MASLAHATLARIN SAĞLANMASI ZARARLARIN ENGELLENMESİ

[ Bölüm 2 ]


Şer'i hükümlerin illeti olduğunu söyledikleri ve netice olmadıkları halde onları sevk eden yaptıkları maslahatlara gelince, bunlara bir nâssın lafzı değil de akıl delâlet ediyorsa, bunların bir kıymeti yoktur. Meselâ şu sözlerinde olduğu gibi: ‘Köleye şahitlik ehliyeti vermemek; kölenin sahibinin emrine boyun eğmiş olarak ona hizmetle meşgul olduğu için kıymet ve seviyeden yoksun oluşundan dolayıdır.’ Bu maslahatı, kölenin şahitlik ehli olmaması hükmünün illeti yaptılar. Dolayısıyla bunun bir kıymeti yoktur. Çünkü bu maslahata Şeriat delâlet etmedi. O, İslâmi toplumdaki kölenin durumundan istinbat edilmiştir, Şer’î delilden istinbat edilmemiştir. Onun için o maslahata itibar edilmez. Onun, hem istinbatta hem de illetlendirmede bir kıymeti yoktur.

Malın zenginler arasında dolaşmamasının, fey’in Müslüman bütün fakirler arasında dağıtılması için illet olması, petrolün yaygın suya benzeyen maden olması, onu kamu mülkiyetinden yapmanın illeti olması gibi kendisine bir Şer’î delilin delâlet ettiği hususa gelince; bu Şeriatın kendisine delâlet ettiği maslahat değildir, sadece Şeriatın kendisine delâlet ettiği bir Şer’î illettir. Zira bu illet, Müslüman’a bir maslahat olarak görünür, Müslüman olmayana öyle görünmeyebilir. Bu, Müslüman için Şeriatın tamamının tatbikinde açığa çıkabilir ve Şeriatın diğer hükümleri olmaksızın belirli bir hükmün tatbikinde açığa çıkmayabilir. Şu halde o, Şer’î delilin delâlet edileni oluşundan dolayı bir maslahattır, onda insan için bir yararın sağlanması ve onunla insandan bir zararın giderilmesinden dolayı maslahat değildir. Zira o, hakikatinde sadece delilin delâlet edilenidir, insanın maslahat olarak gördüğü hususun delâlet edileni değil. Dolayısıyla onun maslahat olarak isimlendirilmesi, Müslüman açısından meydana gelen bir vasıftır, delilin delâletinden dolayı değil. Böylece onun maslahat olması, delilden bir cüz değildir, delilin delâletinden de bir cüz değildir, maslahat olduğuna dair delilin delâlet edileni de değildir. Yani delil, o bir maslahattır demiyor, delilden istinbat esnasında dikkate alınmıyor.

Böylece mesele, delilin kendisine delâlet ettiği Şer’î illet meselesi olmaktadır. Bu hususta, delilin kendisine delâlet ettiği hususun, bir fayda sağlamasına yada Müslüman’dan bir zararı gidermesine ya da bir şey sağlamasına ve bir şey gidermesine yada zarar sağlamasına bakılmaz. Zira menfaatle alakalı durum, hem delilde, hem delilin delâlet edileninde gözetilmez. Dolayısıyla mesele, bir Şer’î delilden çıkartılmış bir Şer’î illet meselesidir, Şer’î delillerden çıkartılmış kullar için maslahatlar meselesi değildir.

Buna binaen, Şer’î illet; ne Şer’î maslahattır, ne de Şer’î olmayan maslahattır. O, sadece illetlik ifade eden delilden çıkartılan bir husustur. Bu hususta, bir menfaat sağlaması ya da zararı gidermesi ya da olmamasına bakılmaz. Zira taze hurmanın kuruduğunda noksanlaşıyor olması, taze hurma ile kuru hurma satmanın caiz olmamasına Şer’î illettir. Taze hurmadaki bu noksanlaşma, ne Şer’î bir maslahattır, ne de Şer’î olmayan bir maslahattır. O, sadece hadisten çıkartılan bir husustur. Hadis ise şudur: Nebi SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’e soruldu: ‘Kuru hurma ile taze hurma satmak caiz midir?’ Bunun üzerine Nebi SallAllah’u Aleyhi VeSSellem dedi ki:   هل َيَنْقُصُ إِذَا يَبِسَ قَالُوا نَعَمْ فلا إذن  “Taze hurma, kuruduğunda noksanlaşıyor mu?” Dediler ki; “Evet”. O da; O halde hayır, dedi.”[1]     Bu delil, illetlik ifade ediyor. Dolayısıyla ondan bu illet istinbat edildi. Bu yapılırken, o bir menfaat sağlıyor mu, ya da bir zarar gideriyor mu, yoksa yok mu diye bakılmadı. Zira delilden illet çıkartılırken buna kesinlikle bakılmaz.

Buna binaen maslahatların sağlanması ve zararların giderilmesinin Şer’î hükümlerde – hem istinbat hem de konulmaları bakımından – bir varlıkları yoktur. Bu ikisi, hiçbir şekilde hükümler için illet değildir. Hatta Şer’î delillerden çıkartılmış illetler, kulların maslahatlarından değildirler. Onlar ancak, maslahat ve zarar olmasına bakmaksızın, Şer’î delilin kendilerine delâlet ettiği manalardır.

Maslahatların sağlanması ve zararların giderilmesine bir bütün olarak Şeriat için Şer’î illet olduğu gibi bizzat her hüküm için Şer’î illet olarak itibar eden ikinci gruba gelince, onlar maslahatların sağlanması ve zararların giderilmesinin Şeriatın bütün detaylarında geçtiğini, Şer’î tekliflerin ve Şer’î hükümlerden her hükmün sadece maksatları olan maslahatların sağlanması ve zararların giderilmesine bağlı olduğunu iddia ediyorlar. Bu grup, sözlerini şu üç hususa bina ediyor:

1-Şeriatın incelenmesi, maslahatların sağlanması ve zararların giderilmesinin Şer’î illet olduğunu kesin olarak ifade eder.

2-Adetlerde asıl olan, manalara itibar etmektir. Ayet ve hadisler, kullar için maslahatlara itibar edilmesine işaret ederek hatta açıkça ortaya koyarak gelmişlerdir.

3-Şeriatın kendilerine delâlet ettiği maslahatların illet olarak itibar edilmesi hususunda, Şeriatın onlara delâlet etmesinden dolayı başka söze gerek yoktur. Şeriatın kendilerine delâlet etmediği maslahatlar ise, onlar için onlara delâlet eden cüzî bir delil olmasa da, bir bütün olarak Şeriatın nâssları onlara itibar edilmesine delâlet etmektedir. Dolayısıyla belirli bir olay yada ona benzer bir durumda Şer’î nâss olmadığında cüzî Şer’î hükümler o maslahatlar esasına bina edilirler. Buna binaen maslahat, Şeriat koyucudan kendisine bir cüzî delil delâlet ettiğinde delil olmaktadır, delillerin toplamı ve küllî deliller ona delâlet ettiğinde de delil olmaktadır.

Buna cevap şöyledir:

1-Onların; Şeriatın kulların maslahatları için gelmiş olduğuna delâlet ettiğini söyledikleri istikrada/incelemede ona dair bir delâlet yoktur. Ne mutabık delâleti, ne tazammun/kapsama delâleti ne de iltizam/gereklilik delâleti, hiçbirisi yoktur.

Şeriatın istikrası, Şeriatta illetli hükümler olduğuna delâlet eder, Şeriatın bütün hükümlerinin illetli olarak gelmiş olduğuna değil. Üstelik illetli olarak gelmiş hükümler, onların illeti olarak maslahatların sağlanması ve zararların giderilmesi ile illetlendirilmemiştir. Bu ikisi, o hükümlerden herhangi bir hükmün illeti de değildirler. Ancak her illetli hükmün illetlendirilmesi belirli bir mana ile gelmiştir. Malın zenginler arasında dolaşması, Cuma namazından alıkoymak, varisin kâfir olması, v.b. gibi Şeriat Koyucunun belirli bir hüküm için illet yaptığı bu manalardan her mana, diğer hükümlerin kendisi ile illetlenmiş oldukları başka manalardan farklıdır. Dolayısıyla onlardan her mana diğerinden başkadır. Onlar arasında, maslahatın sağlanması veya zararın giderilmesi yoktur. hem toplamlarında hem de onların herhangi birisinde bu yoktur.

Müslüman’ın, inceleme ile bu manaları, maslahatı sağlamak ve zararı gidermek olmaktan dışarı çıkmıyor bulması ve onlara o bakışla bakmasına gelince, onları o şekilde isimlendirmesi Müslüman’a aittir. Allah’u Teala, onlar hakkında ya da onlardan her biri hakkında maslahattır dememiştir. Yani Müslüman kendisine göre o manaları maslahat olarak isimlendirmiştir, Şeriat ise onlara maslahat dememiştir ve onları maslahat olarak isimlendirmemiştir. Müslüman’ın onları maslahat olarak isimlendirmesinin bir kıymeti yoktur. Çünkü muteber olan, Şeriatın isimlendirmesidir, yani delilin delâletidir. Mademki Şeriat koyucu, onun hakkında ‘o bir maslahattır’ dememiştir; o halde, ortada bir maslahat yoktur. Çünkü, Şeriat Koyucunun isimlendirmesi dışındaki herhangi bir isimlendirmeye itibar edilmez.

Üstelik ona maslahattır diyen, İslâmi bir toplumdaki Müslüman’dır. Müslüman olmayana gelince; o, anonim şirketleri, faizi, şarap içmeyi, dans partilerini, genç erkek ve kızların baş başa sohbet edip eğlenmelerini v.b. insanlar için maslahat olarak görür, Müslümanlar ise bunları zarar olarak görür. Zira, hükme veya hükmün illetine maslahattır ya da zarardır diye bakış, Müslüman’ın hayata bakış açısına göre olan bir bakıştır, insan olarak insanın bakışı değil. Onun için, bakış açılarının farklılaşmasıyla onlara bakış da farklılaşır. Dolayısıyla, Şer’î hükümlerin ve Şer’î illetlerin maslahat olarak isimlendirilmesi, Müslüman’a has bir isimlendirmedir. Bu bir yöndendir. Bir başka yönden ise; Müslüman’a ait bu isimlendirme kendisine göredir, Şer’î bir delilden istinbat değildir. Çünkü Allah’u Teala, meselâ ‘şarap içmenin haram kılınması hükmünde sizin için bir maslahat vardır ya da sizden bir zararın giderilmesi vardır’ dememiştir. Aynı şekilde, meselâ; ‘Cuma namazından alıkoymak illetinde sizin için bir maslahat vardır yada sizden bir zararın giderilmesi vardır’ dememiştir. Onun için, o Müslüman’a göre olan, Şer’î maslahat sayılmaz. Çünkü Şeriat onun maslahat olduğunu söylemedi. Onda bir tek şey vardır, o da; Müslüman’ın kendisine göre onun maslahat olduğunu söylemesidir. Müslüman’ın delilden yoksun sözünün bir kıymeti yoktur.

Buna binaen; inceleme Şeriatın kulların maslahatları için gelmiş olmasına delâlet etmiyor. Hem nâssların incelenmesi, hem hükümlerin incelenmesi hem de illetlerin incelenmesi buna delâlet etmiyor. Zira, nâssların incelenmesi, sadece Şeriatta bir takım illetli hükümlerin olduğuna delâlet eder, hükümlerin kulların maslahatları için geldiğine değil. Hükümlerin incelenmesi sadece meseleler hakkında Allah’ın hükmü olan belirli manalara delâlet eder, hem mantuk olarak hem de mefhum olarak bu hükümlerin kulların maslahatları olduğuna delâlet etmiyor. Şer’î illetlerin incelenmesi, belirli bir takım hükümler için illetler olan belirli manalara delâlet ediyor, bu illetlerin kulların maslahatları olduğuna delâlet etmiyor. Zira bu belirli illetin kulun maslahatı için olduğuna dair bir delil geçmedi. İlletlerin de illet olarak ancak kulların maslahatı için geldiklerine dair bir delil geçmedi.

Buna binaen, Şer’î hükümlerin ve Şer’î illetlerin maslahatların sağlanması ve zararların giderilmesi için olduğuna dair istikra ile delil getirmek, bir bâtıl delil getiriş olmaktadır. Nasların vakıasına, hükümlerin vakıasına, illetlerin vakıasına uygun düşmemektedir. Onun için onunla delil getiriş geçersiz olmaktadır.

Ayrıca Şeriatın, kulların maslahatı için geldiğine delâlet ettiklerini söyleyerek ileri sürdükleri nâsslar ona delâlet etmemektedirler. Zira o nâsslar, bir bütün olarak Şeriatın tatbik edilmesinden hâsıl olan neticeye delâlet etmektedirler. O netice ise, kulların maslahatlarıdır. O nâsslar; Şeriatın hükümlerinden her belirli hükmün kullar için maslahat olduğuna, maslahatın Şeriatın hükümlerinden bizzat her hüküm için Şer’î illet olduğuna delâlet etmemektedir. Şöyle ki:

- Allah’u Teala’nın şu sözü:   لألا يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَى اللَّهِ حُجَّةٌ بَعْدَ الرُّسُلِ             “Ki insanların Rasullerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın...”[2]   Bu, Rasullerin gönderilmesi için illetlendirmedir, Şer’î hükümler için ve Şeriat için illetlendirme değildir. Bu söz, Şeriatta birtakım illetlenmiş nâssların olduğuna delâlet eder, maslahatların sağlanması ve zararların giderilmesinin bir Şer’î illet olduğuna delâlet etmez.

- Allah’u Teala’nın şu sözü:   وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلاَ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ     “Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.”[3]   Bu söz, iltizam/gereklilik yoluyla, Şeriattan güdülen gayenin, maslahatların sağlanması ve zararların giderilmesi olduğuna yani, Şeriatın tatbikinden hâsıl olan neticenin kulların maslahatları olduğuna delâlet etmektedir. Kulların maslahatlarının Şeriat için ya da Şeriatın her belirli hükmü için bir illet olduğuna delâlet etmemektedir.

- Allah’u Teala’nın şu sözü:   لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلاً    “Hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için.”[4]    Bu söz, göklerin ve yeryüzünün yaratılmasının gayesinin, insanları sınamak ve denemek olduğunun açıklanmasıdır. Dolayısıyla bu söz, Allah’ın hikmetlerinden bir hikmete delâlet eder, Allah’u Teala’nın fiilinin illetine değil. Hikmet, illetten başkadır. Çünkü hikmet, fiilden hâsıl olan neticedir. Bu ise, hâsıl olabilir de, olmayabilir de. Zira o, fiilden güdülen gayedir. Fakat illet, hükme ya da fiile sevk edendir. Dolayısıyla ayette, Şeriatın illetinin, onun kulların maslahatları için gelmiş olması olduğuna dair bir delâlet yoktur.

- Allah’u Teala’nın şu sözleri:  وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالآنسَ إِلاَ لِيَعْبُدُونِي   “Ben insanları ve cinleri ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.”[5] الَّذِي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيَاةَ لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلاً  “O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır.”[6] كُتِبَ عَلَيْكُمْ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ      “Oruç, sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki muttaki olursunuz.”[7]

Bunların hepsi de illete değil de gayeye delâlet ediyorlar. Bu ayetlerde menfaatlerin sağlanması ve zararların giderilmesinin hem Şeriatın illeti olduğuna dair, hem de Şeriatın hükümlerinden bizzat her hükmün illeti olduğuna dair bir delâlet yoktur. Hatta bu ayetlerde illetli nâssların varlığına dair de bir delâlet yoktur. Çünkü onlar illetlendirme için değildirler ve onlardan hiçbir şekilde illetlik anlaşılmaz.

Evet, illetli olarak gelen başka nâsslar vardır. Fakat bu illetli nâsslar, Şeriatın tamamını illetlendirmek için gelmediler. Zira bir tek nâss dahi Şeriatın tamamını illetlendiren bir illet ile gelmedi. Sadece bizzat birtakım hükümleri illetlendiren birtakım nâsslar geldi. Dolayısıyla sadece bu nâsslar illetlendirilir, başkası illetlendirilmez. Bazı hükümleri illetlendirerek gelen nâsslar, Şeriatın her hükmünü illetlendirerek gelmediler. Bilâkis bazı hükümleri illetlendirerek geldiler. Nitekim birtakım hükümlerin illetlendirilmediğine delâlet eden başka birtakım nâsslar da vardır. Böylece illet, kendisini illetlendiren nâssın geldiği hükümle sınırlı olmaktadır, o hükümden başkasına taşmamaktadır. Dolayısıyla, Şeriatın her hükmü bir illet ile illetli olmamaktadır, Şeriatın tamamı da bir illetle illetli olmamaktadır. Sadece Şeriatta illetli birtakım hükümler olmaktadır.

2- Onların; “Adetlerde asıl olan manalara itibar etmektir. Ayet ve hadisler kullar için maslahatlara itibar edilmesine işaret ederek hatta açıkça ortaya koyarak gelmişlerdir” sözüne gelince; bu söz vakıaya mutabık değildir. Çünkü konu, adetler ya da ibadetler değildir. Fakat konu, Şer’î nâsslardır. Şer’î nâsslarda asıl olan ise, manaların takip edilmesidir, nâssın sınırında kalmak değil. Çünkü bu nâsslar, teşri koymakla ilgili nâsslardır. Onlardan kast olunan nâssın kapsadığı manadır. Onun için nâssın sınırında kalmak doğru olmaz. Bilâkis, ya bir tek cümlede yada ona birleştiren başka cümlelerle birlikte nâssın delâlet edileninin anlaşılması kaçınılmazdır. Zira söz konusu olan, delâleti bakımından nâsstır, öylece nâssın delâlet edileni değildir. 

Dolayısıyla ister kitaptan olsun ister sünnetten olsun, Şer’î nâssların tamamında manalara uyulması gerekir, sadece lafızlarıyla ya da kendisi ile nâssın sınırında kalmak caiz olmaz. Bilakis, ister nâssın sadece kendisinde olsun ister başkasında olsun nerede bulunursa bulunsun manalara tâbi olmak kaçınılmazdır.

Buna binaen mesele adetler ve ibadetler meselesi değil fakat nâsslar ve bu nâssların anlaşılması meselesidir. Dolayısıyla nâssın, lafız sınırında durulmayıp kendisinde manaya tâbi olunan olmasında, maslahatların sağlanması ve zararların giderilmesi konusuna yer yoktur.

Evet, nâssların araştırılması ve incelenmesinden açığa çıkıyor ki; ibadet hükümlerine delâlet eden nâsslar herhangi bir illet ile illetlenmiş değillerdir. Onlar sadece, birtakım sebepleri kapsamaktadırlar. Sebep ise illetten başka bir şeydir. Şu da açığa çıkıyor ki; muamelâta/ilişkilere delâlet eden nâsslardan birçoğu illetli olarak gelmiştir, bir kısmı da illetsiz olarak gelmiştir.

Dolayısı ile şöyle denilir: ‘İbadetler bir illetle illetlenmemiş olarak gelmiştir. Muamelâtın birçok hükümleri ise bir illetle illetlenmiş olarak gelmiştir. Bu Şer’î illetle illetlendirmekle alakalı bir husustur, manalarla alakalı değildir.’ Fakat ‘adetlerde asıl olan, manalara dikkat etmektir.’ denilmez.

Buna binaen manalara dikkat etmek sadece nâsslarda olur, ister ibadet hükümleri olsun ister muamelât hükümleri olsun hükümlerde olmaz. Zira kendisinde manaya bakılan nâsstır, hüküm değil. Hükümde ise, kendisi için hüküm olarak geldiği hususa uyup uymadığına bakılır. Meselâ; şirketin caiz oluşunun kendisine delâlet eden delil ile bağlantılı olması, kendisinde icab ve kabulün oluştuğu şirketin caiz kılınması, kendisinde icab ve kabulün oluşmadığı şirketin caiz kılınmaması; delilin hükme uygun düşmesinden ve hükmün kendisi için geldiği hususa uygun düşmesindendir. Dolayısıyla şirketin caiz kılınması, onun maslahat olup olmaması bakımından değildir.

Böylece hükümlerde manalara bakmanın yeri yoktur. Aynı şekilde hükümlerde, maslahatlar ve zararlara, tasvip edilip edilmemeleri bakımından bakmaya da yer yoktur. Hac ve oruçta olduğu gibi nâss neticeye delâlet etmedikçe, belirli hükmün neticesinde maslahat ve zarara bakmaya da yer yoktur. Dolayısıyla belirli hükmün uygun düşmesinde ve uygulanmasında maslahatlar ve zararlar ilkesinin kesinlikle bir varlığı yoktur. Bilâkis burada itibar edilen; hükmün delilidir, hakkında Allah’ın hükmünü beyan için gelerek kendisine delâlet ettiği vakıadır.

Bu, onların sözlerinin ‘adetlerde asıl olan, maslahatlara tâbi olmaktır’ kısmıyla ilgili cevap idi. ‘Ayet ve hadisler kullar için maslahatlara itibar edilmesine işaret ederek, hatta açıkça ortaya koyarak gelmiştir.’ sözleri ile ilgili cevaba gelince; bu, delilden yoksun bir sözdür. Vakıa bunun aksine delâlet etmektedir. Zira, kullara ait maslahatların hükümler için Şer’î illet olarak itibar edilmesine delâlet eden herhangi bir ayet ve hadis yoktur. Bilâkis ayetler ve hadislerin incelenmesi şu dört hususa delâlet etmektedir:

a- Şeriattan güdülen gayenin, kullar için rahmet olması olduğuna delâlet etmektedir. İltizam/gereklilik yoluyla rahmetin, maslahatların sağlanması ve zararların giderilmesi olduğuna delâlet etmektedir. Dolayısıyla o ayet ve hadisler Şeriatın neticesine delâlet etmektedirler. Şeriatın illetine ve bizzat her hükmün illetine delâlet etmemektedir.

b- Hepsinde değil de bazı hükümlerde bizzat her hükmün gayesine delâlet etmektedir. Dolayısıyla o ayet ve hadisler hükümlerden kendisine delâlet eden husus hakkında, sadece bu hükmün neticesine delâlet etmektedirler. Bu hükmün illetine, başka hükümlerin neticesine delâlet etmemektedirler. Doğal olarak, diğer hükümlerin illetlerine de delâlet etmemektedirler.

c- Nâssların toplamı, Şer’î nâssların illetli olarak geldiğine delâlet etmektedir. Dolayısıyla onlarda manaların takip edilmesi gözetilir, nâssın sınırında durmak değil. Bu ise, nâssın anlaşılması ile alakalıdır, maslahatlar ve zararlar ile alakalı değil. Bu, nâssın kendisiyle alakalıdır, hükümle değil.

d- Belirli bir takım hükümler hakkında, belirli birtakım illetle illetli olarak gelen birtakım nâsslar vardır. Sadece nâss ile gelen illete itibar edilir. Onun fayda ya da zarar olmasına bakılmaz. Onda fayda ve zarar göz önünde bulundurulmaz. O, sadece hakkında gelen nâssta itibar görür, başkasında değil. Bir de illetlendirdiği hükümler hakkında itibar görür, başka hükümler hakkında değil.

Ayet ve hadislerin getirdiği hususlar işte bunlardır. Bunlarda, kulların maslahatlarına itibar etmeye işaret eden yada açıkça ortaya koyan bir husus yoktur. Buna binaen; maslahatların Şer’î illet olarak itibar edilmesine dair ikinci delilleri de, vakıaya ters düşmesinden dolayı, ayet ve hadisler bunun tersine delâlet etmesinden dolayı yanlıştır.

3- Diyorlar ki: ‘Maslahatlara Şeriat delâlet etmiştir. Zira onlardan bir kısmına maslahat şöyledir diyerek, onlara has cüzî delil delâlet etmiştir. Onlardan bir kısmına itibar edilmesine de bir bütün olarak Şeriat delâlet etmiş. Dolayısıyla belirli bir olay ya da ona benzer bir durumda Şer’î nâss olmadığında, cüzî Şer’î hükümler o maslahatlar esasına bina edilirler.’ Bu söz, son derece bâtıldır ve birkaç yönden de ret olunur:

a- Şeriat maslahatlara delâlet etmemiştir. Maslahatlar sadece, Şeriat koyucunun Şeriat koymaktan kast ettiği gayelerdir. Şeriatın maslahatlara delâlet etmiş olması ile, maslahatların Şeriatın konulmasından güdülen gaye olması arasında fark vardır.

Şeriat, birtakım fikirlere ve hükümlere delâlet etmiştir. Bu delalette bu fikirler ve hükümlerin kulların maslahatları için olup olmamasına bakılmaz. Nitekim Şeriat; alış-verişin helal, faizin haram, cihadın farz, gönüllü sadakanın mendub, malı heder etmenin mekruh v.b. olduğuna delâlet etmektedir. Sözleşmeler yapmanın maslahat olduğuna, bir halife nasb etmenin maslahat olduğuna, yalanın zarar olduğuna, düşman ile karşılaşma gününde oradan uzaklaşmanın zarar olduğuna v.b. şeylere  delâlet etmemiştir. Zira Şeriat, hükme delâlet etmiştir, maslahata delâlet etmemiştir. Hatta delâlette maslahatın olup olmamasını gözetmemiştir. Maslahatı veya zararı Şeriatın hükme delâletinde itibar noktası yapmak caiz olmaz. Buna binaen maslahata Şeriat delâlet etmemiştir. Dolayısıyla bu hususta bu şekilde delil getiriş esası itibarı ile bâtıldır.

b- Onların, birtakım maslahatlara delâlet ettiğini, dolayısıyla bu maslahatların haklarında cüzî delilin delâleti ile Şer’î maslahatlar olduklarını söyledikleri, cüzî deliller ise; belirli hükümler veya illetlere dair delildirler, maslahatlara dair deliller değildirler.

- Hırsızın elinin kesilmesi hükmü Allah’u Teala’nın şu sözü ile sabit olmuştur: وَالسَّارِقُ وَالسَّارِقَةُ فَاقْطَعُوا أَيْدِيَهُمَا  “Hırsızlık yapan erkek ile hırsızlık yapan kadının ellerini kesin.”[8]

-Yol kesen eşkıyanın cezası Allah’u Teala’nın şu sözü ile sabit olmuştur: إِنَّمَا جَزَاءُ الَّذِينَ يُحَارِبُونَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَيَسْعَوْنَ فِي الأرْضِ فَسَادًا أَنْ يُقَتَّلُوا أَوْ يُصَلَّبُوا أَوْ تُقَطَّعَ أَيْدِيهِمْ وَأَرْجُلُهُمْ مِنْ خِلافٍ أَوْ يُنفَوْا مِنْ الأرْضِ    “Allah ve Rasulüne karşı savaşanların ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası ancak, ya öldürülmeleri, ya asılmaları, yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir.”[9]

-Murtedin öldürülmesi hükmü, Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu sözü ile sabittir:   مَنْ بَدَّلَ دِينَهُ فَاقْتُلُوهُ “Kim dinini değiştirirse onu öldürün.”[10]

- Zina suçunun cezası, Allah’u Teala’nın şu sözü ile sabittir: الزَّانِيَةُ وَالزَّانِي فَاجْلِدُوا كُلَّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا مِائَةَ جَلْدَةٍ    “Zina eden kadın ve erkeğe her birisine yüz sopa vurun.”[11]   ve Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem ‘in evlilik hayatı geçirmiş zâniyi recm ettirmesi ile sabittir.

- Ölü hayvan etinin/leşin haram kılınması, Allah’u Teala’nın şu sözü ile sabit olmuştur:   حُرِّمَتْ عَلَيْكُمْ الْمَيْتَةُ     “Size ölü eti haram kılındı.”[12]

- Arazinin icâra verilmesinin yasaklanması Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu sözü ile sabit olmuştur: مَنْ كَانَتْ لَهُ أَرْضٌ فَلْيَزْرَعْهَا أَوْ فَلْيُزْرِعْهَا أَخَاهُ وَلا يُكَارِيهَا بِثُلُثٍ وَلا بِرُبُعٍ وَلا بِطَعَامٍ مُسَمًّى   “Kimin bir arazisi varsa onu ya kendisi ziraat yapsın ya da kardeşinin ziraat yapmasına izin versin. Onu üçte bir, dörtte bir, belirlenmiş bir yiyecek karşılığında kiraya vermesin.”[13]  v.b.

Dolayısıyla cüzî deliller, belirli birtakım hükümlere delâlet ediyorlar, maslahatlara delâlet etmiyorlar.

Aynı şekilde; Allah’ın şu sözleri: كَيْ لاَ يَكُونَ دُولَةً بَيْنَ الآغْنِيَاءِ مِنْكُمْ     “Mallar sadece içinizde zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın.”[14] لِكَيْ لا يَكُونَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ حَرَجٌ فِي أَزْوَاجِ أَدْعِيَائِهِمْ إِذَا قَضَوْا مِنْهُنَّ وَطَرًا    “Böylelikle evlatlıklarının eşleriyle herhangi bir bağ kalmayınca onlarla evlenmek hususunda Müslümanlara bir vebal olmadığı anlaşılsın.”[15]

   Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu sözleri: القاتل شيئا  و لا يَرِثُ   “Katil varis olamaz.”[16] لا يَقْضِي الْقَاضِي بين إثنين  وَهُوَ غَضْبَانُ   “Kadı öfkeli iken hüküm vermez.”[17]   v.b.

Bunlar sadece, belirli birtakım illetlere delâlet etmektedirler, maslahatlara delâlet etmemektedirler, o illetlerin maslahat için geldiğine de delâlet etmemektedirler.

Buna binaen birtakım maslahatlara delâlet eden, onların maslahatlar için geldiğine delâlet eden, getirdikleri hükümlerin veya kapsadıkları illetlerin maslahatlar olduklarına delâlet eden cüzî deliller yoktur. O delillerin delâletleri hükümler ve illetlerle sınırlıdır, başkası ile değil. Dolayısıyla, kendilerine birtakım cüzî delillerin delâlet ettiği birtakım maslahatların olduğunun söylenmesi bâtıl olmaktadır.

c- Şeriatın bir bütün olarak kendilerine delâlet ettiği maslahatların olduğuna dair söz de, kesinlikle aslı olmayan fâsid bir sözdür. Çünkü küllî delil, ya özel küllî bir maslahata delâlet eden özel bir delil olur ya da özel delillerin toplamı ya da bütün Şer’î delillerin toplamı olur. Eğer kast olunan, küllî bir maslahata delâlet eden özel küllî bir delil ise, bu mevcut değildir. Çünkü küllî deliller, hükümlere delâlet ederler. Birtakım maslahatlara delâlet eden deliller yoktur.

Bu bir yöndendir. Bir başka yönden ise; mantıksal mana ile küllilik ve cüziliğin fıkıh usulü konusunda bir kıymeti yoktur. Ona ne bir yer vardır ne de itibar. Dildeki lafızların delâletindeki küllilik ve cüzilik ise; o, müfred delâletlerindendir, mürekkeb/bileşik delâletlerinden değil. Terkib delâletlerinde yani cümlelerin delâletlerinde onların yeri yoktur. Zira mürekkebte kesinlikle küllilik ve cüzilik yoktur. Bunun için; ‘delillerde, terkibleri bakımından küllilik ve cüzilik ifade eden husus vardır.’ denilmesi, dil ve Şeriata göre onun var olmamasından dolayı doğru olmaz.

İsimdeki küllilik ve cüziliğe gelince; isim, mefhumuna birçoklarının iştirak etmesinin doğru olması durumunda ise, küllidir. “Hayvan”, “insan”, “kâtib”, “güneş” v.b. gibi. İsim, mefhumuna birçoklarının ortak olmasının doğru olmaması durumunda ise; cüzidir. Bir adamın özel ismi olan “Zeyd” gibi, “o”, “şu” v.b. zamirler gibi.

Külli iki kısımdır: 1- İttifak edilen külli, “insan “at” gibi. 2- Şüphe edilen külli, الوجود -vücut, الابيض -beyaz gibi. Külli Aynı şekilde iki çeşittir: 1- Cins: “insan”, “at” gibi. 2- Türev: الاسود -esved “zenci”, الفارس -süvari gibi.

Cüzi ise iki çeşittir: özel isim ve zamir.

Dilde külli ve cüzi konusu işte budur. Bunun burada hem Şer’î deliller konusunda hem de nâssların delâleti konusunda bir yeri yoktur. Onun yeri ancak müfredler/tekiller konusundadır. Bunun için burada ileri sürülmez. Buna binaen, deliller ya genellik ifade ederler ya da özellik ifade ederler. Delillerde küllilik ve cüzilik ifade eden husus yoktur. Umum/genellik, sadece kendilerine delâlet ettiği fertlerini kapsar, başkasını kapsamaz. Böylelikle açığa çıkıyor ki külli bir maslahata delâlet eden özel külli bir delil yoktur.

Ferdi mülkiyete ait hırsızlığı, ferdi mülkiyetin korunması için ceza konulmasına illet yapmak ise doğru değildir. Çünkü hırsızlık, el kesme hükmünün illetidir, ferdi mülkiyetin korunmasının illeti değil. Zira o, belirli bir cezanın illetidir, ferdi mülkiyetin korunması için mutlak cezalandırmanın illeti değil. Onun için o, özel bir hükme ait özel bir illettir, ferdi mülkiyetin korunması için cezalara ait genel bir illet değil. Dolayısıyla onu külli bir illet yapıp ona kendisinden cüzlerin çıktığı külli bir hükmü bina etmek doğru olmaz.

Zira ayet diyor ki:   وَالسَّارِقُ وَالسَّارِقَةُ فَاقْطَعُوا أَيْدِيَهُمَا   “Hırsızlık yapan erkek ile hırsızlık yapan kadının ellerini kesin.”[18]  

-“Hırsız” anlaşılır bir vasıftır. Bu kesmeye münasiptir. Zira “el kesmek” hırsızlıktan dolayı olmaktadır. Onun için el kesmeye illet olması uygun olmaktadır. Fakat illet olması, sadece illetlendirmeyi ifade eder, illetsizlik yönünü ifade etmez. Ondan dolayı onun illeti kıyas için uygun olmaz. Şöyle denilmez; ‘Hırsızlık, ferdi mülkiyete tecavüz olduğu için illettir. Böylece el kesmek için illet oluşundan dolayı hırsızlığın ferdi mülkiyete saldırı oluşu, illet yapılmaktadır.’ Böyle denilmez. Çünkü yağmacılık, ferdi mülkiyete saldırıdır, onda el kesmek yoktur. O halde, hırsızlık ferdi mülkiyete saldırı olduğu için, el kesmenin illeti yapılmaz. O ancak, başka bir şeyden dolayı değil sırf hırsızlık oluşundan dolayı illet yapılmıştır. Bunun delili, el kesmenin hâsıl olması için varlıkları kaçınılmaz olan belirli şartların var oluşudur. Zira nisaba ulaşmamış miktarda bir mal veya iyi korunmamış bir mal veya yemek için hazırlanmış yiyecek v.b. çalınırsa, ferdi mülkiyete saldırı olsa da el kesilmez. Ona binaen hırsızlığın el kesmek için illet oluşunun vakıası böyledir.

Dolayısıyla onun hakkında külli illet veya cüzi illet ve hatta genel illet denilmez. O ancak belirli bir hüküm için belirli bir illettir. O, kendisine kıyas yapılan illetlerden değildir. Zira, el kesmenin illeti, ferdi mülkiyeti korumak değildir. Onun illeti ancak hırsızlık olduğu için hırsızlıktır. Dolayısıyla ferdi mülkiyeti korumak kesinlikle illet değildir.

Buna binaen; ‘Hırsızlıkla itham olunana, inkâr ettiğinde ikrar edesiye kadar vurma cezası verilir. Bu da hırsızın elini kesme külli delilinden ferdi mülkiyeti korumak için alınır.’ denilmez. Böyle denilmez. Çünkü vurmanın caiz oluşuna delâlet eden bir delil yoktur. Ferdi mülkiyeti korumak ise, el kesmek için ve hırsızlık cezasının konulması için bir illet değildir. Dolayısıyla, hırsızlıkla itham olunan kimsenin cezalandırılması için bir cezanın konulmasına illet olarak alınmaz. Üstelik itham olunan, hırsızlıktan veya yağmacılıktan veya gasptan bir şey aleyhinde tespit olunasıya kadar suçsuzdur. Tespit olduğunda, bu suç için Şeriat koyucunun koymuş olduğu Şer’î ceza, had ya da tazir olarak uygulanır. Suç tespit edilmeden önce ona bir cezanın uygulanması da caiz olmaz. Buna binaen, hırsızlıkla itham olunan kimseye vurulmaz. El kesmenin delilinden, ona vurmanın caiz oluşuna dair hüküm almak da doğru olmaz. Çünkü bu ona delâlet etmemektedir.

Şöyle denilebilir: “Şeriat Koyucunun hırsıza, yağmacıya, gasp edene v.b. ceza koymasından, o cezayı sadece ferdi mülkiyeti korumak için koyduğu anlaşılır. Bunların toplamından ferdi mülkiyetin korunması, onlar için ceza koymanın illeti olarak çıkartılır.”

Buna cevap şöyledir: Ferdi mülkiyetin korunması, ya hüküm için illet olur ya da Şeriat Koyucunun hükmü koymadaki hedeflediği gaye olur. Her ikisine de delâlet eden bir nâssın olması kaçınılmazdır. Bunun hüküm için illet olduğuna delâlet eden bir nâss olmadığı gibi, Şeriat Koyucunun hükmün konulmasındaki gayesi olduğuna delâlet eden bir nâss da yoktur. Onun için ferdi mülkiyetin korunması hakkında hükmün illetidir ya da hükmün konulmasında Allah’ın hikmetidir, denilmesi doğru olmaz. Bunun için, o cezâlarda ona itibar edilmesi için Şeriatta herhangi bir asıl kesinlikle yoktur. Dolayısıyla ona hiçbir şekilde itibar edilmez.

Fakat bu cezaların vakıasına baktığımızda onların tamamının ferdi mülkiyetin korunmasına delâlet ettiğini görürüz. Fakat bu vakıa, farkına varılan neticelerdir, meydana gelebilir de gelmeyebilir de. Fakat bu, Şeriat Koyucunun, gayesi olduğuna delâlet etmez. Onun için bu, herhangi bir vakıanın açıklanması gibi açıklanan vakıa vasfı olur. Fakat bu açıklama, onun Şeriatın delâlet edileni olduğu ve hükmün illeti olduğu esasına dayalı olmaz. Görmüyor musun; birden fazla evliliğin yasaklanması toplumda metresleri çoğaltır. Fakat bu yakinen görülen netice, bir vakıanın vasfıdır. Ne hükmün illetidir, ne de Şeriat Koyucunun hükmün konulmasındaki maksadıdır. Dolayısıyla bu, Şer’î açıdan incelenmez. Ferdi mülkiyetin korunması, beş zaruriyettendir, benzerleri ve diğerleri de aynı şekildedir. Buna binaen külli maslahata delâlet eden özel külli delil yoktur.

Maslahatlara delâlet eden delillerden belirli bir topluluğun varlığına gelince; bu, kesinlikle yoktur. Birtakım hükümlerin topluluğundan var olan husus, belirli hususlarda onların vakıalarına delâlet etmektedir. Hırsızlık, gasp, yağmacılık, talan gibi bunların tamamının ferdi mülkiyeti muhafaza ettiklerine delâlet eder. Bu ise, bir vakıanın vasfıdır, bir illete ve hükmün konulması için illet olarak aldıkları bir maslahata da delâlet değildir.

Buna binaen bunun, bu hükümlerin toplamının delâlet edileni olduğu iddia edilirse, bu takdirde o, manalara hükümlerin delâletleri cinsinden olurdu, delillerin delâleti değil. Bu itibarla da olsa o, maslahatlara delâlet eden delillerden belirli bir topluluk değildir. Buna binaen, Şeriatta, hükümler için illet olarak aldıkları belirli birtakım maslahatlara delâlet eden delillerden belirli bir topluluk yoktur.

Şeriatın toplamının delâletine gelince bu, itibardan düşen bir sözdür. Çünkü delâlet, ancak belirli nâsslara ait olur. “Kur'an’ın toplamının delâleti”, “sünnetin toplamının delâleti” sözleri fasid sözlerdir. Çünkü bu toplamın, hepsinde belirli bir şeye delâleti yoktur. Fakat nâssların birçoğunda bir şeye delâlet vardır, başka nâsslarda da başka bir şeye delâlet vardır. Böylece bu, belirli bir şeye delâlet eden belirli birtakım nâsslar cinsinden olur, Şeriatın toplamının belirli bir şeye delâlet etmesi ise, varlığı olmayan bir husustur.

Buna binaen, Şeriatın bir bütün olarak kendisine itibar edilmesine delâlet ettiği bir maslahat yoktur. Hem külli nâsslarla, hem nâssların toplamı ile, hem de Şeriatın toplamı ile böyle bir delâlet yoktur. Böylece maslahata Şer’î bir illet olarak itibar edilmesi, esasından bâtıl bir husus olmaktadır. Zira Şeriatta, hüküm koymak için illet olarak itibar edilen bir maslahat yoktur. Ne Şer’î maslahat vardır ne de Şer’î olmayan maslahat vardır.


[1] Dârektenî

[2] Nisa: 165

[3] Enbiya: 107

[4] Hûd: 7

[5] Zariyat: 56

[6] Mülk: 2

[7] Bakara: 183

[8] Maide: 38

[9] Maide: 33

[10] Buhari, K. Cihâd ve’sSeyr, 2794

[11] Nur: 2

[12] Maide: 3

[13] Ahmed b.Hanbel, Ebu Davud,K. Buyu’, 2947

[14] Haşr: 7

[15] Ahzab: 37

[16] Ebu Davud

[17] Ahmed b.Hanbel

[18] Maide: 38