KİTAP VE SÜNNETLE İSTİDLAL


Kitap ve Sünnetle istidlal/delil getirmek, Arap dilinin ve bölümlerinin bilinmesine bağlıdır. Çünkü Kitap Arap dili ile gelmiş, onların lügati ile indirilmiştir.

Allah’u Teâla şöyle buyurmaktadır: بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُبِينٍ“Apaçık Arapça lisanı ile...”[1]  

Bu nedenle Arap diline ait konulardan ve bölümlerinden bahsedilmesi kaçınılmazdır. Sözün kısımlarında bahsetmek sadece hükmün istinbatı ile ilgili olandan bahsetmektir. Zira usulü fıkıhta bunun dışındakilerin incelenmesine gerek yoktur.

Ayrıca Kitap ve Sünnetten her biri, haber ve inşaa kısımlarına ayrılır. Fakat fıkıh usulü âlimi, hüküm genelde haberle sübut bulmadığından dolayı, haberlere değil de inşaaya bakar.

Buradan hareketle Kitap ve Sünnette söz; emir-nehiy,   genellilik-hâss, mutlak-mukayyed, mücmel-mübeyyen, nasıh-mensuh kısımlarına ayrılır. Buna binaen icmâli olarak lügat bahsinin ve Kitap ve Sünnetten bu kısımların incelenmesi mutlaka gereklidir. Ta ki Şer’î hükümlere Kitap ve Sünnetle delil getirme mümkün olsun.

 

Lügat Bahisleri:
 

Lügatler, manalar için konulmuş lafızlardan ibarettir. Lafızların manalara delâleti koyanın koymasından elde edildiğine göre; önce lafızların konuluşu sonra da lafızların delaletini bilmek kaçınılmazdır. “Lafız koymak”, lafzı bir manaya tahsis etmek demektir. Lafzın söylendiğinde mana anlaşılır.

Lügatin konuluş sebebi; insanın kendi cinsinden diğer insanlara muhtaç olmasıdır. Çünkü insanın yaşarken; sıcaktan soğuktan ve düşmandan, onu koruyup hayatta kalmasını sağlayan yiyeceğe, giyeceğe, meskene ve silaha muhtaç olmaması mümkün değildir. Onun için insanın kendisi dışındaki diğer insanlarla bir araya gelmesi, toplanması kaçınılmazdır. Bundan hareketle insanın insanla bir arada olması tabiidir. Zira insanın içtimai olması doğaldır. İnsanlar arasındaki bu bir arada oluşunun gereği olan yardımlaşmanın tamamlanması ve bundan görülen gayeye olan ihtiyacın karşılanması, ancak birinin diğerinin nefsinde olanı tanıması ile gerçekleşir. Bundan dolayı tanımanın kendisi ile hâsıl olduğu bir şeye gereksinim duyuldu. Bundan hareketle diller ortaya çıktı. Çünkü bu zihinde olanı bilmek ancak lafız, işaret ve modelle gerçekleşir.

Lafız, genelliğinden dolayı işaretten veya modelden daha fazla anlatma gücüne sahiptir. Zira lafız, bu manalardan istenilenin karşılığı olarak lafız konma imkânından dolayı hissedilebilen ve akledilebilen mevcut olanı kapsadığı gibi, mümkün olan ve olmayanı, mevcut olmayanı da kapsar. İşaret ise böyle değildir. Zira hem akledilenin hem gaibin hem de olmayanın yerine işaret koymak mümkün değildir. Aynı durum model için de geçerlidir. Zira her istenilen anlama uygun düşen bir modelin ortaya konulması çok zor ve imkânsızdır. Çünkü maddi modeller, olmayan şeyler hakkında söz konusu değildir. Model, söz konusu olduğu varsayılsa bile bunda çok büyük zorluk vardır.

Ayrıca lafız, işaretten ve modelden daha kolaydır. Çünkü lafız, seslerden oluşan harflerden meydana gelmektedir ve bu insandan doğal olarak hâsıl olur. Dolayısıyla lafzı, insanın kendisinde olanı ifade aracı olarak kullanması daha kolay ve evladır.

Bundan hareketle lügatlerin konuluş sebebi, insanın kendisinde olanı ifade etmektir. Konulan ise harflerden oluşan lafızlardır. Bu lafızların kendisi için konulduğu hususlar, dışarıda değil zihinde oluşan manalardır. Çünkü bir şeye lafız koymak, onun tasavvurunun bir parçasıdır. Örneğin; “insan” hakkında bir lafız koymak istenildiğinde zihinde insan suretinin canlandırılması kaçınılmazdır. İşte bu zihinsel suret, “insan” lafzının kendisi için konulduğu husustur, dış mahiyet değildir. Çünkü mahiyeti değil, zihinde olanı ifade etmek için konulmuştur. Bu, fikirden başkadır. Fikir ise vakıa hakkında hükümdür. Çünkü fikir vakıayı yorumlayan öncül bilgi ile birlikte vakıanın his organları aracılığı ile zihne nakledilmesidir. Lafız ise böyle değildir. Zira lafız, vakıanın hakikatine ve vakıa hakkında hükme delâlet etmek için konulmamıştır. Bilakis o, vakıaya uygun da olsa muhalif de olsa zihinde var olanı ifade etmek için konulmuştur. Çünkü lafzın verilmesi dışarıdaki değil, zihindeki anlamlar etrafında döner.

Biz bir şeye şahit olup onun taş olduğunu sandığımızda ona “taş” lafzını veririz. Ona yaklaşıp da onun ağaç olduğunu sandığımızda bu sefer ona “ağaç” lafzını veririz. Daha sonra onun bir beşer olduğunu sandığımızda ise ona “beşer” lafzını veririz. Dolayısıyla lafız değişmekle beraber dışarıdaki mananın değişmemesi, lafzın konmasının dış mana için değil, zihinde olan için olduğuna delâlet eder.

Aynı şekilde, “Zeyd kaimdir” dediğimizde bu lafzı dışarıda Zeyd’in ayakta duruşu için koymuş oluruz. Daha sonra Zeyd otursa, yürüse, uyusa bu söz kendisi iptal edilmemekle birlikte, gerçeği ifade etmesi bakımından geçersiz olur. Bu da lafız koymanın mevcut gerçek için değil sadece zihinde olan için olduğuna delâlet eder.

Böylece lafızlar, hakikatlere delâlet etmez. Ancak zihinde var olanı ifade eder. Bu ise bazen gerçeğe uygun bazen de muhalif olur. Lafızlar, kelimeler arasındaki isnad, bağlayıcılık, izafet ilişkisini ifade etmek için konulmuş olup fail ve mefhul gibi durumlarda kelimeleri birbirine bağlar. Yine lafızlar, oturmak ve kalkmaktan oluşan manaları ifade etmek için konulur. Örneğin; “Zeyd kaimdir” lafzı delâlet ettiği şeyin ayakta ya da başka bir halde olduğu haberini ifade etmek için konulmuştur.

Lafzın konulmasından maksat, lafızların müfred manalarını ifade etmek yani bu manaları tasavvur etmek değildir. Lafzın konulmasındaki asıl maksat, tabirin hâsıl olması için bağlantıların ifade edilmesidir. Yani lafzın konulmasındaki maksat, lafzı zihinde var olanı tabir etme maksadına ait bağlantıları ifade eder hale getirmektir.

Dillerin koyucusuna gelince: Dillerin tamamı ıstılahtır (toplumsal kabullenme ile ortaya çıkmıştır). Diller, Allah’ın ortaya koymasından değil insanların ortaya koymasındandır. Yani insanlar onları kabullenmişlerdir. Arap dili de diğer diller gibidir. Onu Araplar kabullenerek ortaya koymuşlardır. Böylece Arapça, Arapların ıstılahından olur. Allah’u Teâla’nın öğretmesinden değil. Zira dilleri Yüce Yaratıcı koysaydı, onları bize öğretir yani bildirirdi. Zira bu bildirme O’nun yollarından bir yolla olurdu. Ya vahiyle ya da bu manalar için dilleri Allah’u Teâla’nın koyduğuna dair akıl sahibinde zaruri ilim yaratarak olurdu. Vahiy yoluyla öğretmeye gelince, bu batıldır. Çünkü öyle olsaydı, bu dilleri öğretmek için Rasullerin gönderilmesini, risaletle gönderilmelerinin önüne alınmasını gerekli kılardı. Ta ki Rasuller Allah’ın koyduğu dili insanlara öğretsinler ondan sonra da onlara risaleti tebliğ etsinler. Fakat öyle olmamıştır. Rasuller dilin konulmasından sonra gönderilmiştir.

Çünkü Allah’u Teâla şöyle demiştir: وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ إِلا بِلِسَانِ قَوْمِهِ    “Biz her Rasulü ancak kavminin lisanı ile gönderdik.”[2]

 Bununla dilin tevkifi/Allah’ın öğretisi, bildirmesi olmadığı sabit olmaktadır. Zaruri ilim yaratma yoluyla tevkife gelince, bu da batıldır. Çünkü öyle olsaydı, Allah’ı ilim tahsil etme yoluyla değil zaruri olarak tanımayı gerekli kılardı. Çünkü Allah’ın dil için ortaya koyduğu zaruri ilmin oluşması, Allah’la ilgili zaruri ilmi de zorunlu kılar. Fakat öyle değildir. Çünkü Allah’u Teâla’yı tanımak zaruri olarak değil, sadece ilim elde etme yoluyla olmaktadır. Bununla dillerin Allah’ın, öğretmesi ile olmadığı sabit olmaktadır. Dillerin Allah’tan öğretme yoluyla oluşmadığı sabit olunca, o zaman onlar beşerin ortaya koymasından yani insanların ortaya koyup ortak kabullenmelerinden oluşmaktadır.

Allah’u Teâla’nın şu sözüne gelince; وَعَلَّمَ آدَمَ الأسْمَاءَ كُلَّهَا  “(Allah) Adem’e isimlerin hepsini öğretti”[3]

Allah’ın bu sözünden kast edilen, eşyaların anlamlarıdır, diller değildir. Yani Allah ona, eşyanın hakikatlerini ve özelliklerini öğretti. Yani ona eşya hakkında hüküm vermek için kullanacağı bilgileri verdi. Zira vakıayı hissetmek, hakkında hüküm vermek ve hakikatini idrak etmek için tek başına yeterli değildir. Bilakis vasıtasıyla vakıanın tefsir edildiği öncül bilgiler kaçınılmazdır. Allah’u Teâla, Adem’e isimleri yani eşyanın anlamlarını öğretti. Böylece ona hissettiği eşya hakkında kendisi ile hüküm verebildiği bilgileri verdi. 

Kur'an’ın  الأسماء  “isimler” kelimesini ifade etmesine gelince; “anlam” kast edilerek “isim” kelimesi söylenmiştir. Buna şu vakıa delâlet etmektedir: Zira Adem dilleri değil, eşyayı tanımıştır. Her mahiyeti tanımak ve bir hakikati keşfetmek; hususu öğrenme ve bilme konusudur. Dil ise; başka değil, ancak ifade etmek için bir vesiledir. Ayetin siyakı  الأسماء كلها  “isimlerin hepsini” kelimesinden kast olunanın; anlamlar yani hakikatler ve özellikler olduğuna delâlet etmektedir.

Allah’u Teâla’nın şu sözüne gelince: وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّمَاوَاتِ وَالأرْضِ وَاخْتِلافُ أَلْسِنَتِكُمْ    “Dillerinizin... farklılığı da O’nun ayetlerindedir.”[4]  Yani lügatleriniz, lisanlarınız demektir. Bu ayette dillerin Allah’ın ortaya koymasından olduğuna dair bir delâlet yoktur. Çünkü ayetin manası; “sizin dillerde farklılaşmanız, Allah’ın kudretine dair delillerindendir” demektir. Ayetin manası; “Allah’ın farklı diller koymuş olması” demek değildir. Zira “ayet” yani delil, dillerin farklılığıdır, Allah’ın farklı diller koyması değildir.

Allah’u Teâla’nın şu sözüne gelince: إِنْ هِيَ إِلا أَسْمَاءٌ سَمَّيْتُمُوهَا أَنْتُمْ وَآبَاؤُكُمْ مَا أَنزَلَ اللَّهُ بِهَا مِنْ سُلْطَانٍ    “Onlar ancak sizin ve babalarınızın isimlendirdiği isimlerdir. Allah onlar hakkında bir sultan/delil indirmemiştir.”[5]

Allah’u Teâla, onları isimlendirmelerinden dolayı zemmetmemiştir. Onları ancak, ilah olduklarına inanarak putlara “ilah” demelerinden dolayı zemmetmiştir. Zira Lât, Uzza ve Menât putların meşhurlarıdır. Diğer isimler olmaksızın zemmetmeye onların ayrılması buna delil olan bir karinedir.

Buna göre bu ayetlerde dillerin Allah’ın öğretmesi olduğuna dair bir delâlet yoktur. Böylelikle dillerin Allah’ın öğretmesi ile ortaya çıktığına dair bir Şer’î delilin olmadığı açığa çıkmaktadır. Hatta görülen vakıa da şudur ki; diller insanlardan bir ıstılahtır. Dolayısıyla beşer koymasındandırlar, Allah’tan değildirler.

 

Arapçayı Bilme Yolu:
 

Arapça, Arapların kabullenerek ortaya koydukları bir ıstılahtır. Zira onlar, belirli manalara delâlet etmesi için belirli lafızlar ortaya koymuşlardır.  السماء  - semâ,  الأرض  - arz,  الماء – mâ, lafızlarını belirli manalara delâlet etmek için koymaları gibi. Aynı şekilde  القرء – “kuru” lafzını hayız ve temizlik için,  الجون – “cevn” lafzını beyaz ve siyah için,  السليم – selim lafzını, yılan sokması ve beladan salim olmak anlamlara için koydular.

Mademki Arapça, Arapların ıstılahıdır, o halde onu bilmenin yolu, onu onlardan almaktır. Onlar şu lafız, şu mana için konulmuş dediklerinde ya da şu mana, şu lafız için konulmuş dediklerinde, onların bu sözleri kabul edilir, tartışma yapmaksızın ona teslim olunur. Çünkü ıstılahta itiraz kabul edilmez. Zira mesele, üzerinde ortak kabullenmenin hâsıl olduğunun ortaya konulması meselesidir, akli bir mesele değildir. İdrakle alakası yoktur. Onun için lügatte Arapların dediklerine teslim olunur. Zira o, onların ıstılahlarıdır.

“Araplar” derken kast olunan; Arap lisanının bozulmasından önce Arapçayı konuşan safkan Araplardır. Onlardan bir kısmı Hicrî 4. Asra kadar varlıklarını devam ettirmiştir. Onlar dillerini bozmaksızın çöllerde yaşıyorlardı. Onun için Arapça onlardan alınır.

Arapçayı onlardan almanın yolu ise, sahih rivayet yoludur. Bir lafzın Arapça bir lafız sayılabilmesi için onun sahih bir rivayetle o Araplardan rivayet edilmiş olması mutlaka gereklidir. Bundan dolayı Arapçayı bilmenin yolu, mütevatir nakil ve haberi ahad olmaktadır. Mütevatir nakil; “cevher”in cevher olarak, “ard”ın ard olarak v.b isimlendirileni aynı şekilde isimlerden “semâ”, “arz”, “harr”, “berd” v.b. şeklinde isimlendirildiğini bildiğimiz gibi hakkında hiç şüpheye düşülmeyen yani şüphe kabul etmez şekilde bilinen husustur. Bilinmelidir ki o şekilde idrak ettiren ancak kesin tevatürdür. Ahad haber ise; bize malum olmayan, hakkında tevatür de oluşmamış hususlardır. Kendisi ile zannın elde edilmesi yolu ancak ahad haberlerdir. Yani el-Halil, el-Esma’î v.b. dil araştırmacısı edebiyatçılarından “عن” lafzıyla rivayet edilen lafızlar gibi ahadın naklidir. Arapçaya ait lafızların çoğu birinci kategoriden yani mütevatirden, çok azı da ikinci kategoriden yani ahad haberdendir.

İşte Arapçayı bilmenin yolu budur; ya tevatür olarak ya da ahad olarak Araplardan sahih rivayettir, bunun dışında bir yol yoktur. Akıla gelince; Arapçayı bilmekte onun bir yararı olmaz, bir kıymeti de yoktur. Çünkü mesele, dili koyanlardan nakil meselesidir, idrak etme meselesi değil. Çünkü akıl ancak zorunlulukların zorunlu oluşunu, imkânsızlıkların da imkânsız oluşunu anlamayı üstlenir. İki caizden/mümkünden birisinin meydana gelmesinde ise akıla başvurulmaz. Diller böyledir. Çünkü onlar konulmaya bağlıdırlar. Zira belirli bir lafzın belirli bir mana için konulması mümkünattandır. Akılın, lafzı koyanın bu yolda şu lafzı, bu ya da şu mana için koymasını idrak etmeyi üstlenmesi mümkün değildir. Zira o lafız koyucudan nakle bağlı bir husustur. Bundan dolayı dilde akıla bir yer yoktur. Dili bilmek, lafız koyandan nakile bağlı bir husustur.

“İstisnanın”, lafzın kapsadığının dışına çıkmak olduğunun bize nakledilmesinden dolayı, istisnanın “belirlenmiş çoğula” dâhil edilmesinin bilinmesi, akıl yoluyla bilmek sayılmaz, bilakis o nakil yoluyla bilmektir. Zira bize istisnanın, lafzın kapsadığının dışına çıkması olduğu nakledildi. Böylece biz, bundan “belirlenmiş çoğulun” genellik için olduğunu anlıyoruz. Lafız koyucunun bu lafzı bu mana için koyduğuna hüküm veren tek başına akıl olmaz. Akıl sadece lafız koyucudan nakledilen husustan, bu lafzın bu manaya götürdüğünü anlar.

Zira bu Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu; إِذَا بُويِعَ لِخَلِيفَتَيْنِ فَاقْتُلُوا الإخَرَ مِنْهُمَا     “İki halifeye biat edildiğinde onlardan sonra geleni öldürün.”[6]  Sözünden bir takım İslâmî devletlerin olmasının caiz olmadığını anlayan kimse gibidir. İslâmî devletin birden çok olmasının caiz olmayışı hükmünü akıl koymadı, onu ancak Şeriat getirdi. O akli bir hüküm değil Şer’î bir hükümdür. Akıl onu ancak Şer’î nâsstan almıştır. Dil de böyledir. Zira “belirlenmiş çoğulun” genellik için olması akıldan değildir. O ancak Arapların koymasındandır. Zira o, Arapların ıstılahındandır, akıldan değil. Dili bilmek için akıl tek başına kesinlikle bir yol olmaz. Dili bilmek için ancak iki yol vardır, başka değil. Birincisi; tevatürdür. İkincisi ise; ahad haberdir. Ya da başka bir ifade ile dili bilmenin yolu rivayettir, başkası değil.


[1] Şuara: 195

[2] İbrahim: 4

[3] Bakara: 31

[4] Rum: 22

[5] Necm: 23

[6] Müslim, K. İmârat, 3444