a inanırsa, muhakkak sağlam
kulpa tutunmuş demektir.” (Bakara
256)
Burada zikredilmesi gerekli olan şey ise;
Müslüman’ın kalbinde tevhidin ancak, Allah düşüncesinden başka
bütün düşüncelerden temizlenmesiyle istikrar bulacağıdır. Bu metod
nefiste vahdaniyeti tahakkuk ettirip, ortaklaşmayı nehyetmekte ve
ihlasa sebep olmaktadır.
Kur’anın getirdiği hitaptaki İslam’ın metodu,
fikri münakaşada davetçinin vakıaya mutabık fikirlerle hareket
etmesini gerekli kılmaktadır. Doğru olan fikir, vakıaya uygun olan
fikirdir. Vakıa bir yaratıcının varlığına, kelimeyi şahadetine “La
İlahe İllallah Muhammedur Resulullah”’a uygun düştüğüne şahit
olmaktadır. Fakat Mesih’in (İsa’nın) Allah’ın oğlu olduğu sözü ise
vakıaya uygun düşmemektedir. Belki de bu metodu ispat edecek en
doğru şey Allahu Teala’nın şu sözüdür:
هذا خلق الله فأروني ماذا خلق الذين من دونه بل
الظالمون في ضلال مبين
“İşte bunlar Allah'ın
yarattıklarıdır. Şimdi (ey kâfirler!)
O'ndan başkasının ne yarattığını bana gösterin!.”
(Lokman 11)
أم خلقوا من غير شيء أم هم الخالقون
“Acaba onlar herhangi bir yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yoksa
kendileri mi yaratıcıdırlar?”
(Tur 35)
İslam’ın Allah’a imana davet etmedeki metodu;
fikri esasa kaim olması, araştırmanın yaratıcıya ulaşmak için
yaratılmışlardan hareket edilmesi, bahsin Allah’ın vahdaniyetine,
varlığına, kudretine ve ilmine delalet eden eserlerin görünen
olmasını gerektirir.
Kur’an bu metoda göre seyreden yüzlerce ayet
zikretmektedir. Onlardan bir kaçı şöyledir:
وفي أنفسكم أفلا تبصرون
“Kendi nefislerinizde de öyle. Görmüyor musunuz?”
(Zâriyât 21)
أأنتم أشد خلقا أم السماء بناها
(27)رفع
سمكها فسواها(28)وأغطش
ليلها وأخرج ضحاها(29)والأرض
بعد ذلك دحاها “Sizi yaratmak mı daha güç,
yoksa gökyüzünü yaratmak mı, ki onu Allah bina etti, onu yükseltip
düzene koydu. Gecesini kararttı, gündüzünü ağarttı. Ondan sonra da
yerküreyi döşedi.” (Nâziât
27,28,29,30)
Kur’an, akılların idrakinden aciz kaldığı
Allah’ın zatı üzerinde odaklanılmasını ise men etmektir. Bu açıdan
yaklaşıldığında kelam ilminin iman etmede metod olarak
kullanılması doğru değildir. Bilakis iman etmede yalnızca
Kur’an’ın metodu kullanılması gerekmektedir. Allahu Teala şöyle
buyuruyor:
ليس كمثله شيء
“Onun bezeri yoktur.”
(Şûrâ 11)
لا تدركه الأبصار
“Gözler
onu idrak etmez.” (En-am 103)
İslam’ın Şer’i davetteki metodu ise; Bu
davetçinin Müslüman’la münakaşa edip, onu Şer’i hükmü anlama
metoduna davet etmesi ve kâfir ile münakaşa etmektedir şeklinde
ortaya çıkar.
a- Şayet kâfir ile münakaşa ediyorsa; o
zaman davetçinin Şer’i hükmün sıhhatini ispat etmek veya ondan
başkasının sıhhatli olmadığını göstermek için akli münakaşaya
girmesi caiz değildir. Çünkü Şer’i hükümde aklın hüküm verme
salahiyeti yoktur.
Bu ancak vaaz edene olan güvene veya Şer’i
hükmün fışkırdığı fikri esasa göre alınır. Şer’i hüküm fikri
esastan fışkırmakta, ondan bir fer-i ve ya onun cinsinden olmakta
ve akidesine tâbi olmaktadır.
Binaenaleyh, kâfirlerle füruda münakaşa etmek,
ancak kendisinde o füru’nun fışkırdığı fikri esasa dokunulduktan,
yani onun üzerinde tartışıldıktan sonra caizdir.
Bazı televizyon programlarında Müslümanlarla,
gayri müslimler arasında nizamın sıhhatinde veya sıhhatli
olmamasında meydana gelen tartışma, İslam’ın Şer’i hükmü ispat
etmedeki metoduna aykırı düşmektedir. Biraz dakik düşünen kimse
bunun herhangi bir ideolojinin metoduna da aykırı düştüğünü görür.
Mesela; dinin hayattan ayrılma esasına kaim olan kapitalizm
ideolojisi, yönetim nizamı ve çözümlerinin kendi esasının
cinsinden, ondan fışkırmış olduğunu ve onun neticelerinden
olduğunu yakinen idrak eder. Bunun için, davetçinin gayri
müslimlerle Şer’i hükümleri tartışma anında ilk önce onu Allah’a
imana davet etmesini göz önünde bulundurması lazımdır. Sonrada
yaratıcının hayattaki işlerini düzenlediğini ve onlarda tasarruf
sahibi olduğuna dair onu ikna etmesi gerekir.
b- Müslüman’ın Müslümanlarla tartışması ise;
fikri esas yani Allah’a, Meleklere, Kitaplara, Resuller ve
Ahiret gününe iman üzerinde merkezleştirilmez. Çünkü fikri esas
tektir. Zira onlar, Allah’ın kanun koyucu olduğu üzerinde hem
fikirdirler. Ancak orada gerekli olan nokta Şer’i hükmün
anlaşılmasına yarayan kaideler ve üzerinde ihtilafın bulunduğu
asıllar üzerinde olması gerekir. Zira Şer’i hükmü ispat veya alma,
Şer’i delilin kuvvetine kaimdir.
Akla, maslahata, şartlara, zamana ve mekana
mahal yoktur. Buna binaen şayet usuller Şer’i değilse bunlar
vasıtası ile ulaşılanlarda Şer’i hüküm olarak itibar edilmezler ve
bu bütün usulüyle birlikte reddedilmiştir. Eğer tartışılan usul
Şer’i ise o zaman nikaş, istinbat metodu üzerinde yoğunlaşır. Buda
Şer’i hükmün sıhhat şartları olarak kabul edilen sahih bir içtihad
olarak tabir edilir. Davetçi, Müslümanlar sahih metotla istinbat
edilmiş olan bir Şer’i hükümle muhalefet ettikleri zaman davetçiye
düşen, onların görüşlerine ihtiram göstermesi değil, onun
görüşünün şüpheli delili bulunduğu müddetçe kendisinin kanaat
getirmiş olduğu hükmün delil yönünden daha kuvvetli, anlayış
açısında daha dakik olduğu yönünde ispat edip, onunla münakaşa
yapması davetçinin üzerine düşen bir görevdir.
Aynı şekilde İslam’da içtihad metodu tabiatı
gereği tektir. Müslüman’ın ona muhalefet etmesi caiz değildir. Bu
metod Şer’i hükmün üzerine indirilmesi gerekli olan vakıayı ve
çözümü istenilen problemi anlamaya, sonra bu vaka ile ilgili Şer’i
delilleri bulmak üzere kaimdir.
Şer’i delilleri hazır ettikten sonra sorun
Şer’i hükmün anlaşılmasında itimat edilen istidlal metodunu
açıklamaktır. Burada istinbat ameliyesi için lazım olan bazı Şer’i
ilimleri, nesih-mensuh, aam-hass, mutlak-mukayyet, emrin delaleti,
mefhum, mantık ve vaazi ile ilgili Şer’i hükümleri istinbat etmesi
gereklidir. Bu duruma ilk müçtehitlerin ve bunlardan sonra gelen
kimselerin fıkıh ve usul kitaplarında rastlamaktayız.
Yine Şer’i hükmün taşınması, davet eden ve
edilen açısından önem mesafesinde olması, faaliyete itmesi, sabır
göstermesi için onun imanla bağlanması İslam’ın davetteki
metodundandır. Şer’i hükümlerin açık olarak imanla bağlanmasını
birçok ayetlerde görmekteyiz:
ياأيها الذين آمنوا اصبروا وصابروا ورابطوا
واتقوا الله لعلكم تفلحون
“Ey iman edenler,
sabredin ve sabır yarışında düşmanlarınızı geçin! Rabıtalı
bulunun, hem Allah’tan korkun ki felah bulasınız.”
(Al-i imran 200)
لا يتخذ المؤمنون الكافرين أولياء من دون
المؤمنين ومن يفعل ذلك فليس من الله في شيء
“Müminler, müminleri bırakıp da kafirleri dost edinmesin. Kim bunu
yaparsa, artık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur.”
(Al-i imran 28)
Ayet burada, Allahu Teala’ya imanın Şer’i
hükmün esası olduğuna delalet ediyor.
İslam’ın nikaşta ve hitaptaki metodu davetçinin
insanın yaratıldığı, şeriatın indirildiği, Resullerin
gönderildiğini idrak etmesini gerekli kılar. Gayenin
gerçekleşmesinde de hırs göstermelidir. Her şeyin gayenin
ekseninde dönmesi gerekir. Bu gayede ubudiyeti yalnızca Allah’a
gerçekleştirmekle tecelli eder.
واعبد ربك حتى يأتيك اليقين
Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar
rabbine ibadet et.(Hicr 99)
وما خلقت الجن والإنس إلا ليعبدوني
“Ben insanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım.”
(Zariyat 56)
Muhakkak ki biz, bugün İslam davetini mükemmel
bir şekilde eda edebilmemiz için Kur’an’ın ve İslam’ın metodunu
muhafaza etmemiz zorunluluğu vardır. Davetçinin bu metoda
bağlanması, kendisini hevaya uymasından uzaklaştırılıp, Rabbin
hidayeti üzerine ve dosdoğru sıratı müstakim üzerinde seyretmesini
sağlar.