Home / News / YAZARLAR / Zehra Garipel / Hayâ ve Edep / Zehra Garipel

Hayâ ve Edep / Zehra Garipel

Hayâ sıyrılmış inmiş, öyle yüzsüzlük ki her yerde,
Ne çirkin yüzleri örtermiş, meğer o incecik perde.
Mehmet Akif Ersoy

Şair ne güzel söylemiş;

Hayâ; namus ve imana delildir.
Hayâsız daima hor ve zelildir.

Hayâ onu yükseklere zirveye çıkartır. Değerli hale getirir. Ve o kayıp edilirse günah işlemek için imkânlar sonsuz hale gelir. Bu tuzağa nasıl düştük nasıl kurtuluruz sorularını cevaplamadan önce hayânın ne olduğuna bir göz atalım.

Hayâ nedir?

Bu modern çağda, bizler ilerledikçe, teknoloji günah işlemeyi kolaylaştırıp, alışkanlık haline getirmiş. Günahlar artık ceplerimizde, parmak uçlarımızda. Her çeşit günah işleme olanağı parmağımızın ucunda. Bir kişi telefonunu kumar oynamak için, içki sipariş etmek için, harama bakmak için her türlü haram için rahatlıkla kullanabilir. Günah işlemenin önünde bir engel kalmadı.

Peki, bu tuzağa düşmemek veya bu tuzaktan kurtulmak için ne lazım? Kuşkusuz Allahu Teâlâ’dan hayâ… Allahu Teala varlıklar içerisinde insanı en güzel şekilde yaratmış, iman ve salih amelden sonra ahlaki davranışlardan da sorumlu tutmuştur.

İnsanın şahsiyetini oluşturan ve olgunlaştıran unsurdur hayâ. Toplumda ise huzur ve güveni sağlayan ahlaki davranışlardan birisi hayâ ve edeptir. Bir insanın içindeki Sözlükte; “utanma, çekinme, vaz geçme, tövbe” gibi anlamlara gelir hayâ.

Terim olarak ise; “Allah Teâlâ’nın razı olmadığı çirkin şeyleri yapmaktan kaçma, başkalarının kötülemelerinden korkma, kötü iş yapınca utanma” demektir.

Maliki âlimlerinden Kadı İyâz hayâyı şöyle tanımlar: “Kötü bir işin yapılmasından ve iyi bir işin terk edilmesinden dolayı insanın yüzünü kızartan bir sıkıntıdır.”

Evet, hayâ fıtri yani insanın yaratılışından olan bir şey değil, sonradan kazanılan insanı belli bir şeyden utanmak, bir şeyi yapmaktan koruyan yetidir. Bunu iki ana başlığa ayırabiliriz.

  • Birincisi; nizamlar çerçevesinde hayâ: Yani bizi yaratan Yüce Rabbimizin nizamlarına uymak ve nehiylerinden kendimizi ve nefsimizi alıkoymak.
  • İkinci nokta ise; namus şeklinde anlaşılan hayâ. Bu hayâ şekli ya insanın fikrinden ortaya çıkar ya da örf ve adetlerinden ortaya çıkar.

İnsanın fikrinden ortaya çıkan hayâ belli bir ideolojiden kaynaklı, ideolojiden fışkıran nizamlar çerçevesinde gerçekleşir/oluşur. Yani birinci noktayı içerisinde barındırır.

Örf ve adetlerden oluşan hayâ ise: kişinin bulunduğu toplumdaki alışkanlıkların dışına çıkıldığında insanların tepkisinden utanma, çekinme sonucunda ortaya çıkan hayâdır.

Hayâ insanın hareket ve davranışlarının ziyneti ve süsüdür. Hayâ, edep aynı zamanda Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’de bulunan bir vasıftır.

Ebu Said Radıyallahu anh anlatıyor: Peygamber Sallallahu Aleyhi Ve Sellem örtüsü içindeki bakire kızdan daha utangaç hayâ sahibiydi. Hoşlanmadığı bir şey gördüğü zaman bir şey söylemezdi de biz onu yüzünden anlardık. (Buhari)

İnsanın en büyük serveti ve mirasıdır hayâ.

“Hiçbir baba evlâdına güzel edep ve terbiyeden daha değerli ve üstün bir miras bırakamaz.” (Tirmizi)

Hayâ ve edebin Müslüman için, utanmanın çok ötesinde bir ağırlık ve fonksiyona sahip olduğunu şu hadislerden anlayabiliriz:

“İman yetmiş küsur (bir diğer rivayette altmış küsur) şubedir. Hayâ da imandan bir şubedir.” (Buharî,)

“Dört haslet peygamberlerin sünnetindendir: Hayâ, güzel koku sürünmek, misvak kullanmak ve evlenmek.” (Tirmizî, Ahmed b. Hanbel

Maalesef bugün sokaklara çıkıp baktığımızda hayâdan ve edepten sıyrılmış gençler, kendini erkeklere göstermek ve beğendirmek için bin bir türlü çaba içinde olan kızlar, aynı şekilde erkeklerle dolu. İnsanlar özellikle de geçler İslam’dan uzaklaşmış, şeytanın tuzağına düşmüş, Allahu Teâlâ’nın koyduğu hudutları aşmış ve azgınlaşmış durumdalar. Hâlbuki dinimiz bırakın kendini beğendirmeyi hatta zinaya kadar gitmeyi, erkeklerin kadınlara kadınlarında erkeklere karşı güzelliklerini göstermesini dahi yasaklamıştır.

 “Yâ Ali, arka arkaya bakma! Birinci bakış hakkındır, fakat ikinci bakışta hakkın yoktur.” (Ebû Davud, Nikâh: 43; Tirmizi, Edeb: 28)

Gençleri nasıl daha fazla İslam’dan, güzel ahlak sahibi olmaktan uzaklaşabiliriz diye gece gündüz çalışan kapitalizm ve İslam düşmanları her sene, her ay başka bir moda çıkartarak gençleri açılıp saçılmaya teşvik etmiş, onları modanın veya trendlerin esiri ve kölesi yapmış durumdalar. Her seferinde başka bir idol öne süren kapitalizm onlara özenen gençleri adeta açılıp saçılmada birbirleriyle yarışır hale getirdiler. Oysaki Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

Mü’min erkeklere söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, mahrem yerlerini korusunlar. Bu onların arınmasını daha iyi sağlar. Allah yaptıklarınızdan şüphesiz haberdardır. Mümin kadınlara da söyle gözlerini haramdan sakınsınlar ve iffetlerini korusunlar, kendiliğinden dışarıda kalanlar hariç süslerini göstermesinler. Başörtülerini yakalarının üzerinden bağlasınlar.” (Nur 31)

Dinimizde hayânın önemi çok büyüktür. Öyle ki İbni Mace kaynaklı bir hadisi şerifte söyle geçmektedir:

“Her dinin bir ahlakı vardır. İslamiyet’in ahlakı da hayâdır.”

Hayâsız Müslüman kötülük etmekten, iftira atmaktan, emanete ihanet etmekten çekinmez rahatsızlık duymaz.

“Hayâsız olan hep kötülük eder.” [İbni Mace]

“Hayâsız olan, emanete hıyanet eder, hain olur, merhamet duygusu kalmaz, dinden uzaklaşır, lanete uğrar, şeytan gibi olur.” [Deylemi]

Hayâ bir binayı tutan direk gibidir. Direksiz binanın durması zor ve neredeyse imkânsız olduğu gibi hayâsız kimsenin de imanını muhafaza etmesi zordur.

“Hayâ ile iman, ikiz kardeştir. Biri giderse diğeri de gider.” [Ebu Nuaym]

“Hâyâ imandandır. Hâyâsızın imanı yok demektir.” [İbni Hibban]

“Hâyâ ile iman bir aradadır. Biri giderse, öteki de durmaz.” [Hakim]

Peki dinimizde bu kadar önemli bir konuma sahip olan hâyâ kavramı nasıl olurda gençlerimizden hatta kimi zaman yaşlılarımızdan bile sıyrılıp gitmiştir? Bu sorunun cevabını çok uzakta aramamak gerek.

Hâyâsızlaşmanın sebeplerini dört boyutta işlemek istiyorum.

  • İlk boyut kişinin özel hâyâtını yani aileyi kapsıyor. İlk ve en önemli sebeplerden biri aile kalesinin içten yıkılmasıdır kuşkusuz…

Aile: aralarında evlilik ve kan bağı bulunan, koca, karı, çocuklar, kardeşler vb.nin oluşturduğu, toplum içindeki en küçük bütündür.

Gelecek nesillerin eğitimi, gelişimi hal ve hareketlerinin belirlendiği yerdir burasıdır. Bir fabrika gibi de görebiliriz aile kurumunu. Bir saat fabrikası düşünün. Saat yapımı çok ince işçilik istemektedir. Bir vida, bir göstergenin, akrep veya yelkovanın yanlış şekilde yerleştirilmesi o saatin yanlış şekilde işlemesini, saati yanlış göstermesi veya yanlış çalışmasına sebep olur.

Aynı şekilde aile içerisinde kapitalizmin anneyi kirli planları ve entrikalarıyla dış dünyaya atılmasını sağlaması aile yapısının bozulmasına sebep olmuş, haliyle kadın annelik ve eğitimci görevlerini tam anlamıyla yerine getirememiştir. Bu ise çocukların kreş veya sosyal hizmet veyahut okullara emanet edilmesine sebep olmuştur. Bunun sonucunda aile yapısına büyük bir darbe vurulmuştur. Burada öğretmen ve öğrenci arasında geçen bir örneği sizlerle paylaşmak istiyorum:

Bir gün teneffüste öğretmenle öğrenci bir arada otururken, öğretmen farklı konular hakkında konuşurken, konu birden çocuk eğitimine gelir. Ve öğretmen anlatmaya başlar: “Benim çocuğum artık benimle kalmak istemiyor, bakıcısını istiyor.” Diyerek dert yanar. -Kendisi öğretmen olduğu ve çalışması gerektiği için çocuğu zamanının büyük bir kısmını veya tamamını bakıcısıyla geçiriyor.- öğrenci öğretmenine der ki; “bu senin hatan! Sen kendi çocuğunu kendin eğitmen gerekir.” Tabi ki öğretmen şaşırır. Bu şaşkınlık içerisinde tepki olarak; “Peki,  o halde okuldaki çocukları kim eğitecek?” Öğrenci; bunun onun asli görevi olmadığını ve öncelikli olarak sadece kendi evladından sorumlu olduğunu anlatmaya çalışır.

Evet, maalesef bu kadar basit bir şeyi dahi göremeyecek duruma gelmiş Müslümanlar…

Annenin dış dünyaya atılmasının bir başka sonucu ise; karı koca ilişkilerinin bozulmasına, kadının ve erkeğin -kapitalizmin kanlarımıza- bencilliği işlemesiyle “benim param” kavgasına, birçok ailenin dağılmasına sebep olmuştur.

Aile kalesinin aldığı bu darbeler eğitimin sağlıklı bir şekilde verilememesine dolayısıyla gelecek nesillerin daha sonra ise toplumların aile hayatlarının, ahlak ve hayâlarının bozuk olmasına sebep olmuştur.

Günümüzde bir çocuk ailesinden hiç çekinmeden erkek veya kız arkadaşını eve getirebiliyor, anne babasına karşı çıkabiliyor, hatta daha da ileriye gitmek gerekirse öldürmeye kadar ulaşabiliyor.

Halbuki büyüklere karşı saygı sevgi, ahlaklı bir şahsiyete sahip olmak yukarıda da geçen Hadislerle de açıkladığımız gibi İslam dininin olmazsa olmazlarındandır.

Rasul Sallallahu Aleyhi Ve Sellem şöyle buyurdu: “Ana babasına iyilik yapana ne mutlu! Allah onun ömrünü arttırsın!” (Taberani)

Bir gün Hz. Peygamber, ashâb-i kirâm’a İbrahim sûresi 24. âyetinde geçen “ağac”ın nasıl bir ağaç olduğunu sormuş. Hiç kimse cevap verememişti. Rasûlullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem bunun “hurma ağacı” olduğunu açıklayıp da oradakiler dağılınca Abdullah b. Ömer yolda giderken babasına; “Rasûli Ekrem’in, ağacın nasıl bir ağaç olduğunu açıklamasından önce hurma ağacı olduğu kalbime doğdu” dedi. Babası Ömer; “Peki neden bunu söylemedin?” deyince, Abdullah; “Rasûlullah’ın huzurunda sen ve Ebû Bekir dururken konuşmayı uygun görmedim” demişti. (İbn Hâcer, Fethu’l-Bârî Serh Sahihi’l-Buhâri)

Yani bırakın anneye babaya karşı gelmeyi Hz. Ömer’in oğlu güzel bir ahlak sergileyip, büyüklerin yanında konuşmaktan bile çekinmiştir, hâyâ etmiştir.

Çocuğun eğitimi; “anne karnında başlar” -hadisi şerifinden de anlayacağımız üzere- anne babanın genci ahlaklı yetiştirmesi gerekir. Bunun yanı sıra kendisini de verimli bir eğitim vermek için her türlü haramdan ve ahlaksızlıktan korumalıdır.

Fatih Sultan Hazretleri İstanbul’un fethinden sonra annesine: “Anneciğim! İstanbul’u fethettim.” der. Annesi: “Oğlum! İstanbul’u sen değil ben fethettim.” karşılığını verir. Fatih; “Nasıl olur? Askerleri denizden, gemileri karadan yürüten ordunun başında ben vardım.” dediğinde annesi şöyle söyler: “Hayır oğlum, İstanbul’u ben fethettim. Çünkü ben hamile kaldığımda harama, helâle, tesettürüme o kadar dikkat ettim ki, bırak akrabalarım, yakınlarım dahi hamile olduğumu anlayamamışlardı. İşte bu sebepten dolayıdır ki Allah-u Teâlâ bana senin gibi bir evlât verdi. Ben böyle olmasaydım, sen İstanbul’un fatihi olamazdın.”

Fatih; “Haklısın anneciğim!” diyerek annesinin elini öper.

2- İkinci boyut; kişinin sosyal platformdaki hayatını kapsıyor. Medya özellikle internet hayatımızı her platformda etkilemiş durumda. Yediğimizden içtiğimize, gezdiğimiz yerlerden giydiğimize kadar her noktada bir etkisi kuşkusuz vardır. Yukarıda belirttiğimiz bozuk eğitimli gençler dinlenen şarkıların, izlenen dizilerin, filmlerin, facebook, youtube’un, televizyonun vs.’nin gazabına uğradılar. Bunlardan etkilenerek aldıkları yanlış hatalı eğitimlerinden dolayı yaşadıkları meselelerle nasıl başa çıkmaları gerektiğini çözemediler. Cazip geldi; içi bozuk kokuşmuş ünlülerin hâyâsız yaşantıları, süslü yaşamları, süslü-püslü pozları, yapmacık dostlukları…

  • Üçüncü boyut; kişinin sosyal hayatını kapsıyor. Burada ise okul ve iş hayatı iki büyük etkendir.
  • Okullarda bağıra bağıra kapitalizmin temellerinden olan özgürlükler anlatılıyor. Gencin ailesi tarafından herhangi bir baskıya uğraması durumunda anında ulaşa bileceği birçok adres ve telefon numarası mevcut.
  • Okullarda başka büyük bir etken arkadaşlardır kuşkusuz. Evlatlarımız yanlış arkadaş kurbanı olup onlara özeniyor hatta onları taklit etmeye başlıyorlar. Halbuki dinimiz bizleri kimleri dost edinmemiz gerektiği ve dostluk ederken nelere dikkat etmemiz gerektiği hususunda uyarmıştır:

Ebu Hureyra Radiyallahu anh’dan Rasul Sallallahu Aleyhi Ve Sellem söyle buyurdu: “Kişi dostunun dini üzeredir. Bu nedenle kişi kiminle dost olacağına dikkat etsin.” (Ebu davud)

Ebu Said Radiyallahu anh’dan Allah Rasulu Sallallahu Aleyhi Ve Sellem söyle buyurdu: Muminden başka kimseyle arkadaşlık etme! Yemeğini de ancak takva sahibi kimse yesin.” (Ebu Davud)

  • Sınıfların düzeni kapitalizmin etkisi altında. Karışık… Bu ise gençlerimizi ister istemez karşı cinsteki sınıf arkadaşları veya öğretmenleriyle sürekli irtibat halinde olmasını gerektiriyor. Hatta kimi zaman mecbur bile bırakıyor. Bu ise kişiyi karşı cinsle konuşmaya hatta daha da ileriye gitmeye alıştırıyor ve normalleştiriyor.
  • Öğrencilerin ulaşım araçları öyle edepsizlikle dolu ki insan anlatmaya utanıyor, hayâ ediyor. Küfürlerin havada uçuştuğu, yüksek sesle müziğin açıldığı, her köşede birbirine yapışmış kızla erkekler…
  • İş hayatında ise ele alınacak bir tarafı yok. Okuldan farklı olarak patron işçi ilişkisi şeklinde yukarıda anlattıklarımız burada da geçerli. İş arkadaşlarıyla oluşturulan haram ortamlar, patronla yalnız kalma durumu, tesettürle çalışamama ve bundan ödün verilmesi, namazların eda edilememesi… Kadının çalışmaya mecbur olmadığı anlatıldığında ise rızıkları için çalışma gerekçesini öne sürüyorlar.
  • Dördüncü ve aslında tüm boyutların sebebi olan son boyutumuz bizlere yani Müslümanlara ait bir devletimizin olmayışıdır kuşkusuz. Devlet boyutu.

Devlet: toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal örgütlü bir ulusun ya da uluslar topluluğunun oluşturduğu tüzel varlık anlamlarını taşır. İslam ise kişinin yaratıcısı, kendisi, diğer insanlarla ve alakasını düzenleyen sisteme denir.  Bu İslami düzeni ise İslami bir devlet sağlar.

İslam devleti İslam akidesinden fışkıran İslami hayatı yeniden başlatacak, İslam’ı topluma tamamen tatbik edecek ve İslam’ı nefislere ve akıllara işledikten sonra İslam davetini aleme taşıyacak olan devlettir.

İslam devletinin iç siyasetini Seyh Takiyuddin en Nebhani İslam devleti kitabında söyle anlatmıştır: “İslam devletinin iç siyaseti, içeride İslami hükümleri tatbik etmekten ibarettir. İslam devleti sultasına boyun büken beldelerde İslam’ın hükümlerini tatbik ederdi. Muamelatı düzenler, hadleri ikame eder, cezaları infaz eder, ahlakı korur, ibadet ve dinin korunmasını gerektirdiği şeylerin ikamesini garanti eder, halkın işlerini İslam hükümlerine göre yürütürdü.”

İslami bir devletin ne denli büyük bir etkiye sahip olduğunu görüyoruz. Bu devletin olmayışı toplumun ahlaki yapısını yerle bir etmiştir. Ahlaki çöküntünün baş sebebi de diyebiliriz.

Peki kapitalizmin bizi içine ittiği bu korkutucu tablodan nasıl kurtulabiliriz? Nasıl hâyâ sahibi olmaya teşvik edebiliriz? Bu hususu da 3 boyutta ele alacağız.

  • Kişinin Allahtan hâyâ etmesi;
  • Her şeyden önce Allahu Teâlâ’ya karşı hâyâlı olmak gerekir. Peki nasıl?

İbn Mesud Radıyallahu anh’dan Rasul Sallallahu Aleyhi Ve Sellem şöyle buyurdu: “Allahtan nasıl hâyâ edilmesi gerekiyorsa öyle edin!” Dedik ki; Ey Allah’ın Resulü! Allaha şükür biz Allahtan hâyâ ediyoruz! Bunun üzerine Rasul Sallallahu Aleyhi Ve Sellem: “Sizin yaptığınız hâyâ değildir, lakin Allah’tan hâyâ etmek, başını ve içindekileri, karnını ve içindekileri koruman, ölümü ve kabirde çürümeyi hatırlamandır. Kim ahret yurdunu isterse, dünya ziynetini terk eder ve ahireti dünyaya tercih eder. İşte kim bunu yaparsa Allah’tan hakkıyla ve kemaliyle korkmuş olur.” (Tirmizi)

Hadisten de anlaşılacağı üzere Allahu Teala’dan hâyâ etmek emirlerine uyup yasaklarından kendini alıkoymaktır. Dilini korumaktır, kulaklarını korumaktır, gözlerini korumaktır. İnsan attığı her adımı “Rabbim bundan razımı” diye düşünerek atmalı ve gelecek nesillerini bu düşünceyle yetiştirmeli ve eğitmelidir.

Burada bahsedilen hâyâ öyle bir hâyâ yerleşmeli ki kişi bırakın örnek olarak dedikodu yapmayı bir kişi hakkında kötü düşünmekten bile çekinmeli.

“Allahü Teâlâ’dan hâyâ edin! Allah’tan hâyâ eden, kötü düşünceden uzak durur, midesine girenleri kontrol eder, ölümü hatırlar.”  [Tirmizi]

Şeytan Allahu Teâlâ’nın huzurundan edepsizliği yüzünden kovuldu onu mahfeden edepsizliği ve hâyâsızlığı oldu. Ecdadımız “edebi edepsizden öğren” diyerek edebe riayet etmeyenlerin hal ve akıbetlerinden ibret almayı öğütlemişlerdir. Şu durumda bizde şeytanın düştüğü durumdan gereken dersi çıkarmalıyız.

Allahu Teâlâ’dan utanmak imanın kuvvetli olduğuna hâyâsızlık ise imanın zayıf olduğunun göstergesidir. Örneğin; Fudayl b. İyad Radıyallahu anh (RA) arefe gününde -ki bugün çok büyük bir gündür- insanlar dua ederken kendisi, ağlamasının şiddetinden dua edememiştir. Güneş batmaya yaklaşmış ve arefe günü sona ermeye başlayınca kafasını semaya kaldırmış ve günahlarını düşünerek; “Sen beni affetsen de vah yaptığım o çirkin işlere! Eğer beni affetsen de ben senden hayâ ediyorum. Sen beni affetsen de vallahi ben senden hayâ ediyorum” diye ağlayarak yakarıyordu.

Arap ülkelerinin birisinde bir hatip hutbe verir. Hutbenin içeriği Allah ile karşılaşma ile ilgilidir. Hutbe bittikten hemen sonra yanına bir adam gelir. Adamın yüzü kıpkırmızı kesilmiş ve ağlamaktan yüzü değişmiştir. Şu soruyu sorar: “Kıyamet günü günahlarım Allah’ın karşısında açığa çıkacak mı? Hatip; “Sen bu günahlardan tevbe et, onların hepsi Allah’ın izni ile iyiliklere dönüşür” der. Adam bu sefer daha kesin ifadelerle soruyu sorar: “Kıyamet gününde günahlarım Allah’ın karşısında açığa çıkacak mı çıkmayacak mı?” Hatip; “Eğer tevbe edersen bu günahların mizanda iyilik tarafına konacak, kötülük tarafına konulmayacaktır. Adam bir daha sorunca Hatip;  “Ne oldu sana ki bunu tekrar tekrar soruyorsun?” diye sorar. Adam ise; “Vallahi hayâ ediyorum. Allah’tan hayâ ediyorum” der.

Sen Allah’tan hayâ edersen Allah da buna karşılık senden hayâ edecektir. İbni Kayyım (RA) der ki; “Kim Allah’tan hayâ ederse Allah da ondan hayâ eder.”

Allahu Teâlâ’ya layık kul olmaya çalışan ondan hâyâ eden kişi laubali hareketlerden ve boş konuşmaktan kaçınır.

“Hâyâ ve gerektiği gibi konuşmak imanın, açık saçık ve lüzumsuz konuşmak ise münafıklığın kısımlarındandır.” Tirmizi

“Edepsizlik ve çirkin söz girdiği yeri çirkinleştirir. Hayâ ise girdiği yeri güzelleştirir.” (Tirmizî)

Sehl bin Sad Radıyallahu anh’dan Rasul Sallallahu Aleyhi Ve Sellem şöyle buyurdu: “Teenni düşünerek hareket etmek Allah’tandır, acele etmek ise Şeytandandır.” (Tirmizi)

  • Kişinin insanlardan utanması:
  • Kişinin insanlardan utanması açıktan açığa onlara kötülük etmemesidir. Nitekim Rasûlullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem; “Allah’tan sakınan insanlardan da sakınır.” buyurmuştur. Yani en yüce olandan sakınan kişi tabi ki O’nun yarattıklarından da sakınır. Hadisi tersten okursak çevresindeki insanlardan sakınmayan birisinin, görmediği Allahu Teâlâ’dan sakınmasını beklemek abes olur.

Kuldan utanmak kişinin kendisi gibi insanlardan çekinerek bazı fiillerden uzak durmasıdır. Örnek olarak kişi insanlardan Allahu Teâlâ’nın rızası için utandığından dolayı onlar hakkında dedi kodu yapmaz kötü söz söylemez. Bir şeyi Müslüman kardeşine yakıştıramadığında onu güzelce uyarır vs.

“Mümin, ayıplamaz, lanet etmez, çirkin söz söylemez ve hâyâsız değildir.” [Tirmizi]

Günümüzde bir trafik kazası veyahut yeşil ışığı fark etmeyip bekleyen kişiyi öldüresiye dövülüyor, küfürler havada uçuşuyor fakat örnek almamız gereken sahabeler başlarına çok kötü bir olay bile geldiğinde dinlerinden ve ahlaklarından ödün vermiyorlardı. Tıpkı Ümmü Hallat gibi:

Ümmü Hallat Radıyallahu anha İslam saflarında çarpışarak şehit olan oğlundan haber almak için örtülerine bürünmüş olarak ve hiçbir şey olmamış gibi sakin sakin vakarla Rasulullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’in yanına geldiğinde onu bu halde gören oradaki sahabelerden bir tanesi; “Ölen oğlundan haber almaya böyle örtülerine bürünmüş olarak, üstüne başını yırtmadan mı geldin” demiş. Bu soruya karşı Ümmü Hallat Radıyallahu anhuma’nın cevabı Müslüman bir hanıma yakışır şekilde olmuş: “Oğlumu kaybettiysem hâyâmı da kaybetmedim ya.” (Ebu Davud)

Düşünün ki biz oğlumuzun dün haberini alsak bırakın yüz kapamayı başımızı kapatmak aklımıza gelir mi acaba?! Nerde o iffetli Allah’tan korkanlar?!

Öyle bir sahabe vardı ki peygamberimiz bile ondan hâyâ ederdi. Hatta ve hatta melekler dahi ondan hâyâ ederlerdi.

“Hz. Âişe Radıyallahu anhuma’nın rivayetine göre, bir gün Resûlullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem, üzerine bir örtü çekmiş olduğu hâlde istirahat ediyordu. O sırada Hz. Ebû Bekir kapıya geldi, içeri girmek için izin istedi. Resûlullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem tavrında bir değişiklik yapmadan içeri girmesine izin verdi. Sonra soracağını sorup gitti. Daha sonra Hz. Ömer geldi, ona da aynı şekilde hâlini değiştirmeden izin verdi. Ondan sonra Hz. Osman, huzura girmek için izin istedi. Bu defa Resûlullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem hemen doğruldu, toparlandı. Ve bana; “sen içeri çekil buyurdu. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Ey Allah’ın Resûl’ü!” dedi, “babam ve arkadaşları yanını geldiğinde dizlerinizi örtmediğiniz gibi, bana da geri çekil buyurmamıştınız. Neden? Allah Resûlü şöyle cevap verdi: Meleklerin kendisinden hâyâ ettiği bir kimseden nasıl hâyâ etmiyeyim mi? Kudret ve iradesiyle yaşadığım Allaha yemin ederim ki Melekler Allah ve Resulunden hâyâ ettikleri gibi Osman’dan da hâyâ ederler. Eğer sen yanımda iken o içeri girmiş olsa idi çıkıncaya kadar ne konuşur ne de başını yukarı kaldırırdı.”  (Müslim Taberani)

Bizlere en güzel örneklerden biri de Hz. Fatıma Radıyallahu ahuma’dır. Hastalığı ağırlaşınca durumun ciddiyetini anlayan Fatıma Hz. Ebubekir’in hanımı Esma binti Ümeyse şöyle dedi: “Ben kadınlara yapılan cenaze merasiminden hoşlanmıyorum. Kadınlar kefene sarılıp götürülünce vücut hatları belli oluyor. İnsanlar onları görüyor. Yarın erkeklerin vücudumun yanı başında olmasından hâyâ ederim.”  diyordu.

O zamanlar da erkek veya kadın olsun cenaze kefenlenip üstü ve yanı açık şekilde sedye üzerinde taşınırdı. Bunun üzerine Esma yaş hurma yaprakları getirdi. Habeşlilerin ölülerini koydukları tabutu tarif etti. Tabut ilk olarak onun cenazesinde kullanılmış oldu.

Şimdi samimice soralım kendimize; ölüm anımızda da hâyâ ve iffetini hangimiz düşünüyoruz acaba?!

  • Kişinin kendisinden hâyâ etmesi:
  • Hâyâ sadece utangaçlık değildir. Dinimizin itibar ettiği hayânın, imana, niyete ve bilgiye dayalı olması gerekir. Nefsiyle baş başa kaldığında hayâ duygusuyla bağdaşmayan işler yapabilen ya da böyle yapmasa bile niyetini bozan bir kimsenin utangaçlığının, İslâm’ın aradığı hayâ olmadığı açıktır. Kişinin kendinden utanması, iffetli olması, yanlış bir işi kendi nefsine yakıştıramaması, yalnız olsa dahi yanlış işlerden uzak durmasıdır. Hayânın bu kısmı kişinin kendi nefsinin güzelliğinden, ahlâkının güzelliğinden ileri gelmektedir. Nitekim böyle bir kişi her nerde olursa olsun, her şeyin mubah olduğu bir toplumda dahi olsa kendi karakteri ve insanlığının güzelliği nedeniyle çirkin işlerden uzak durur.

Hasan Basri Hz. Osman’dan ve onun hâyâsından bahsederken şöyle dedi: “Hz. Osman kapısı kapalı bir odada banyo yapıyor bile olsa avret mahallini açmaz. Hâyâsı belini doğrultarak dik durmasına bile mani olurdu.”

Hz. Ebu Bekr Radıyallahu anh şöyle demiştir: Allah’tan korkun ben helada bile Allah’tan utandığımdan başımı kapıyorum.

  • Ve son olarak atabileceğimiz en güçlü adım ise; yukarıda bahsettiğimiz İslami devletimizin tekrar kurulması için canla-başla çalışmaktır. İslam davasını taşımaktır. Hakkı haykırmaktır. Çünkü belirttiğimiz gibi ahlaki çöküntünün başlıca sebebi İslami Hilafet devletimizin olmayışıdır. Şu durumda İslam devletinin geri dönüşü ahlaki sorunla beraber Müslümanların içerisinde bulundukları tüm sorunları, uğradıkları haksızlıkları, sömürüleri vs. kökünden çözecektir biiznillah. Bu Allah’ın vaadi ve sözüdür ve Allaha zor değildir.
  • “…Sonra ceberut saltanat olacaktır. Allah’ın olmasını dilediği kadar olacaktır. Sonra kaldırmak istediğinde de kaldıracaktır. Sonra Nübüvvet metodu üzere Hilafet olacaktır. Sonra sustu.” [Ahmed]

Hilafet devleti 1400 sene boyunca süregelmiş ve 3 kıta üzerine yayılmış olan Müslümanların kalkanı, güçlü devletiydi. Öyle bir devletti ki insanları kameralar çeker mi veya biri görür mü korkusu kaplamıyordu içlerini. Onları korkutan onların hâyâ ettikleri tek kişi Rableriydi.

Salaba İbn Abdurrahman; bu sahabe bir gün bir yerden bir yere giderken yolda bir evin penceresine gözü ilişir ve bir kadının mahram yerini görür. (Hani ayette vardır ya; “muminlere söyle gözlerini haramdan sakınsınlar.”, -Birinci bakıştan için ne diyor Rasullullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem; –sendendir ikincisi ve ondan sonrası şeytandandır– ya.) Salebe ibn Ebu Abdurrahman kendisi anlatıyor diyor ki; “o kadını o bacımızı ilk defa gördüm ama nasıl olduysa diyor ikinciye de baktım üçüncüye de baktım.” Sonra diyor; “kendime geldim.” Salebe ibn Abdurrahman sen ne yaptın sen Allahu azze ve celleye kulluk yapacağına dair Allaha söz vermedin mi? sen sana dini getiren Resulün yüzüne vakit itibariyle nasıl bakacaksın?! Salebe diyor ki; rivayette bunları söyledikten sonra mescide ve evime dönmedim.”

Salebe kayıp. Salebe aranıyor herkes tarafından. Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi Ve Sellem Salebe’nin mescide bir kaç gün gelmediğini görünce soruyor ashaba; “Salebe’mi göreniniz oldumu?” Sahebe ise; “bir haberleri olmadığını” söyleyince (İmam Hacer ve İbni Esirden gelen rivayete) göre Allahu Teâlâ Cebrail Aleyhisselam’ı gönderdi. “Ey nebi ümmetinden bir adam Medine’de, Medine’nin dağlarında Allahu azze ve cellenin azabından yine Allaha ve rahmetine sığınmaya gitti haberin olsun.” Resul Sallallahu Aleyhi Ve Sellem Ömer ve Selman İbn Farisi’yi çağırıyor. (Allah onlardan razı olsun.) Diyor ki onlara; “gidin Medine’nin dağlarında benim kardeşimi arayınız.” Salebe İbn Abdurrahman bir çobanla karşılaşırlar. Medine’nin dağlarında Ömer Radıyallahu anh’a sorar derki; “kardeşim buralarda bir adam gördün mü? Tarif ediyorlar. Çoban cevap veriyor: “Gece gündüz hiç ara vermeden cehennemin azabından mağfireti bol olan Allaha sığınan adamı mı arıyorsunuz?” Ömer Radıyallahu anh diyor ki; “ta kendisini arıyoruz.” Diyor ki; “şurada şuradadır.” Gidiyorlar bakıyorlar Salebe orda. Ömer Radıyallahu anh’ı gören salebe diyor ki; “bana Allah aşkına söyle Allahu Teâlâ Cebrail’i gönderip Peygamberim Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi Ve Sellem sav’e benim hangi günahı işlediğimi söyledi mi söyledi mi? Hz. Ömer diyor ki; “Vallahi ondan haberim yok, bana al gel dedi düş önüme.” Giderler mescide. Namazı eda ettikten sonra Rasul Sallallahu Aleyhi Ve Sellem gelir yanına, sorar; Salebe sen neredesin? Salebe derki; “Ya Rasulullah ben öyle bir günah işledim ki benim ne Allahu aze ve celleye nede sana iletecek hiç bir şeyim kalmadı. Rasul Sallallahu Aleyhi Ve Sellem onu eve gönderiyor ve; “ben yanına geleceğim” diyor.

Rivayete göre diyor ki; salebe hastalandı vücudu kaldıramadı. Birisine bir bakış attığı için üzüntüden vücudunun kaldıramayacağı kadar hastalanır hale gelmiş Salebe İbn Abdurrahman. Rasul Sallallahu Aleyhi Ve Sellem içeri giriyor, yatmakta olan Salebe’nin kafasını dizine yaslıyor, salebe başını kaldırıyor. Diyor ki; “Allah için çek dizini ya Resulallah. Çünkü gördüğün baş kirli, başımı yasladığım diz ise temiz.” Rasul Sallallahu Aleyhi Ve Sellem;senin beklentin ne diyor?” diyor ki; “ya Resul Sallallahu Aleyhi Ve Sellem Allahu Teâlâ’nın huzuruna çıktığımda bu kötü amel benim huzurumda olmasın. Allahu Teâlâ beni affetsin bunu istiyorum.” Rasul Sallallahu Aleyhi Ve Sellem diyor ki; “Allahu Teâlâ bana Cebrail’i gönderdi ve dedi ki; bana kulum dünya dolusu günahıyla gelse ve af ve mağfiret dilese bende onu dünya dolusu mağfiretimle karşılayacağım.” Diyor ki Salebe; “ya Resul Sallallahu Aleyhi Ve Sellem şimdi oldu.” Rivayete göre Salebe orda ruhunu teslim etti.

Subhanallah şu anlayışa şu korkuya ve hâyâ ya bakın. Sırf harama baktığı için hastalanıyor sonrasında vücudu dayanamıyor ve vefat ediyor.

Ya bu gün insanların durumu! İnsanlar harama tekrar tekrar bakmaktan, hatta haram olana el uzatmaktan, zina yapmaktan zerre kadar çekinmiyorlar!

Sözlerime Paygamber Sallallahu Aleyhi Ve Sellem Efendimizin sözleriyle son vermek istiyorum.

“Utanmadıktan sonra dilediğini yap!” (Buhari)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir