MÜSLÜMANLARIN ÇÖKÜŞÜ NASIL OLDU?

MÜSLÜMANLARIN BUGÜN İÇERİSİNDE BULUNDUKLARI DURUM VE DURUMDAN ÇIKIŞ NASIL OLABİLİR?

Osmanlı Devleti, 15. asırda İslam dünyasının birçok yerinde yönetimi eline aldı. 16. asırda Fas hariç bütün beldeleri de Osmanlı Devletine katıldı. Böylece otoritesi büyük bir sahaya uzandı. Osmanlı Devleti, otoritenin kuvvetine, ordunun düzenli olmasına ve yönetimin yüceliğine önem verdi. Fetihlerle meşgul oldu. Fakat Arapçayı ihmal etti. Hâlbuki Arapça İslam’ın anlaşılması için çok zaruri ve içtihad yapabilmek için temel şartlardan idi. İslam’ın fikri ve hukuki yönlerine fazla önem göstermedi. Netice olarak Müslümanlarda zaten çökmekte olan fikri ve hukuki seviye büsbütün düşüşe geçti. Ondan dolayı Osmanlı Devletinin ve Müslümanların kuvveti sadece askeri ağırlıklı ve görünüşü güçlü idi. Özde ve hakikatte ise fikri ve hukuki zafiyet sebebiyle devlet zayıf ve aciz idi. Ancak askeri güç bakımından çok kuvvetli olduğu, büyüklüğünün zirvesinde bulunduğu ve yükselme dönemini yaşadığı için, o gün İslam Devleti bu zaafı pek hissetmedi. Ayrıca İslam Devleti sahip olduğu düşünce, sistem ve kültürü, Avrupa’nın düşünce, sistem ve kültürüyle kıyas ediyor ve kendisini Avrupa’dan çok üstün görüyordu. Bundan dolayı da rahatlıyor ve zaafına razı oluyordu. Çünkü, Avrupa o dönemlerde cehaletin zifiri karanlığı ile anarşinin ve ıstırapların karanlığında eziliyordu. Kalkınmak için çabalara girişiyor, fakat her giriştiği kalkınma çabasında başarısız oluyordu. Onun için Osmanlı Devletinin bulunduğu durum ile Avrupa’nın durumu kıyasladığı zaman, bu karşılaştırma Osmanlı Devletinin daha iyi bir durumda olduğunu ve sağlam bir nizam, üstün bir kültüre sahip olduğunu gösteriyordu.

Diğer taraftan Osmanlı devleti dahili durumunu ve içteki zafiyeti göremediği gibi, ümmetin dağınıklılığını, düşünce ve kanun yapmadaki donukluğu da fark edemedi. Bu durumları görmemesine sebep onun Avrupa’ya karşı kazandığı zaferler ile Balkan ve Güneydoğunun bir kısmını fethetmiş olmasıydı. Miladi 18. asrın yarısına doğru gelindiği zaman durum değişmeye ve dahili zafiyet kendisini göstermeye başladı. Düşünce ve hukuk sahasındaki donukluk, karmakarışık bir İslam anlayışı, içtihad ve müctehidlerin yokluğu, içte ve dışta devletin zayıflamasına yol açmıştır. Miladi 19. asra gelindiği zaman, İslam Devleti ile Avrupa devletleri arasındaki denge Avrupa devletleri lehine bozuldu. Zira Avrupa artık asırlar öncesi gibi karanlık çağda ve gerileme durumunda değildi. Avrupa yeni bir dünya görüşü, yeni değerler ve yeni bir hayat sistemi benimseyip onların tatbikatı sonucunda kalkınmış ve bu kalkınmanın meyvelerinden olmak üzere sanayi devrimini gerçekleştirmiş ve netice olarak da Osmanlı Devletinden daha çok ilerlemiş ve daha da kuvvetli olmuştu. Avrupa’nın durumunda görülen fikri yükseliş, ilmi ilerleme ve sanayi devrimi; Osmanlı da görülen zafiyet ve dağınıklık, düşünce ve hukuk sahasındaki donukluk, karmakarışık bir İslam anlayışı Müslümanları şaşkına çevirmiştir. Buna paralel olarak bu durumu gören Avrupalılar, Müslümanlar ve İslam Devleti hakkında yeni bir bakışı benimsemeye sevk etmiştir. Avrupalılar önceden Osmanlı Devletinden korkmakta ve ona karşı kendisini koruma derdinde iken, yeni bakışa göre Osmanlı Devletini parçalamak, bölmek ve ona hakim olma çabasına düşmüştü. Müslümanlar Avrupa’da gördükleri fikri ve sanayi devrimi karşısında şaşkına döndüler. Onu ne alabildiler ne de terk edebildiler. İlim, sanayi ve icatlar gibi alınması caiz olan hususlar ile felsefe, hukuk, dünya görüşü ve kültür gibi alınması caiz olmayan hususları ayırt edemediler. Avrupa devletleri son süratle ilerlemekte iken Müslümanlara donukluk ve şaşkınlık hakim oldu. Bütün bunlara sebep; egemen olan zafiyet ve İslami düşüncelerle Batının dünya görüşü ve düşünceleri arasındaki çelişkilerin bilinmemesi ve İslam’ın teşvik ettiği ilim, sanayi ve icatlar ile alınmasını yasakladığı felsefe, kültür ve hukuk arasındaki farkı idrak edememeleridir. Müslümanlar İslam’ı sadece ruhi bir din olarak algılamaya ve sadece ibadetlerden ibaret görmeye başlayıp İslam’ı diğer dinlerle kıyasladılar. Halbuki, İslam’ın hayatın her sahasını düzenleyen bir sistem ve hukuka sahip olduğunu göremediler. Bunun için Osmanlı yönetimi altında yaşayan Müslümanların, Avrupa’da meydana gelen devrim hareketi karşısında şaşkın konuma düşmesi, Avrupa’yı saran ekonomik gelişmeler ve oradaki çeşitli icat ve keşifler, sanayileşme hareketleri karşısında eli kolu bağlı şaşkın bir vaziyete girmesi garip değildir. Bunun sebebi Müslümanların, ilim ile kültür, hadarat ile medeniyet arasındaki farkı anlayamamalarıdır. Bunun için ortaya konan gelişmeleri şaşkın şaşkın seyretmeye koyuldular. Acaba, bu gelişmeleri alsınlar mı yoksa terk mi etsinler? Onlardan birçoğu bu gelişmelerin hepsinin İslam’la bağdaşmadığını ileri sürerek, bunları almanın haram olduğunu, matbaalar meydana çıkıp ta devlet Kur’anı Kerimi basmaya karar verince, fakihler Kur’anın basımını haram ilan ettiler. Her yeninin haram olduğunu tabii ilimleri öğrenen herkesin kâfir olduğunu ileri sürerek, her düşünürü zındıklık ve inkârcılık ile suçladılar. Diğer tarafta da Avrupa misyoner okullarında eğitim gördükten sonra memlekete dönen ufak bir grup ilim, kültür, hadarat ve medeniyet namına ne varsa hepsini Batıdan almanın zaruri olduğu görüşünü paylaşıyorlardı. Bu azınlığın ilk zamanlarda pek tesiri olmamıştı. Halk ise İslam ile Batının medeniyet, hadarat, ilim ve kültürü arasında bir uzlaşma düşüncesinde idi. Bütün bunların neticesinde, ümmet ve devlet kendisini koruyacak gücü kaybedip, büsbütün zayıf düştü. İşte bu zaaftan yararlanmayı bilen İslam düşmanları, İslam Devletini birçok parçalara bölmeye başladılar. Devlet bu parçalanmaya zaafı ve aczinden dolayı karşı koyamadı. İlim ismi altında misyoner savaşı başlatıp ümmetin iç bünyesini karıştırarak, saflarını parçalıyor, İslami beldelerde fitne ateşini yakıyordu.

Avrupa, Müslüman ülkelerinde belli merkezlerde kültür sömürgeciliği ve siyasi istihbarat dairelerini yerleştirme imkânını elde etti, tâ ki bunlar Batı sömürgeciliğinin öncü kolları oldu. Bununla Batı sömürgeciliği için yol açılmıştı. Böylece artık sömürü için meydanlar genişlemiş İslam dünyasının kapısı sonuna kadar açılmıştı. İslam beldelerinin birçoğuna misyonerlik cemiyetleri yayılmıştı. Bu cemiyetlerin başında İngiliz, Fransız ve Amerikan cemiyetleri bulunuyordu. Fransa ve İngiltere’nin İslam aleminde nüfuzu bu cemiyetler yolu ile etkin hale geldi. Zamanla bu cemiyetler milliyetçilik akımlarını da yönlendirir oldular. Bu akımlar ise Müslüman öğrencileri yönlendirir oldu. Yani onları ya Türk milliyetçiliğine ya da Arap milliyetçiliğine yönlendirir oldular. Bunu şu iki ana gaye için yaptılar:

a- Arapları Müslüman Osmanlı Devletinden ayırıp, İslam Devletini parçalamak ve bu devlette milliyetçiliği yaymak için ona Türkiye ismini vermek.

b- Müslümanları, tek bildikleri ve tanıdıkları gerçek bağdan yani İslami bağdan uzaklaştırmak ve yerine bağ olarak milliyetçiliği ve vatancılığı yerleştirmek.

c- Bu iki gayeyi gerçekleştirmek uğrunda, Bağdat, Şam, Beyrut, Cidde ve Kahire gibi yerlerde açıktan açığa faaliyet gösterdiler. Ve başlıca iki merkez benimsediler. Devleti merkezinde baltalamak için İstanbul’u ve bilhassa Arapça konuşan Müslümanların bulunduğu memleketleri başarısızlığa uğratmak için de Beyrut’u seçtiler.

Beyrut’taki merkez için İslamiyeti ve İslam Devletini baltalamak için bir küfür merkezi olması itibariyle uzak neticeler elde etmek ve uzun vadeli çalışmalar yapmak için bir plan hazırlanmış, İstanbul’daki merkez için ise acil gayeler ve çabuk sonuçlar elde etmek maksadıyla ayrı bir program hazırlanmıştı. Bunun için Beyrut’taki merkez binlerce Müslüman’ı kâfir yaptı ve İslami alakaları küfür hükümleriyle yönetilen münasebetler haline getirdi. Böylece bu merkez öldürücü bir zehirdi. İslam Devleti 1. Dünya Savaşına girince bunun acı neticesi görüldü. 1842’de, 1847’de, 1850’de kurulan misyoner cemiyetleri fayda vermeyince 1857’de yeni bir yapılanma ile başka bir üslupla cemiyet Beyrut’ta kuruldu. Bu yeni milliyetçilik ve vatancılık propagandaları vasıtasıyla sonuç alınınca faaliyetler gizli ve sinsi olması yerine açıkça sürdürülmeye başlandı. Daha sonra 1875’de Beyrut’ta gizli bir cemiyet kuruldu. Kurucular ise Beyrut Protestan fakültesinde tahsil yapan 5 Hıristiyan genç. Bunlar Arap milliyetçiliğine dayalı olarak siyasi faaliyete başladılar. Osmanlı Devletine karşı düşmanlığa davet etmeye, ona Türk devleti demeye, dini devlet işlerinden ayırmaya Arap milliyetçiliğini esas almaya ve İslam’ı Müslümanlar arasında bir bağ olmaktan uzaklaştırmaya davet ettiler. Cemiyeti yönetenler İslam’a karşı kin besliyorlardı. Böylece ırkçılık ve milliyetçilik hareketleri yayılmaya başladı. Avrupa devletlerinin Beyrut merkezinden elde ettikleri neticeler ajanlar ve casuslar yetiştirip Müslümanların düşüncelerinde ve ruhlarında tahrifat yapmak oldu.

Bu çalışmaların Müslümanlar üzerindeki etkileri korkunç idi. İstanbul merkezine gelince; kâfir Batılılar Osmanlı Devletini merkezinden ve yönetici adamları vasıtasıyla çökertmek için burada birçok işlere giriştiler. Bunların en korkunçları ve en önemlisi “Jön Türkler” veya “İttihat ve Terakki” cemiyetleriydi. Jön Türkler önce Paris’te kuruldu. Kurucuları Fransız kültürüyle yoğrulmuş ve Fransız ihtilalini iyice tanımış Türk gençleriydi. Bu cemiyetin Berlin, Selanik ve İstanbul’da ayrı şubeleri açıldı. Bunlar mason localarında toplantılar yapıp ihtilale hazırlanıyorlardı. Bu locaların üyelerinin çoğu İttihat ve Terakki’ye mensup idi. Bu cemiyetler 1908’de ihtilal yapıp Abdülhamid’i devirip yönetimi ele geçirdiler. Avrupa onlara karşı memnuniyetini ortaya seriyordu. Onlar ise İstanbul’a tayin olunan İngiliz sefirini bir kahraman gibi karşılayıp hatta ve hatta arabasının beygirlerini serbest bırakıp kendileri arabayı çekmeye başlıyorlar. Bu cemiyet devleti yönetmeye başladı. Bunun vasıtasıyla Batılılar devlete darbe indirmek ve Hilafeti yıkmak için kullandıkları düşünce bu asırda İslam’ın değil, Batı düşüncelerinin ve Batı kültürünün geçerli olduğunu, Türkçülüğün en önemli mesele olduğunu ve her şeyden önce ona göre hareket edilmesi gerektiğini, geleceğimizin ona bağlı olduğunu benimseyen iktidar partisi ve destekleyicileri tarafından temsil edilen bir fikir haline geldi. Bu parti vatancılıkla övünüyor ve ona önem veriyor, Türkiye’nin ve Türklerin diğer İslam memleketlerinden ve milletlerinden üstün olduğunu söylüyordu. Böylece Jön Türkler veya İttihat ve Terakkinin kurulması Batılıların İslamiyet’e ve İslam Devletini yıkmak için giriştikleri en korkunç hareketti. Bunun sonuçları acil oldu. Parti idareyi eline alıp devlete hakim olunca devletin bünyesine yıkıcı baltalar indirilmeye ve devletin Müslüman tabakasını ayıran geçilmesi imkânsız olan hendekler kazılmaya başlandı. Zira milliyetçilik insanların arasını açan, savaşları, nefreti ve düşmanlıkları meydana getiren en tehlikeli şeydir. İttihat ve Terakkinin siyasetleri Osmanlı unsurları arasında milliyetçilik fikrini uyandırdı. Akabinde hemen Arnavutlar İstanbul’da bir cemiyet kurdular. Çerkezler ve Kürtler onları takip etti. Bundan evvel Rumların ve Ermenilerin düzenli ve gizli cemiyetleri vardı. Bunlara kanuni bir biçim verdiler. Araplarda İstanbul’da “Osmanlı Araplarının Kardeşliği” adlı cemiyeti kurdular. İttihat ve Terakki özel olarak Araplara karşı sert bir tavır takındı. Bütün ırkçı cemiyetlerin gelişmesine müsaade ettiği halde Arap cemiyetlerine karşı mukavemet başladı. Devlet adına onu kapattı. Orduda da ırkçılık yapılıp tefrika başlatıldı. En sonunda İngilizler ve Fransızlar ırkçılık duygularını taşıyan Arapların saflarına sokuldular ve onlara memleketlerinin hazinelerini açtılar. Arap gençliği 1913’de Fransa’nın yardımıyla Paris’te bir kongre gerçekleştirdi. Bu Arap milliyetçilerinin Osmanlı devletine karşı İngiltere ve Fransa tarafına geçtiklerinin ilk atılımıydı. İttihat ve Terakkiciler bunu hisseder hissetmez “Türk Ocağı” cemiyetini yani Türk ailesini kurdular. Bunun gayesi İslamiyeti mahvedip Osmanlı unsurlarını Türkleştirmekti. Bundan sonra din aleyhine gazeteler ve kitaplar neşrini teşvik etmeye başladılar. Irkçılık ve vatancılık nefislerde bu derecede tahribat yapmıştı. Bağlılık İslamiyet’ten ırkçılığa ve vatancılığa dönüşmüştü. Bu durum İslamiyet’in ırkçılığa ve vatancılığa dokunan bütün kısımlarına karşı mücadeleye sebep oldu. İşte bu şekilde devleti yıkmaya çalışan birçok hareket başarılı oldu. Böylece devletin her yerinde Balkanlarda, Türkiye’de, Arap beldelerinde, Ermenistan ve Kürdistan’da milliyetçilik, vatancılık ve bağımsızlık yani bölünme ve parçalanma fikirleri ortaya çıktı. 1914 yılında devlet, felaketin kenarına geldi. Birinci Dünya Savaşına girip ondan mağlup ve birçok şeyini kaybederek çıktı. Bu savaş neticesinde İslam devleti yıkıldı. Batının uzun asırlardan beri görmeyi istediği İslam’ı ortadan kaldırmak için İslam Devletini yıkmak rüyası gerçekleşti. İslam devletinin yıkılmasıyla bütün İslam beldelerinde yönetim gayri İslami oldu. Müslümanlar İslami olmayan yönetimler altında yaşama başladılar. Müslümanların durumları ve halleri kötüleşti. Küfür nizamına göre yaşamaya ve küfür hükümleriyle yönetilmeye başladılar. Ve ümmet o zamandan beri 76 senedir Hilafetsiz yaşamakta. Aslında 76 sene, ümmetlerin ve milletlerin ömrüne bakılırsa çok uzun bir zaman değil ama İslam ümmeti için bu 76 sene acılarla dolu, daimi ıstırap, sıkıntılar ve derin bir parçalanma ile geçti. Zira yıkılan bu İslam devleti öylesine herhangi bir olay veya herhangi bir devletin yıkılması değildi. Bilakis İslam devletinin yıkılması çok şiddetli bir felaketin başlaması anlamına geliyordu ki, bu felaket az daha İslam ümmetini helak ediyordu.

İslam Devletinin yıkılmasının doğurduğu felaketleri göremeyenlere içerisinde bulunduğumuz durumun bozukluğunu ve kirliliğini algılamayanlara İslam Devletinin yıkılmasından sonraki durumumuzla ilgili bir takım gerçekleri hatırlatmak istiyoruz:

1- İslam Devleti yıkıldıktan sonra Müslüman ülkelerin hepsinde küfür sistemleri, rejimleri kurulmuştur ve Allahu Teala’nın kanunlarına savaş açılmıştır.

2- Tek olan İslam ümmeti ve devleti birçok parçalara bölünmüştür.

3- Büyük devletler veya onların ajanları tarafından Müslüman ülkeleri gasp edildi. Mesela; Yahudiler Filistin’i, Hindular Keşmir’i, Yunanlılar Kıbrıs’ı, Sırp ve Hırvatlar Bosna’yı, Ruslar Çeçenistan’ı ve Tacikistan’ı, Hıristiyanlar Sudan ve Lübnan’ı gasbettikleri gibi.

4- Askeri yenilgiler ki; sebebi yöneticilerin ihaneti veya Müslümanların düşmanlarına karşı milliyetçilik esasına dayalı olarak savaşması ki, Müslümanları zayıflattı. Düşmanlarına karşı aciz kıldı ve onlarca senedir Müslümanlar düşmanlarına karşı koyamadılar. Mesela; Keşmir ve Filistin’de olduğu gibi.

5- Fakirlik, ekonomik bozukluk ve çöküntü.

6- Batının dünya görüşüne ve değerlerine dayalı bir eğitim ve medya programından dolayı birçok genç neslin Batılı bir zihniyetle yetiştirilmesi ve ifsad edilmesi. İslami düşüncelerin, hükümlerin ve İslam tarihinin sahte bir şekilde sunulmasından dolayı, Müslümanların evlatlarının İslam’a karşı yabancılaşması ve hatta düşmanlaşması.

7- Müslümanların temiz zihinlerinin ve duygularının çözülmeye, çağdaşlığa, hürriyete teşvik edilmesi vasıtasıyla kirletilmesi ve tahrip edilmesi. Rejimler gece kulüplerinin, meyhanelerin, fuhuş yuvalarının açılmasına izin verdiği gibi aynı anda onları teşvik etti.

8- Türkiye, Filistin, Mısır ve körfez ülkeleri gibi Müslüman ülkelerde İngilizler, Amerikalılar ve Fransızların askeri üsler kurması.

9- Dünyada da var olan mültecilerin yani başka ülkelere sığınan insanların %65 Müslümanlar oluşturmaktadır.

İslam dünyasındaki var olan rejimler ve yöneticiler Müslüman halklara değer vermeyip, önemsemediği gibi onlara karşı düşmanca davranıp İslam’a ve onun her şeyine karşı savaş yürütüyorlar ve yüzlerce, binlerce Müslüman’ı sadece İslami gerçekleri söyledikleri için zindanlara atıyorlar.

Evet, Müslümanların takriben 86 senedir İslami bir Devleti olmadan Dar-ül Küfürde yaşamasının acı bir faturasıdır bütün bunlar. Ve Müslümanlar her geçen günde daha fazla acı çekiyor ve daha da perişan oluyor. Bunun örneklerini gerek Türkiye’de gerek diğer Müslüman ülkelerinde her geçen gün farklı farklı biçimlerde görüyoruz. Bu durumdan kurtulmanın yegâne yolu biz Müslümanların İslam’ın düşüncelerini, sistemini ve metodunu, derinlemesine inceleyerek ve İslam ile diğer sistemleri ve düşünceleri ayırt ederek İslam’ın metoduna göre İslam Devletini kurmak için ölüm-kalım mücadelesi vermemizdir. Eğer bizler bu durumdan kurtulmanın İslam Devletini kurmayı hedeflemeden, başka işler yaparak gerçekleşebileceğini umuyorsak kesinlikle yanılıyoruz. Ve yine biz İslam’ı derinlemesine araştırmadan İslam’ı demokrasi, hürriyetler veya cumhuriyet gibi sistemlerle karıştırarak mücadeleye koyulursak yine bu durumdan kurtulmamız mümkün değildir. Keza eğer biz Allahu Teala’nın Resulü Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’in metodu dışında metodlar seçersek veya bu mücadelenin bir ölüm-kalım mücadelesi olması gerekliliğini idrak etmeden yola çıkarsak başarısız olacağımız önceden kesindir. Dolayısıyla yapılması gereken şudur:

1- Tüm çabalarımızı İslam Devletinin kurulması uğrunda yoğunlaştırmalıyız.

2- Bunu yaparken gerçekleştirmek istediğimiz gayeyi ve İslam’ın sistem ve düşüncülerini derin bir biçimde idrak edip İslam’ı diğer sistem ve düşüncelerden ayırabilmeliyiz.

3- Bu gayeye doğru yürürken zaferi Allahu Teala’dan bekleyerek sadece Allah Subhânehu Ve Teala’nın rızasını gözeterek ancak ve ancak Allah’ın Resulü Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem kullandığı metoda bağlı kalmalıyız.

4- Bu gayeyi gerçekleştirmenin ölüm-kalım mücadelesi gerektirdiğini, herhangi bir iş olmadığını ve icabında bu dava uğrunda ölmeye hazır olmalıyız.