KÜLLÎ KAİDELER


4- Fiillerin Neticeleri Kaidesi:
 

Bazı müçtehitler “fillerin neticeleri” kaidesini savunuyorlar. Bu kaide üzerine birçok kaide ve çok sayıda hüküm bina ediyorlar. Onu, hükmün Şer’î hüküm olduğuna dair delil getirmenin asıllarından bir asıl sayıyorlar. Böylece bu kaide onlara göre, Şer’î delillerden bir delil konumundadır. “Fiiller ister uygun görülen olsun ister muhalif olsun, fiillerin neticelerine bakmak, Şeriata göre kast edilen muteber bir husustur”, diyorlar. Yine diyorlar ki;

“Müçtehit, mükellefe ait fiillerden bir fiil hakkında o fiilin neye sebep olacağına bakmadan, atılganlık ya da çekingenlik ile hüküm vermez. Zira o fiil, elde edilmesi istenilen bir maslahat için ya da giderilmesi istenilen bir zarar için konulmuş olabilir, fakat bu maksada ters düşen neticesi de olabilir. Kendisinden doğan bir zarardan dolayı ya da kendisi ile giderilen bir maslahattan dolayı da konulmamış olabilir, fakat buna ters neticesi de olabilir. Dolayısıyla o zaman ister bir maslahat için konulmuş olsun yani kendisi ile emrolunmuş olsun, ister ise kendisinden doğan bir zarardan dolayı konulmamış olsun yani nehyedilmiş olsun, fiilin neye sebep olacağına itibar etmek kaçınılmazdır. Çünkü elde edilen maslahat ya da giderilen bir zarardan dolayı konulan hususa meşruluk ismi verilip o hali üzere terk edilseydi, belki o fiildeki maslahatın elde edilmesiyle çalışılması, o maslahata denk ya da ondan fazla bir zarara yol açabilirdi. Dolayısıyla bu meşrulukla isimlendirmeye engel olur, konuluşunun aslında helal da olsa o fiil haram kılınır. Aynı şekilde kendisinden bir zarar ortaya çıktığından dolayı konulmayan hususa meşru olmayan isminin verilip sonra da o hali üzere terk edildiğinde, o fiildeki zararın giderilmeye çalışılması, ona denk ya da ondan daha fazla bir zarara yol açabilir. Dolayısıyla ona meşru olmadığının söylenmesi doğru olmaz. Böylece konuluşunun aslında haram olsa da o fiil helal olur.”

Bu “fiillerin neticeleri” kaidesini şu üç delil ile delillendiriyorlar:

1-Teklifler/sorumluluklar, kulların maslahatları için konulmuştur. Kulların dünyevi maslahatları ise, kulların amellerine ait neticelerdir. Çünkü kulların amellerine dikkatle baktığında görürsün ki, onlar maslahatların neticelerinin başlangıcıdırlar. Zira onlar Şeriat Koyucuya ait maksatlar olan sonuçların sebepleridirler. Sonuçlar, sebeplerin neticeleridir. Sebeplerin akışında onlara itibar edilmesi, talep edilendir. Bu da neticelere bakmak demektir. Dolayısıyla müçtehit için sebeplerin neticeleri olan sonuçlara itibar etmek, kaçınılmazdır.

2-Fiillerin neticeleri Şeriata göre ya muteberdirler ya da muteber değildirler. Eğer itibar edilmişlerse, o talep edilendir, itibar edilmemişlerse, belki de fiillerin maksatlarına ters düşen sonuçları vardır. Bu ise doğru değildir. Çünkü teklifler sadece kulların maslahatları içindir. Kendisi ile denk olan ya da fazla olan bir zararın vukuu bulması imkânına mutlak olarak bağlı kılan bir maslahat yoktur. Ayrıca bu, bizim meşru bir fiilden maslahat beklememize, yasak bir fiilden de zarar endişesi duymamıza yol açıyor ki bu Şeriatın konuluşuna terstir.

3-Şer’î deliller ve istikra/tüme varım yöntemi ile incelemek, neticelerin, meşruluğun aslında muteber olduğuna delâlet etmektedirler.

Allah’u Teâlâ’nın şu sözleri gibi: يَاأَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمْ الَّذِي خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ    “Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz. Umulur ki, böylece korunursunuz.”[1] كُتِبَ عَلَيْكُمْ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ “Oruç, sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki muttaki olursunuz.”[2] وَلا تَأْكُلُوا أَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ وَتُدْلُوا بِهَا إِلَى الْحُكَّامِ لِتَأْكُلُوا فَرِيقًا مِنْ أَمْوَالِ النَّاسِ بِالإثْمِ وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ “Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilerek, insanların mallarından bir kısmını haram yollardan yemeniz için o malları yöneticilere vermeyin.”[3] وَلا تَسُبُّوا الَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ فَيَسُبُّوا اللَّهَ عَدْوًا بِغَيْرِ عِلْمٍ   “Allah’tan başkasına tapanlara sövmeyin, sonra onlar da bilmeyerek Allah’a söverler”[4] كُتِبَ عَلَيْكُمْ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَكُمْ وَعَسى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ   “Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür.”[5] وَلَكُمْ فِي الْقِصَاصِ حَيَاةٌ يَاأُوْلِي الألْبَابِ      “Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır.”[6]

Münafıklığı ortaya çıkanların öldürülmesi ile ilgili olarak Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem buna dikkati çekti, şöyle dedi: دعه لا  يَتَحَدَّثُ النَّاسُ أَنَّ مُحَمَّدًا يَقْتُلُ أَصْحَابَهُ “Bırak onu. İnsanlar, Muhammed ashabını öldürüyor, demesinler.”[7] لَوْلا حَدَاثَةُ قَوْمِكِ بِالْكُفْرِ لَنَقَضْتُ الْبَيْتَ ثُمَّ لَبَنَيْتُهُ عَلَى أَسَاسِ إِبْرَاهِيمَ  “Eğer kavmin yeniden küfre girmeselerdi, o evi İbrahim’in temelleri üzerine bina ederdim.”[8]

Mescide bevleden bir bedevi ile ilgili hadiste Nebi SallAllah’u Aleyhi VeSSellem bevletmesini tamamlayasıya kadar ona dokunulmamasını emretti. Şöyle dedi: لا تُزْرِمُوهُ  “Onu azarlamayın.”[9] Yani onu engellemeyin, demektir.

Ayrıca kesintiye uğraması korkusundan dolayı, ibadette aşırıya gitmeyi yasaklayan hadis. v.b.

Bütün bu delillerde, amelin aslında meşru olması fakat bir zarar neticesini doğurduğundan dolayı yasaklanıyor olması manası vardır. Ya da amelin aslında yasaklanmış olması fakat onda maslahat olduğundan dolayı yasağın terk ediliyor olması manası vardır.

Bu üç delile binaen “fiillerin neticeleri” kaidesini savundular. Sonra bu kaideye; “setti zerâ’i/kötülüğün vesilelerini engellemek” kaidesini bina ettiler. Aynı şekilde “sıkıntıyı kaldırma” kaidesini ona bina ettiler. Bu, aslında meşru olmayan amele, konulmasıyla rıfk/dostluk neticesi doğurmasından dolayı izin verilmesidir. “Dönüşme/hileler” kaidesini de ona bina ettiler. O da caiz oluşu açık olan ameli, bir Şer’î hüküm iptali için öne geçirilmesi, zahirde onu başka bir hükme değiştirmektir. “Mesalihi mürsele” kaidesini de ona bina ettiler. O da bir cüz’î maslahatı küllî delile karşılık olarak almaktır.

1-Setti zerâ’i kaidesine gelince: Bunu savunanlar, bunun üzerine birçok hükmü bina etmektedirler. Bu kaideye binaen haramı helal, helali haram kılıyorlar. Bu kaidenin onlara göre gerçeği; o, onların nazarında maslahat olan bir hususa ulaşmaktır. Zira, bir zarara yol açan her maslahat helal oluşuyla ilgili nâss gelse de, haram kılınır. Kendisinden daha şiddetli bir zarara yol açan her zarar, haram oluşu ile ilgili nâss gelse de helal kılınır. Diyorlar ki; “Bir malı önce vadeli olarak on liraya satmak, topluma maslahat sebep olması yönünden caiz olduğu açıktır. Bu alış-verişin neticesi, taksitle on liraya satılanın peşin beş liraya satmaya,  -satıcının müşteriden malını peşin olarak beş liraya almasından dolayı-, yol açtığında bu fiilin neticesi, malın sahibini o malı satın alan kimseden beş liraya peşin alıp on liraya vadeli satmaya götürür. Bu amelde bir anlamı olamayan alış-veriş geçersizdir. Çünkü alış-verişin uğruna konulduğu maslahatlardan bir şey yoktur. Bundan dolayı bu caiz alış-veriş, netice doğurduğu hususa bakarak haram olur. Fakat ona ait kasıt, belirgindir ve insanların arasında adet gereği olmaktadır” dediler.

Şeriat, kadının yüzünü avret mahallinden saymayarak, açık olmasını caiz kıldı. Bunun delili de Allah’u Teâlâ’nın şu sözüdür:            وَلا يُبْدِينَ زِينَتَهُنَّ إِلا مَا ظَهَرَ مِنْهَا     “Görünen kısımları müstesna olmak üzere ziynetlerini teşhir etmesinler.”[10]    

Rasul SallAllah’u Aleyhi VeSSellem de diyor ki:    إِنَّ الْمَرْأَةَ إِذَا بَلَغَتِ الْمَحِيضَ لَمْ تَصْلُحْ أَنْ يُرَى مِنْهَا إلا هَذَا وَهَذَا وَأَشَارَ إِلَى وَجْهِهِ وكفيه      “Kız çocuğu haiz gördüğünde, ondan (yüzü ve bileklerine işaret ederek) bunlardan başka bir şeyin görülmesi doğru olmaz.”[11] Böyle olduğu halde; onlar dediler ki; “Kadının yüzünün görülmesi, fitne korkusunu doğurur. Böylece fitne korkusu, yüzün görülmesinin doğurduğu neticedir. Dolayısıyla her ne kadar Şer’î deliller helal kılsa da, yüzün görülmesi haramdır. Bu setti zerâ’i babındandır”.

İşte böylece bir zarara yol açan her maslahat haram kılınır ve terk edilmesi kendisinden daha büyük zarara yol açan her zarar da helal kılınır.

2-Sıkıntının kaldırılması kaidesine gelince: Bu demektir ki; terk edilmesi insanlara sıkıntı doğuran meşru olmayan bir amel olduğunda, o amele izin verilir. Çünkü onun konulması dostluğu doğurur. Buna delil de Allah’u Teâlâ’nın şu sözleridir:  يُرِيدُ اللَّهُ بِكُمْ الْيُسْرَ وَلا يُرِيدُ بِكُمْ الْعُسْرَ    “Allah size kolaylık ister, zorluk istemez.”[12] وَمَا جَعَلَ عَلَيْكُمْ فِي الدِّينِ مِنْ حَرَجٍ    “Din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi.”[13]

Rasul SallAllah’u Aleyhi VeSSellem de şöyle dedi: بُعِثْتُ بِالْحَنِيفِيَّةِ السَّمْحَةِ ولكنني    “Fakat ben müsamahakâr hak din ile gönderildim.”[14]

Bütün bunlar, Şeriatın ağır sıkıntıya karşı çıktığını gösterir. Bunun için fiile Allah’ın indirdiği hüküm ile değil de sıkıntı doğurmayan hüküm verilir.

3- Hileler kaidesine gelince: Onun gerçeği şudur: Caiz oluşu açık belli olan bir ameli, bir Şer’î hükmü iptal etmek için iler sürüp onu görünürde başka bir hükme dönüştürmektir. Zekâttan kaçmak için malın üzerinden bir yıl geçmeden, malı hibe eden gibi. Zira hibe aslında caizdir. Fakat zekâtı engelliyor olması, zarara yol açmaktadır. Onun için bu durumda hibe etmek yasaktır. Zira üzerine zekât farz olan kişi açıkça caiz olan hibe etme işini, zekâtın vacib oluşu olan bir Şer’î hükmü iptal etmek için ileri sürdü ve onu başka bir hükme dönüştürdü. O hüküm de zekâtın vacib olmamasıdır.

Bunlar “fiillerin neticeleri” kaidesinin ve buna bina edilen kaidelerin özetidir. Bu kaideye bakan kimse, onun bir yönden sahih, üç yönden batıl olduğunu görür. Bu kaideye bina edilen kaideler ise, toptan ve tafsili olarak batıldırlar.

Bu kaidelerin bir tek yönden sahih olmasına gelince; o şudur: Onun hakkında ileri sürülen bazı nâsslar “harama vesile haram kılınmıştır” kaidesine delâlet etmektedirler. Bu Allah’u Teâlâ’nın şu sözünün kendisine delâlet ettiği husustan dolayıdır:   وَلا تَسُبُّوا الَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ فَيَسُبُّوا اللَّهَ عَدْوًا بِغَيْرِ عِلْمٍ  “Allah’tan başkasına tapanlara sövmeyin, sonra onlar da bilmeyerek Allah’a söverler.”[15]  Böylece Allah, caiz bir fiil olduğu halde putlara sövmeyi, Allah’a sövmeye sebep olduğundan dolayı haram kıldı. Dolayısıyla bu ayet, haram bir neticeye kesin olarak götüren sebebin haram kılınmasına delâlet etmektedir. Ancak bu, putlara sövmek hükmü, doğurduğu neticenin hükmünü –ki o Allah’a sövmenin hükmüdür- kesin olarak o neticeyi doğurduğu için almıştır. O, o hükme ait kesin olarak sonucun çıktığı sebeptir. Dolayısıyla vakıası, neticenin zannedilmesi değil, sebepten dolayı kesin olmasıdır. Zira bu vakıaya delâlet hakkında Kitaptan açık bir Şer’î nâss geçmiştir. Dolayısıyla fiillerin neticelerinde sadece bu çeşit caiz olmaktadır. O da, ayetin delâlet ettiği gibi sebebin kesin olarak neticeyi doğuruyor olması ile hakkında sebebiyet gerçekleştiğinde caiz sebebin, yasaklanan neticenin hükmünü almasıdır. Bunun dışındakilerin ise değil.

Fiillerin neticelerinden diğerlerinin batıl oluş yönüne gelince: Bu üç yönde belirgindir. Onlar da, ispatları için ileri sürülen delillerin yönleridir:

Birinci yön: Maslahatların sağlanması ve zararların engellenmesi, Şer’î hükümler için bir illet ve delil değildir. Aynı şekilde bir bütün olarak İslâm Şeriatına da illet değildir. Zira Şeriatın, maslahatların sağlanması ve zararların engellenmesi için gelmiş olduğuna dair delil olarak ileri dürdükleri nâss, onun, Şeriatın tafsili hükümleri için değil de Şeriatın bütünlüğü için olduğunu açıkça ortaya koyan bir nâsstır ve o da Şeriatın hikmetidir, yani Şeriattan dolayı hâsıl olması istenilen neticedir, Şeriatın konulması için illet değil. Zira Allah’u Teâlâ şöyle diyor:   وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلاَ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ    “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”[16]      Bu söz, Rasul’ün rahmet olmasının sadece risaletle yani Şeriatla ilgili olduğu, tafsili hükümlerle ilgili olmadığı hususunda gayet açıktır. Zira nâss, başkasına değil sadece buna delâlet ediyor.  وما أرسلناك  “seni gönderdik” demek, “risaleti gönderdik” demektir. Buna onun rahmet olmasının, Şeriatı tatbik edilmesinin neticesi olduğu, Şeriatın konulmasına iten sebep olmadığı gayet açıktır. Yani onda, onun rahmet olmasının, Şeriatın konulmasının hikmeti olduğu, illeti olmadığı gayet açıktır. Zira bu Allah’u Teâlâ’nın şu sözleri gibidir:   وَمَا جَعَلَهُ اللَّهُ إِلَّا بُشْرَى وَلِتَطْمَئِنَّ بِهِ قُلُوبُكُمْ  “Allah bunu, sadece müjde olsun ve onunla kalbiniz yatışsın diye yapmıştır.”[17] وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَانًا لِكُلِّ شَيْءٍ     “Bu Kitabı da sana, her şey için bir açıklama, mü’mimler için hidayet, rahmet ve müjde olarak indirdik.”[18]

Dolayısıyla ayet illetlendirme ifade etmiyor, sadece gaye ifade ediyor. Onun için maslahatların sağlanması ve zararların engellenmesinin, tafsili hükümlerden her Şer’î hüküm için illet olmasına ve hatta bir bütün olarak İslâm Şeriatının konulmasına illet olmasına dair herhangi bir yön yoktur. Çünkü onlar Şeriatın hikmetidirler, Şeriatın konulmasının illeti değil.

Ayrıca tafsili hükümlerin delilleri, ya Kitap ve Sünnetten ayet ve Hadis şeklinde nâss olarak gelmişlerdir, ya Kitap ve Sünnetten nâsslar bir takım manalar getirip onları, hükme delâlet eden alâmet ve hükmün konulmasına sevk eden, Şer’î illet yapmışlardır. Şeriat bu illeti, kast edilen mananın bizzat kendisi yapmıştır, maslahatın sağlanması ya da zararın giderilmesini değil. Zira Rasul kurbanların etlerinin saklanmasını muhtaç gezginler için nehyetmişti, maslahat için değil. Zira illet muhtaç gezginlerdir, maslahat değil. Allah’u Teâlâ malın ensardan kişilere değil de muhacirlere verilmesinin illetini, malın sadece zenginler arasında devlet olmaması için yapmıştır. Dolayısıyla illet, malın zenginler arasında dolaşmasıdır, maslahat değil. Böylece maslahatı küllî olarak da cüz’î olarak da tafsili hükme delil yapmak, Kitaptan ya da Sünnetten nâsslarda geçen Şer’î illetlere ters düşmektedir ve illetlendirmenin vakıasına ters düşmektedir. Buna binaen maslahata itibar edilmesinin tafsili hükümlere esas olması ve tafsili hükümlerin bu maslahata göre uygulanır olması caiz olmaz. Böylelikle Şer’î hüküm, onu geçersiz kılan başka bir delil gelmedikçe, delilin kendisine delâlet ettiği hususa göre kalır ya da Şer’î illet ile birlikte döner.

İkinci yön: Fiilin neticeleri sadece ya nâssla ya da nâss ile sabit bir hükmün hitabına götürüyor oluşlarıyla kendilerine delil delâlet ettiğinde itibar edilirler. O zaman fiilin neticesine nâsstan dolayı ya da nâssla sabit hükümden dolayı itibar edilmiş olur, aklın uygun görüp hüküm için illet ve nâss için ilga eden yaptığı maslahattan dolayı değil.

- Mesela; putlara sövmenin caiz olmayışını Şeriat onlara sövmenin Allah’a sövme neticesini doğurmasından dolayı koymuştur. Fiilin neticesine nâss delâlet etmiştir. Dolayısıyla nâssın delaletine itibar edildi, aklın onun zararlı olduğunu söylemesine değil.

- Mesela; halife aleyhinde mezalim kadısına dava açıldığında halifenin mezalim kadısını azletmesinin caiz olmayışını, Allah’ın mezalim kadısına verdiği halifeyi azletme hakkını iptal etme neticesini doğurmasından dolayı Şeriat koymuştur. Dolayısıyla fiilin doğurduğu neticeye nâss ile sabit hükmün hitabı delâlet etmiştir. O fiilin neticesine onun için itibar edildi, aklın onun zararlı olduğunu söylemesinden dolayı değil.

Fiilin doğurduğu neticeye bir nâss delâlet etmediğinde ya da onun nâssın kendisine delâlet ettiği bir hükmü iptal eden olmadığında ona kesinlikle itibar edilmez. Dolayısıyla fiillerin neticelerine, onlara itibar edilmezse o fiillerin maksatlarına zıt neticeleri olması ihtimalinden dolayı itibar edilmesinin Şeriata göre hiçbir önemi yoktur. Onun itibar edilmesini caiz kılan Şeriattan bir şüpheli delil dahi yoktur. O Şeriattan uzak bir şekilde hatta olaylar için yasamadan uzak bir şekilde mantıkî önermelerle yalın akıldan kaynaklanan düpedüz tahakkümdür.

Üçüncü yön: Fiillerin neticelerine delil olarak ileri sürülen ayet ve hadislerde, uğruna ileri sürüldükleri neticeye itibar etmenin bu neticeye götüren husus hakkında etkili olduğuna dair bir delâlet yoktur.

- Nitekim Allah’u Teâlâ şöyle diyor: يَاأَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمْ الَّذِي خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ    “Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz. Umulur ki, böylece korunursunuz.”[19] كُتِبَ عَلَيْكُمْ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ     “Oruç, sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki muttaki olursunuz.”[20]

Bu ayetler, netice hakkında herhangi bir delâlet içermemektedir. Bilakis iki ayetteki,  لعلكم تتقون  “umulur ki korunursunuz” sözü, kulluğun ve orucun hikmetine delâlet etmektedir. O da takvaya ulaşmaktır. İbadet ve oruçla takva hâsıl olabilir de olmayabilir de. Çünkü hikmet bu hususta o şeyin netice olarak çıkmasıdır. Bu ise, Allah’u Teâlâ’nın şu sözünün benzeridir:  إِنَّ الصَّلاَةَ تَنْهَى عَنْ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ  “Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar.”[21]

Dolayısıyla bu iki ayetle bu hususta delil getirmenin bir anlamı yoktur ve bu iki ayette neticelere de yer yoktur.

- Allah’u Teâlâ’nın şu sözüne gelince; وَلا تَأْكُلُوا أَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ وَتُدْلُوا بِهَا إِلَى الْحُكَّامِ لِتَأْكُلُوا فَرِيقًا مِنْ أَمْوَالِ النَّاسِ بِالإثْمِ وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ    “Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilerek, insanların mallarından bir kısmını haram yollardan yemeniz için o malları yöneticilere vermeyin.”[22]

Bu söz, insanların mallarının idaresini, haksız sebeplerle, yalancı şahitlikle, yalan yeminle, tahakkümle insanların mallarından bir miktar yemeleri için bırakılmasını yasaklıyor. Böylece bu, batıl ile hüküm vermeyi nehyetmektedir. Bu ayette neticelere yer yoktur ve bununla bu hususta delil getirmenin bir anlamı yoktur.

- Allah’u Teâlâ’nın şu sözü ise; كُتِبَ عَلَيْكُمْ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَكُمْ وَعَسى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ   “Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür.”[23]

Bu ayette neticesinden dolayı bir şeyin yasaklanması ya da emredilmesi yoktur. Bu sadece, hoşlanmadıkları bir hususta kendileri için bazen hayrın olduğunu onlara açıklamadır. Bunu onlar bilmezler. Zira ayetin sonunda şöyle denilmektedir:   وَاللَّهُ يَعْلَمُ وَأَنْتُمْ لا تَعْلَمُونَ “Allah bilir siz bilmezsiniz.”[24]

- Ayet;   وَلَكُمْ فِي الْقِصَاصِ حَيَاةٌ يَاأُوْلِي الألْبَابِ    “Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayır vardır.”[25]

Hadis;   يَتَحَدَّثُ النَّاسُ أَنَّ مُحَمَّدًا يَقْتُلُ أَصْحَابَهُ  دعه لا “Bırak onu. İnsanlar, Muhammed ashabını öldürüyor, demesinler.”[26]

Hadis;  لَوْلا حَدَاثَةُ قَوْمِكِ بِالْكُفْرِ لَنَقَضْتُ الْبَيْتَ ثُمَّ لَبَنَيْتُهُ عَلَى أَسَاسِ إِبْرَاهِيمَ       “Eğer kavmin yeniden küfre girmeselerdi, o evi İbrahim’in temelleri üzerine bina ederdim.”[27]

Bunlar hükmün illeti için açıklamadır, netice hakkında delil değildir. Putlara sövmenin yasaklanmasında açığa çıktığı gibi, her ne kadar bunlarda neticeler açığa çıksa da, bu neticeler Şer’î hüküm değildirler. Onlarda sadece sevk edene itibar edilir, neticeye itibar edilmez. Çünkü hükmünün alınması ondan kaynaklanmamaktadır. Ortada illetlendirmeye delâlet eden birçok nâss vardır. Bunlar illet ve kıyas babına dâhil olurlar, neticelere değil.

- Mescide işeyen bedevi ile ilgili hadise gelince: Onda, cahil bedeviye yaptığından dolayı yumuşak davranılmıştır ve cehaletinden dolayı mâzur karşılanmıştır. O hadiste herhangi bir netice yoktur.

 

فإن النتبت لا أرضا قطع ولا ظهرا أبقى   “Münbit/verimli arazi, yolu kesilen bir toprak ya da bakım yapılan bir yamaç değildir.”[28] Bu hadis de, onda hâsıl olan vakıasının beyanıdır. O, neticenin hükmünü almak değildir.

İşte böyle bütün delillerde, onların söyledikleri şu husus yoktur: “Aslında meşru olan bir amel bir zarar doğurmasından dolayı nehyedilir ve aslında yasaklanmış olan bir amelin daha büyük bir zararın telafisi için yasağı terk edilir.” Bu husus o delillerde yoktur. Böylelikle onların ayetlerle delil getirmelerinin geçersizliği açığa çıkmaktadır. Dolayısıyla “Harama vesile haramdır” kaidesi dışında neticeler konusu düşmektedir. “Fiillerin neticelerine itibar edilmesi” kaidesi geçersiz olduğunda, ondan kaynaklanan bütün kaideler de geçersiz olmuş olur.

Ayrıca ortada “setti zerâ’i” kaidesinin geçersizliğine, üzerine bina olduğu hususun geçersiz olması ile geçersiz olması meselesinden başka, ayrıntılı bir şekilde delâlet eden husus vardır, o da şudur: Nâss bir fiili helal kılarak geldiğinde ve akıl da o fiilin neticesi zarar dediğinde, nâss geçtiği zaman aklın dediğinin bir kıymeti yoktur. Aynı şekilde nâss bir fiili haram kılarak geldiğinde, akıl da gelip o fiilin neticesinde maslahat vardır dediğinde, nâss geçtiği zaman aklın söylediğinin bir kıymeti yoktur. Çünkü Şeriat Koyucu Allah’tır. Nâss ise, Allah’tan vahiydir. Akıl ise sadece nâssı anlar, kendi katından hüküm koymaz. Özellikle nâssa muhalif olduğunda, aklın dediği ilga edilir, nâssın getirdiği kalır. Böylelikle “setti zerâ’i” kaidesi esasından batıl olur. Çünkü bu kaide; “aklın hükmünü nâssın belirlediği fiilin neticesini kendi hükmü ile çelişir gördüğünde, nâss ilga edilir, aklın uygun gördüğü hüküm kalır” prensibi üzerine kuruludur. Bu prensip ise şüphesiz batıldır.

Bu kaideye getirdikleri örneklerin de fasid oluşları açıktır. Zira malın vadeli olarak on liraya satılması caizdir. Müşterinin de onu satıcısına peşin olarak beş liraya satması da caizdir. İki satıcının bir satışta birleşmesinde zarar yoktur. Yeter ki birinci satış sözleşmesi tamamlanmış olsun. İkinci satış sözleşmesi de birincisinden kopuk olarak tamamlanmış olsun ve onlardan her birisi diğerinden başka bir alış-veriş olsun.

-Aynı şekilde, kadının yüzü, nâssın delaletine göre avret mahallinden değildir. Fitne korkusu vehmi akıldan ya da ahlaksızlık gibi belirli bir kadının vakıasından kaynaklanmaktadır. Bizzat kadın vasfıyla kadının yüzünün görülmesinden kesin olarak fitne korkusunun çıktığına delâlet eden ne nâsstan ne de vakıadan bir delil vardır. Dolayısıyla bunun nâssı ilga eden sayılmamasına ilaveten onun varlığına kesin olarak itibar edilmez.

Setti zerâ’i ile ilgili örneklerin hepsi işte böyledir. Setti zerâ’i babından olduğu şüphesinde bulunulan “harama vesile haramdır” kaidesini istisna ettiğimizde, setti zerâ’i kaidesinin bütün delilleri ve örnekleri batıldır, Şeriatla çelişmektedir.

Aynı şekilde “zorluğu kaldırma” kaidesi de esasında batıldır. Zira Allah’u Teâlâ şöyle dedi:  يُرِيدُ اللَّهُ بِكُمْ الْيُسْرَ وَلا يُرِيدُ بِكُمْ الْعُسْرَ “Allah size kolaylık ister, zorluk istemez.”[29]   Allah’u Teâlâ’nın bu sözü, şu sözünden sonra gelmiştir:   فَمَنْ كَانَ مِنْكُمْ مَرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ أَيَّامٍ أُخَرَ   “Sizden her kim hasta ya da yolcu olursa, o günler sayısınca başka günlerde oruç tutsun.”[30]   Bu, Şeriat Koyucunun, hasta ve yolcu iken oruç tutmamayı Müslümanlara mubah kıldığı ruhsatlara delildir. Bütün Şer’î ruhsatlar böyledir. Dolayısıyla bu ayet, Şer’î ruhsat konusuna hastır. Bu konu ise, hakkında bir delilin geldiği konudur.

- Allah’u Teâlâ’nın şu sözüne gelince:    وَمَا جَعَلَ عَلَيْكُمْ فِي الدِّينِ مِنْ حَرَجٍ “Din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi.”[31]    Bu da Allah’u Teâlâ’nın şu sözünden sonra gelmiştir:    يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا ارْكَعُوا وَاسْجُدُوا وَاعْبُدُوا رَبَّكُمْ وَافْعَلُوا الْخَيْرَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ (77) وَجَاهِدُوا فِي اللَّهِ حَقَّ جِهَادِهِ هُوَ اجْتَبَاكُمْ             “Ey iman edenler! Rüku edin, secde edin, Rabbinize ibadet edin. Hayır işleyin ki, kurtuluşa eresiniz. Allah uğrunda hakkını vererek cihad edin. O sizi seçti.”[32]   Böylece baskı olan sıkıntı; ibadetten, hayır işlemekten ve Allah’ın rızası uğruna çalışıp çabalamaktan emrolunmuş oldukları hususta onlardan kaldırılmış olmaktadır. Zira sizi ey mü’minler, dini ve nusreti için seçen O’dur, o, size tahammül edemeyeceğinizden fazla bir sıkıntı yüklemedi. Dolayısıyla bu, Allah’u Teâlâ’nın şu sözü gibidir:  يُكَلِّفُ اللَّهُ نَفْسًا إِلا وُسْعَهَا “Allah her şahısa ancak gücünün yettiğini yükledi.”[33]   Böylece dini, tahammül edemedikleri suçlulara tevbe kapısını açık bıraktı. Dinin işini kolaylaştıran ruhsatları ve kefaretleri dine koydu.

- Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu sözüne gelince;  ولكنني بُعِثْتُ بِالْحَنِيفِيَّةِ السَّمْحَةِ    “Fakat ben müsamahakar hak din ile gönderildim.”[34]    Bundan kast olunan şudur: Rasul dosdoğru hak Şeriatla geldi. O Şeriat, kulların maslahatları içindir, kullara sıkıntı vermeyi kast etmek için değildir. Zira o, cömert, müsamahakâr bir Şeriattır. Böylece müsamahakâr hak din ile ancak müsamaha/hoşgörü, Şeriatın delillerine göre onun esasları üzere cereyan eden hususla kayıtlı olarak geldi, heva ve hevesin isteklerine ve aklın meyline göre değil.

Ayet ve Hadislerin manası işte böyledir. Onlarda haramlara müsamahaya ve neticelere dair bir delâlet yoktur. Ayrıca “sıkıntı” kaidesini savunanların anladıkları hususun alınması, tekliflerin toptan düşürülmesini gerekli kılmaya götürür. Zira tekliflerin tamamı ağır sıkıntılardır. Onun için külfet ve sıkıntıdan dolayı “teklif” denilmiştir. Teklifle birlikte sıkıntı olduğunda, bu alametlere göre onun kaldırılması gerekir. Bu da teklifin düşmesini gerektirir. Şeriatta sabit olan sıkıntılı tekliflerin düşürülmesi, Şeriatın aslı ile çelişir. Zira bu delillerin “sıkıntıyı kaldırma” kaidesi anlayışına göre alınması, Şeriata ters düşer. Onun için bu kaidenin alınması caiz olmaz. Bilakis, her tafsilatta ve onların yeni çıkan olaylar ve sorunlara uygulanmasında Şeriatın getirmiş olduğu tafsili delillerin sınırında, onlarda zorluk veya kolaylık olup olmadığına bakmaksızın durmak kaçınılmazdır. Özellikle Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem şöyle dedikten sonra:  حُفَّتِ النَّارُ بِالشَّهَوَاتِ وَحُفَّتِ الْجَنَّةُ بِالْمَكَارِهِ “Cehennemi şehvetler çevrelemiştir. Cenneti ise sıkıntılar/güçlükler çevrelemiştir.”[35]

“Sıkıntıyı kaldırma” kaidesinin fasid oluşu gibi, bazı şeyhler ve sonraki dönemlerde gelen âlimlere göre “zaruretler yasakları mubah kılar” kaidesinin fasid oluşa da açığa çıkmaktadır. Zira bazıları çoğunlukla “zaruretler yasakları mubah kılar” kaidesine binaen delil getirerek kendilerine zaruret olduğu bahanesiyle bir takım haram şeyleri mubah görüyorlar.

Bunun fasid oluşu şu şekildedir: zaruretler ancak Şeriat tarafından bildirilen zaruretlerdir. Onlarda seçeneksiz zorunluluktur. Bu ise, kendisinde yok olmak yani ölüm korkusu bulunan zorunluluktur. Şu ayette geçtiği gibi:  فَمَنْ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلا عَادٍ فَلا إِثْمَ عَلَيْهِ “Ancak kim bunlardan yemek zorunda kalırsa haddi aşmaksızın yerse ona günah yoktur.”[36]  Yasakları mubah kılan zaruretler işte bunlardır. Bunlar, haklarında Şer’î bir nâssın geçtiği ya da bizzat kendilerine veya cinslerine belirli bir delâlet şeklinde Şer’î bir nâssın delâlet ettiği zaruretlerdir. Fakat aklın mubah kıldığı zaruretler ise, haram olanı mubah kılan zaruretlerden sayılmazlar.

“Fiillerin neticeleri” kaidesine binaen hilelerin iptal edilmesi meselesine gelince; bu yönden dolayı onların bir anlamı yoktur. Zira hile eğer, haramı helal kılıyor ise, hile olarak yapılmış ise caiz olmaz. Bu, fiil ya da sözleşmede hileye delâlet ederek yapılan amel hakkında söz konusudur. Eğer fiilde ya da sözleşmede bir yönde belirli bir delâlet olmazsa, ondan hile kast edilse de o hile sayılmaz. Çünkü akidler delaletleriyle itibar edilirler, sahiplerinin niyeti ile değil. Malın üzerinden tam bir yıl geçmeden hibe edilmesi, onun harcanması gibidir, ondan belirli bir borcun ödenmesi gibidir, onunla ticaret malları satın alması gibidir, bir fark yoktur. Zira bu tasarruflardan bir tasarruftur. Dolayısıyla onda hileye dair belirli bir delâlet yoktur. Ancak bir dinar değerinde olmayan bir saati bin dinara satıp sonra da onu ona hibe etmesi ve ona saatin fiyatı ile bir çek yazması işleminde olduğu gibi, kendisinde hileye delaletin olduğunda o amel batıl olur. Çünkü onda batıl oluşuna delâlet eden husus vardır. v.b.

Dolayısıyla “fiillerin neticeleri” kaidesine binaen hilelerin iptal edilmesi doğru değildir. Çünkü o ya niyetle alınır ki bunun sözleşmelerde bir önemi yoktur ya da hükmün iptal edilmesinde aklı hâkim kılmaktır, bu ise caiz değildir.

Bütün bunlardan “fiillerin neticeleri” kaidesinin batıl oluşu ve ona bina edilen bütün kaidelerin batıl oluşu açığa çıkmaktadır. Böylelikle bu kaidenin delil getirme esaslarından ve Şer’î delillerden olmadığı açığa çıkmaktadır.


[1] Bakara: 21

[2] Bakara: 183

[3] Bakara: 188

[4] En’am: 108

[5] Bakara: 216

[6] Bakara: 179

[7] Buhari, K. Tefsîr’ul Kur’ân, 4527

[8] Buhari

[9] Buhari, K. Edeb, 5566

[10] Nur: 31

[11] Ebu Davud

[12] Bakara: 185

[13] Hac: 78

[14] Ahmed b. Hanbel, B. Müs. El-Ensâr, 21260

[15] En’am: 108

[16] Enbiya: 107

[17] Enfal: 10

[18] Nahl: 89

[19] Bakara: 21

[20] Bakara: 183

[21] Ankebut: 45

[22] Bakara: 188

[23] Bakara: 216

[24] Bakara: 216

[25] Bakara: 179

[26] Buhari, K. Tefsîr’ul Kur’ân, 4527

[27] Buhari

[28] Ahmed b.Hanbel, Beyhaki, Bezzâr tahriç ettiler.

[29] Bakara: 185

[30] Bakara: 184

[31] Hac: 78

[32] Hacc: 77-78

[33] Bakara: 286

[34] Ahmed b. Hanbel, B. Müs. El-Ensâr, 21260

[35] Ahmed b. Hanbel, B. Müs. El-Ensâr, 7216

[36] Bakara: 173