KİTAP VE SÜNNETLE İSTİDLAL |
|
Kitap ve Sünnetle istidlal/delil getirmek, Arap dilinin ve
bölümlerinin bilinmesine bağlıdır. Çünkü Kitap Arap dili ile
gelmiş, onların lügati ile indirilmiştir.
Allah’u Teâla şöyle buyurmaktadır:
بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُبِينٍ“Apaçık
Arapça lisanı ile...”
Bu nedenle Arap diline ait konulardan ve bölümlerinden
bahsedilmesi kaçınılmazdır. Sözün kısımlarında bahsetmek sadece
hükmün istinbatı ile ilgili olandan bahsetmektir. Zira usulü
fıkıhta bunun dışındakilerin incelenmesine gerek yoktur.
Ayrıca Kitap ve Sünnetten her biri, haber ve inşaa kısımlarına
ayrılır. Fakat fıkıh usulü âlimi, hüküm genelde haberle sübut
bulmadığından dolayı, haberlere değil de inşaaya bakar.
Buradan hareketle Kitap ve Sünnette söz; emir-nehiy,
genellilik-hâss, mutlak-mukayyed, mücmel-mübeyyen, nasıh-mensuh
kısımlarına ayrılır. Buna binaen icmâli olarak lügat bahsinin ve
Kitap ve Sünnetten bu kısımların incelenmesi mutlaka gereklidir.
Ta ki Şer’î hükümlere Kitap ve Sünnetle delil getirme mümkün
olsun.
Lügatler, manalar için konulmuş lafızlardan ibarettir.
Lafızların manalara delâleti koyanın koymasından elde edildiğine
göre; önce lafızların konuluşu sonra da lafızların delaletini
bilmek kaçınılmazdır. “Lafız koymak”, lafzı bir manaya tahsis
etmek demektir. Lafzın söylendiğinde mana anlaşılır.
Lügatin konuluş sebebi; insanın kendi cinsinden diğer insanlara
muhtaç olmasıdır. Çünkü insanın yaşarken; sıcaktan soğuktan ve
düşmandan, onu koruyup hayatta kalmasını sağlayan yiyeceğe,
giyeceğe, meskene ve silaha muhtaç olmaması mümkün değildir.
Onun için insanın kendisi dışındaki diğer insanlarla bir araya
gelmesi, toplanması kaçınılmazdır. Bundan hareketle insanın
insanla bir arada olması tabiidir. Zira insanın içtimai olması
doğaldır. İnsanlar arasındaki bu bir arada oluşunun gereği olan
yardımlaşmanın tamamlanması ve bundan görülen gayeye olan
ihtiyacın karşılanması, ancak birinin diğerinin nefsinde olanı
tanıması ile gerçekleşir. Bundan dolayı tanımanın kendisi ile
hâsıl olduğu bir şeye gereksinim duyuldu. Bundan hareketle
diller ortaya çıktı. Çünkü bu zihinde olanı bilmek ancak lafız,
işaret ve modelle gerçekleşir.
Lafız, genelliğinden dolayı işaretten veya modelden daha
fazla anlatma gücüne sahiptir. Zira lafız, bu manalardan
istenilenin karşılığı olarak lafız konma imkânından dolayı
hissedilebilen ve akledilebilen mevcut olanı kapsadığı gibi,
mümkün olan ve olmayanı, mevcut olmayanı da kapsar. İşaret ise
böyle değildir. Zira hem akledilenin hem gaibin hem de olmayanın
yerine işaret koymak mümkün değildir. Aynı durum model
için de geçerlidir. Zira her istenilen anlama uygun düşen bir
modelin ortaya konulması çok zor ve imkânsızdır. Çünkü maddi
modeller, olmayan şeyler hakkında söz konusu değildir. Model,
söz konusu olduğu varsayılsa bile bunda çok büyük zorluk vardır.
Ayrıca lafız, işaretten ve modelden daha kolaydır. Çünkü lafız,
seslerden oluşan harflerden meydana gelmektedir ve bu insandan
doğal olarak hâsıl olur. Dolayısıyla lafzı, insanın kendisinde
olanı ifade aracı olarak kullanması daha kolay ve evladır.
Bundan hareketle lügatlerin konuluş sebebi, insanın kendisinde
olanı ifade etmektir. Konulan ise harflerden oluşan lafızlardır.
Bu lafızların kendisi için konulduğu hususlar, dışarıda değil
zihinde oluşan manalardır. Çünkü bir şeye lafız koymak, onun
tasavvurunun bir parçasıdır. Örneğin; “insan” hakkında bir lafız
koymak istenildiğinde zihinde insan suretinin canlandırılması
kaçınılmazdır. İşte bu zihinsel suret, “insan” lafzının kendisi
için konulduğu husustur, dış mahiyet değildir. Çünkü mahiyeti
değil, zihinde olanı ifade etmek için konulmuştur. Bu, fikirden
başkadır. Fikir ise vakıa hakkında hükümdür. Çünkü fikir vakıayı
yorumlayan öncül bilgi ile birlikte vakıanın his organları
aracılığı ile zihne nakledilmesidir. Lafız ise böyle değildir.
Zira lafız, vakıanın hakikatine ve vakıa hakkında hükme delâlet
etmek için konulmamıştır. Bilakis o, vakıaya uygun da olsa
muhalif de olsa zihinde var olanı ifade etmek için konulmuştur.
Çünkü lafzın verilmesi dışarıdaki değil, zihindeki anlamlar
etrafında döner.
Biz bir şeye şahit olup onun taş olduğunu sandığımızda ona “taş”
lafzını veririz. Ona yaklaşıp da onun ağaç olduğunu sandığımızda
bu sefer ona “ağaç” lafzını veririz. Daha sonra onun bir beşer
olduğunu sandığımızda ise ona “beşer” lafzını veririz.
Dolayısıyla lafız değişmekle beraber dışarıdaki mananın
değişmemesi, lafzın konmasının dış mana için değil, zihinde olan
için olduğuna delâlet eder.
Aynı şekilde, “Zeyd kaimdir” dediğimizde bu lafzı dışarıda
Zeyd’in ayakta duruşu için koymuş oluruz. Daha sonra Zeyd
otursa, yürüse, uyusa bu söz kendisi iptal edilmemekle birlikte,
gerçeği ifade etmesi bakımından geçersiz olur. Bu da lafız
koymanın mevcut gerçek için değil sadece zihinde olan için
olduğuna delâlet eder.
Böylece lafızlar, hakikatlere delâlet etmez. Ancak zihinde var
olanı ifade eder. Bu ise bazen gerçeğe uygun bazen de muhalif
olur. Lafızlar, kelimeler arasındaki isnad, bağlayıcılık, izafet
ilişkisini ifade etmek için konulmuş olup fail ve mefhul gibi
durumlarda kelimeleri birbirine bağlar. Yine lafızlar, oturmak
ve kalkmaktan oluşan manaları ifade etmek için konulur. Örneğin;
“Zeyd kaimdir” lafzı delâlet ettiği şeyin ayakta ya da başka bir
halde olduğu haberini ifade etmek için konulmuştur.
Lafzın konulmasından maksat, lafızların müfred manalarını ifade
etmek yani bu manaları tasavvur etmek değildir. Lafzın
konulmasındaki asıl maksat, tabirin hâsıl olması için
bağlantıların ifade edilmesidir. Yani lafzın konulmasındaki
maksat, lafzı zihinde var olanı tabir etme maksadına ait
bağlantıları ifade eder hale getirmektir.
Dillerin koyucusuna gelince: Dillerin tamamı ıstılahtır
(toplumsal kabullenme ile ortaya çıkmıştır). Diller, Allah’ın
ortaya koymasından değil insanların ortaya koymasındandır. Yani
insanlar onları kabullenmişlerdir. Arap dili de diğer diller
gibidir. Onu Araplar kabullenerek ortaya koymuşlardır. Böylece
Arapça, Arapların ıstılahından olur. Allah’u Teâla’nın
öğretmesinden değil. Zira dilleri Yüce Yaratıcı koysaydı, onları
bize öğretir yani bildirirdi. Zira bu bildirme O’nun yollarından
bir yolla olurdu. Ya vahiyle ya da bu manalar için dilleri
Allah’u Teâla’nın koyduğuna dair akıl sahibinde zaruri ilim
yaratarak olurdu. Vahiy yoluyla öğretmeye gelince, bu batıldır.
Çünkü öyle olsaydı, bu dilleri öğretmek için Rasullerin
gönderilmesini, risaletle gönderilmelerinin önüne alınmasını
gerekli kılardı. Ta ki Rasuller Allah’ın koyduğu dili insanlara
öğretsinler ondan sonra da onlara risaleti tebliğ etsinler.
Fakat öyle olmamıştır. Rasuller dilin konulmasından sonra
gönderilmiştir.
Çünkü Allah’u Teâla şöyle demiştir:
وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ إِلا بِلِسَانِ
قَوْمِهِ “Biz her Rasulü ancak kavminin lisanı
ile gönderdik.”
Bununla dilin tevkifi/Allah’ın öğretisi, bildirmesi olmadığı
sabit olmaktadır. Zaruri ilim yaratma yoluyla tevkife gelince,
bu da batıldır. Çünkü öyle olsaydı, Allah’ı ilim tahsil etme
yoluyla değil zaruri olarak tanımayı gerekli kılardı. Çünkü
Allah’ın dil için ortaya koyduğu zaruri ilmin oluşması, Allah’la
ilgili zaruri ilmi de zorunlu kılar. Fakat öyle değildir. Çünkü
Allah’u Teâla’yı tanımak zaruri olarak değil, sadece ilim elde
etme yoluyla olmaktadır. Bununla dillerin Allah’ın, öğretmesi
ile olmadığı sabit olmaktadır. Dillerin Allah’tan öğretme
yoluyla oluşmadığı sabit olunca, o zaman onlar beşerin ortaya
koymasından yani insanların ortaya koyup ortak
kabullenmelerinden oluşmaktadır.
Allah’u Teâla’nın şu sözüne gelince;
وَعَلَّمَ آدَمَ الأسْمَاءَ كُلَّهَا
“(Allah) Adem’e isimlerin hepsini öğretti”
Allah’ın bu sözünden kast edilen, eşyaların anlamlarıdır, diller
değildir. Yani Allah ona, eşyanın hakikatlerini ve özelliklerini
öğretti. Yani ona eşya hakkında hüküm vermek için kullanacağı
bilgileri verdi. Zira vakıayı hissetmek, hakkında hüküm vermek
ve hakikatini idrak etmek için tek başına yeterli değildir.
Bilakis vasıtasıyla vakıanın tefsir edildiği öncül bilgiler
kaçınılmazdır. Allah’u Teâla, Adem’e isimleri yani eşyanın
anlamlarını öğretti. Böylece ona hissettiği eşya hakkında
kendisi ile hüküm verebildiği bilgileri verdi.
Kur'an’ın الأسماء “isimler”
kelimesini ifade etmesine gelince; “anlam” kast edilerek “isim”
kelimesi söylenmiştir. Buna şu vakıa delâlet etmektedir: Zira
Adem dilleri değil, eşyayı tanımıştır. Her mahiyeti tanımak ve
bir hakikati keşfetmek; hususu öğrenme ve bilme konusudur. Dil
ise; başka değil, ancak ifade etmek için bir vesiledir. Ayetin
siyakı الأسماء كلها
“isimlerin hepsini” kelimesinden kast olunanın; anlamlar
yani hakikatler ve özellikler olduğuna delâlet etmektedir.
Allah’u Teâla’nın şu sözüne gelince:
وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّمَاوَاتِ
وَالأرْضِ وَاخْتِلافُ أَلْسِنَتِكُمْ
“Dillerinizin... farklılığı da O’nun ayetlerindedir.”
Yani lügatleriniz, lisanlarınız demektir. Bu ayette dillerin
Allah’ın ortaya koymasından olduğuna dair bir delâlet yoktur.
Çünkü ayetin manası; “sizin dillerde farklılaşmanız, Allah’ın
kudretine dair delillerindendir” demektir. Ayetin manası;
“Allah’ın farklı diller koymuş olması” demek değildir. Zira
“ayet” yani delil, dillerin farklılığıdır, Allah’ın farklı
diller koyması değildir.
Allah’u Teâla’nın şu sözüne gelince:
إِنْ هِيَ إِلا أَسْمَاءٌ سَمَّيْتُمُوهَا
أَنْتُمْ وَآبَاؤُكُمْ مَا أَنزَلَ اللَّهُ بِهَا مِنْ سُلْطَانٍ
“Onlar ancak sizin ve babalarınızın isimlendirdiği isimlerdir.
Allah onlar hakkında bir sultan/delil indirmemiştir.”
Allah’u Teâla, onları isimlendirmelerinden dolayı
zemmetmemiştir. Onları ancak, ilah olduklarına inanarak putlara
“ilah” demelerinden dolayı zemmetmiştir. Zira Lât, Uzza ve Menât
putların meşhurlarıdır. Diğer isimler olmaksızın zemmetmeye
onların ayrılması buna delil olan bir karinedir.
Buna göre bu ayetlerde dillerin Allah’ın öğretmesi olduğuna dair
bir delâlet yoktur. Böylelikle dillerin Allah’ın öğretmesi ile
ortaya çıktığına dair bir Şer’î delilin olmadığı açığa
çıkmaktadır. Hatta görülen vakıa da şudur ki; diller insanlardan
bir ıstılahtır. Dolayısıyla beşer koymasındandırlar, Allah’tan
değildirler.
Arapça, Arapların kabullenerek ortaya koydukları bir ıstılahtır.
Zira onlar, belirli manalara delâlet etmesi için belirli
lafızlar ortaya koymuşlardır.
السماء - semâ,
الأرض - arz, الماء
– mâ, lafızlarını belirli manalara delâlet etmek için koymaları
gibi. Aynı şekilde القرء
– “kuru” lafzını hayız ve temizlik için,
الجون – “cevn” lafzını
beyaz ve siyah için, السليم
– selim lafzını, yılan sokması ve beladan salim olmak anlamlara
için koydular.
Mademki Arapça, Arapların ıstılahıdır, o halde onu bilmenin
yolu, onu onlardan almaktır. Onlar şu lafız, şu mana için
konulmuş dediklerinde ya da şu mana, şu lafız için konulmuş
dediklerinde, onların bu sözleri kabul edilir, tartışma
yapmaksızın ona teslim olunur. Çünkü ıstılahta itiraz kabul
edilmez. Zira mesele, üzerinde ortak kabullenmenin hâsıl
olduğunun ortaya konulması meselesidir, akli bir mesele
değildir. İdrakle alakası yoktur. Onun için lügatte Arapların
dediklerine teslim olunur. Zira o, onların ıstılahlarıdır.
“Araplar” derken kast olunan; Arap lisanının bozulmasından önce
Arapçayı konuşan safkan Araplardır. Onlardan bir kısmı Hicrî 4.
Asra kadar varlıklarını devam ettirmiştir. Onlar dillerini
bozmaksızın çöllerde yaşıyorlardı. Onun için Arapça onlardan
alınır.
Arapçayı onlardan almanın yolu ise, sahih rivayet yoludur. Bir
lafzın Arapça bir lafız sayılabilmesi için onun sahih bir
rivayetle o Araplardan rivayet edilmiş olması mutlaka
gereklidir. Bundan dolayı Arapçayı bilmenin yolu, mütevatir
nakil ve haberi ahad olmaktadır. Mütevatir nakil; “cevher”in
cevher olarak, “ard”ın ard olarak v.b isimlendirileni aynı
şekilde isimlerden “semâ”, “arz”, “harr”, “berd” v.b. şeklinde
isimlendirildiğini bildiğimiz gibi hakkında hiç şüpheye
düşülmeyen yani şüphe kabul etmez şekilde bilinen husustur.
Bilinmelidir ki o şekilde idrak ettiren ancak kesin tevatürdür.
Ahad haber ise; bize malum olmayan, hakkında tevatür de
oluşmamış hususlardır. Kendisi ile zannın elde edilmesi yolu
ancak ahad haberlerdir. Yani el-Halil, el-Esma’î v.b. dil
araştırmacısı edebiyatçılarından “عن”
lafzıyla rivayet edilen lafızlar gibi
ahadın naklidir. Arapçaya ait lafızların çoğu birinci
kategoriden yani mütevatirden, çok azı da ikinci kategoriden
yani ahad haberdendir.
İşte Arapçayı bilmenin yolu budur; ya tevatür olarak ya da ahad
olarak Araplardan sahih rivayettir, bunun dışında bir yol
yoktur. Akıla gelince; Arapçayı bilmekte onun bir yararı olmaz,
bir kıymeti de yoktur. Çünkü mesele, dili koyanlardan nakil
meselesidir, idrak etme meselesi değil. Çünkü akıl ancak
zorunlulukların zorunlu oluşunu, imkânsızlıkların da imkânsız
oluşunu anlamayı üstlenir. İki caizden/mümkünden birisinin
meydana gelmesinde ise akıla başvurulmaz. Diller böyledir. Çünkü
onlar konulmaya bağlıdırlar. Zira belirli bir lafzın belirli bir
mana için konulması mümkünattandır. Akılın, lafzı koyanın bu
yolda şu lafzı, bu ya da şu mana için koymasını idrak etmeyi
üstlenmesi mümkün değildir. Zira o lafız koyucudan nakle bağlı
bir husustur. Bundan dolayı dilde akıla bir yer yoktur. Dili
bilmek, lafız koyandan nakile bağlı bir husustur.
“İstisnanın”, lafzın kapsadığının dışına çıkmak olduğunun bize
nakledilmesinden dolayı, istisnanın “belirlenmiş çoğula” dâhil
edilmesinin bilinmesi, akıl yoluyla bilmek sayılmaz, bilakis o
nakil yoluyla bilmektir. Zira bize istisnanın, lafzın
kapsadığının dışına çıkması olduğu nakledildi. Böylece biz,
bundan “belirlenmiş çoğulun” genellik için olduğunu anlıyoruz.
Lafız koyucunun bu lafzı bu mana için koyduğuna hüküm veren tek
başına akıl olmaz. Akıl sadece lafız koyucudan nakledilen
husustan, bu lafzın bu manaya götürdüğünü anlar.
Zira bu Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in
şu; إِذَا بُويِعَ
لِخَلِيفَتَيْنِ فَاقْتُلُوا الإخَرَ مِنْهُمَا
“İki halifeye biat edildiğinde onlardan sonra
geleni öldürün.”
Sözünden bir takım İslâmî devletlerin olmasının caiz olmadığını
anlayan kimse gibidir. İslâmî devletin birden çok olmasının caiz
olmayışı hükmünü akıl koymadı, onu ancak Şeriat getirdi. O akli
bir hüküm değil Şer’î bir hükümdür. Akıl onu ancak Şer’î nâsstan
almıştır. Dil de böyledir. Zira “belirlenmiş çoğulun” genellik
için olması akıldan değildir. O ancak Arapların koymasındandır.
Zira o, Arapların ıstılahındandır, akıldan değil. Dili bilmek
için akıl tek başına kesinlikle bir yol olmaz. Dili bilmek için
ancak iki yol vardır, başka değil. Birincisi; tevatürdür.
İkincisi ise; ahad haberdir. Ya da başka bir ifade ile dili
bilmenin yolu rivayettir, başkası değil.