DAVETİ YÜKLENMEDE ALLAH’A İMANIN ÖNEMİ VE FARZLARIN ÖNEM SIRASI


İslâm, Allah'ın emirlerini bilmek ve onları ikame etmek, münkerleri tanıyıp onlardan kaçınmak ve onları izale etmekten ibarettir.

“Ma’ruf”un en başta geleni ve en yücesi Allahu Teâla’ya ve İslâm akidesinin diğer erkanına iman etmektir.

“Münker”in en başta geleni ve en kötüsü de şüphesiz bütün yönleriyle küfrün ta kendisidir ki Allah Sübhanehu ve Teâla ondan kaçınmayı ondan nefret etmeyi isteyerek onun tuzaklarına karşı bizi uyarmıştır.

Ma’ruf konusunda “iman”dan sonra “takva” gelir. Takva, Allah’a ve Rasulü’ne itaatla tahakkuk eder. O, imanın meyvesi ve kemale ermesinin gereğidir. Allah’tan sakınmak, takva O’nun gazabından kaçınmak demektir. Bu da ancak ve ancak Allah'ın şeriatına bağlanmakla mümkün olur. Bu bağlılık ise “iman” ile irtibatlıdır. Mü’minin imanı kuvvet kazandıkça itaatı da kuvvetlenir. İmanı zayıfladıkça bağlılığı da zayıflar. Zira müslüman “iman”la, Allah’a ve Rasulü’ne “itaat”la, küfrün her tarzından ve masiyetin her çeşidinden kaçınmakla emrolunmuştur.

Gerçek şu ki; müslümanın imanı, takvası ve masiyetten uzak durması ancak ve ancak daveti yüklenmekle hayatiyet kazanır ve yayılır. Akidesini ve takvasını koruyacak durumların meydana getirilmesiyle Müslüman, küfür ve masiyetin ağına düşme tehlikesine karşı korunmuş olur. Rasul (s.a.v.)’in yaptığı işler de bunu göstermektedir. Zira Rasul (s.a.v.) mü'minlerden sadece iman etmeyi ve takvalı olmayı değil, etrafındaki Müslümanlarla birlikte ferdî ve içtimai takvanın hayatiyet kazanacağı, işlerin, iman ve takvaya göre yürüyeceği iman ve takva ortamını oluşturmak için çalışmıştır. Bütün bunlar Rasul (s.a.v.)’in Medine'de “İslâm Devleti”ni kurduğu zaman tahakkuk etmiştir.

Toplumda bulunması gereken ma’rufların varlığı için, insanların ma’rufları taşımaları ve ona çağırmaları gereklidir. Ma’rufu koruyacak durumların oluşturulması da “davet” ile gerçekleşir. Uzaklaştırılması gereken münker de ancak münkerle mücadele ile, ondan nefret ettirmekle, onu işleyeni hesaba çekmekle, onun kaynaklandığı durumları ortadan kaldırmakla ve bu durumların oluşmasını sağlayanların ortadan kaldırmasıyla mümkün olacaktır.

İşte “ma’rufu emretmek münkerden sakındırmak” bunun için müslümana gereklidir. Bunun içindir ki davetçilerin ma’rufu emretmeden önce amellerinin ma’ruf olmaları, münkerden sakındırmadan önce münkerden uzak durmuş olmaları gerekmektedir.

 

BİRİNCİ AÇIDAN:

Ma’rufu Kendi Hayatında Gerçekleştirmek ve Münkerden Sakınmak

 

Öncelikle müslümanın Allah ve Rasulü'ne iman ile birlikte İslâm akidesinin bütün esaslarına inanması şarttır. Yani; Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kaza ve kadere, onun hayrının ve şerrinin Allah'tan geldiğine, Kitap ve Sünnet'te geçen bütün kat’î hususlara inanması farzdır.

Ne var ki “iman” bizzat her müslümana farzdır. İcmali olarak iman edilmesi gerekenlere inanması yanında kişiden, her şeyin yaratıcısı olan eşi ve benzeri bulunmayan, kemal sıfatların tümü ile muttasıf ve noksan sıfatların tümünden de münezzeh olan, Allah'ın varlığına inanması istenir. Hayatın üzerine kurulduğu, insanın ihtiyaç duyduğu, kısacası hayatta var olan her şey kadir olan Allah tarafından yaratılmıştır. Gökte ve yerde O’nu aciz bırakacak, O’nun iradesi ve ilmi dışına çıkacak hiç bir şey asla mevcut değildir. O, Kendisinden başka boyun eğilecek, sığınılacak olmayan yegane hak mabuttur. O’nun rızasıyla ancak rahata erilir. İşte müslüman bu akideye haiz olduğu zaman kendisinde iman hasıl olur. Aynı zamanda Müslümanın; Muhammed (s.a.v.)’in Allah'ın Rasulü olduğuna, getirdiği “İslâm Dini”nin kendi dehası ve zekasının bir ürünü olmadığına, Allah'tan bir vahiy olduğuna ve Rasul (s.a.v.)’in onu tebliğ etmekte asla kusur etmediğine ve bu yönüyle masum olduğuna da inanması gereklidir. Allah'ın diğer peygamberlerine, kitaplarına icmali olarak inanmak, ayrıca meleklerin mevcudiyetine, Ahiret gününe, kaza ve kadere inanmak da böyledir. İşte bütün bunlar imanın esaslarıdır. Bunları ikrar eden, böyle olduklarına kanaatını ifade eden kişi bir takım tafsilatlardan haberdar olmasa da mü'min olur. Ancak bu tafsilatlar imanı ortadan kaldıran türden olmamalıdır. Kaldı ki bu iman, gereklerine bağlanma hissinin kuvvetli olmasıyla ve amelde tutulan istikametin doğruluğuyla artar ve güç kazanır. Allah'ın münzel ve kevni ayetlerini çokça tefekkür etmekle ve onları hayatın vakıalarına indirgemekle imanın tesir kuvveti ve insan üzerinde etkinliği arttıkça artar. Müslüman Allah'ın yarattıklarını ve bu yaratıkların nelerden meydana geldiklerini tefekkür ettiğinde her defasında yaratıcısının kuvvet ve kudretini, hikmetini ve ilmini müşahede ederek imanı güç kazanacak ve azim olan yaratıcısını daha ziyade takdis etmeye yönelecektir. İnsan Allah'ın sayılmayacak kadar çok olan nimetini düşündükçe cömert olan bu ilaha hamd ve şükür ile itaata koşacaktır. Yine insan Allah dışındaki şeylerin eksikliklerini, muhtaç ve aciz olduklarını düşündükçe boyun eğmeye, itaat etmeye, tapınmaya, müstahak olanın yalnız ve yalnız Allah olduğuna kesin kanaat getirecektir.

Aynı şekilde Rasul (s.a.v.)’e olan iman da güçlenir ve zayıflar niteliktedir. Müslümanların Kur’an’a ait bilgileri ve kavrayışları arttıkça, Kur’an’ın Allah'tan başkasına ait olmasının imkansızlığına olan kesin kanaatı ve Muhammed (s.a.v.)’in Allah'ın Rasulü olduğuna dair inancındaki kesinlik de kuvvet kazanacaktır. Rasul (s.a.v.)’in siretini, hayatını, Allah yolunda sarf ettiği çabayı ve maruz kaldığı zorlukları ve bu zorluklar karşısındaki tutumunu düşündükçe, ona olan muhabbeti, yüce şahsiyetine bağlılığı daha da artacaktır. Böylece kişinin onu razı etmeye, ona itaat etmeye ve hayatı boyunca yüklendiği davayı daha bir hırsla yüklenecektir.

 Ahirete olan imanın yansımaları da böyledir. Olup bitenlerin korkusundan insanların sarhoş olduğu, her hamilenin taşıdığını düşürdüğü, her emzirenin emzirdiğini elinden attığı ve her genci ak saçlı ihtiyar haline getiren ahiret gününü müslüman düşündükçe, Allah'ın haber verdiği bu gaybi manzarayı tasavvur ettikçe bu günün korkusundan onu emin kılacak sebeplere başvurmaya yönelir. Diğer taraftan müslüman ayet ve hadislerde cennetin güzelliğini ve Allah'ın ona hazırladığı nimeti ve ebedî saadeti tefekkür ettikçe dünya ve içindekiler gözünde küçülür. Va’d edilen cennete kavuşmak için şevki artar. Yine bunun gibi müslüman ayet ve hadislerde geçen cehennem tasvirlerini, Allah'ın orada kâfirler için hazırladığı elem verici ateşi ve ebedî azabı düşündükçe cehennemden daha çok korkar. Dünyadaki korku, eziyet ve acılar gözünde küçülür. Onu cehenneme sokacak amellerden kaçınır. Bu kaçındığı şeyler onu dünyada zalimlerin zindanlarına girmesine sebep olsa da buna aldırmaz. Hatta sırtında kamçılar şaklasa bile bundan vazgeçmez. Kalbi imanla dolu olduğu zaman diğer uzuvlar da o nispette Allah'a itaat edecektir. Mü'minin gönlünde Ahirete olan sevgi büyüdükçe dünya ve içindekiler küçülür, değersizleşir. İman kuvvetlendikçe de imanın gereklerine olan bağlılığı artar. Ne kadar çok zorluklarla karşılaşsa bile imanı sayesinde doğru sözde ve sahih amelde sebat gösterecektir.

Kaldı ki Allah'a iman, heykel ve benzeri şekillerde de olsa resim şeklinde de olsa, put şeklinde veya düşünce şeklinde de olsa küfrün her çeşidinden el etek çekmeyi gerektirir. Zira Kur’an putlara ibadeti de, küfür fikirlerini de reddeder. Allahu Teâla şöyle buyurmuştur:

“Yonttuklarınıza mı tapıyorsunuz? Sizi de (ellerinizle) yaptığınız (putları) da Allah yaratmıştır.”

“Lat ve Uzza’yı ve diğer üçüncüsünü görüyor musunuz? Size erkekler de ona dişiler!! O zaman bu adâletsiz bir taksim olur.”

“Dediler ki bu dünya hayatından bize başka bir hayat yoktur. Ölürüz ya da yaşarız. Bizi zamandan başkası helak etmez. (Aslında) onların bu konuda bir bilgileri yoktur. Onlar ancak zannediyorlar. Apaçık ayetlerimiz onlara okunduğunda, onların öne sürdükleri tek hüccet doğru sözlü iseniz babalarınızı (tekrar dünyaya) getirin demekten başka değildir. Onlara de ki; dirilten sonra sizi öldüren sonra kendisinden şüphe olmayan Kıyamet gününde toplayacak olan Allah’tır. Fakat insanların çoğu (bunu) bilmez.”

İslâm akidesi dışında kalan her şey batıldır. Onun reddedilmesi ve inkâr edilmesi vaciptir. Güçlü bir iman sağlam bir bakış açısına sahip olmayı ve aydın düşünmeyi gerektirdiği gibi küfrü tanımak da aydın bir şekilde düşünmeyi gerektirir. Yukarıdaki ayetler, batıl olduğuna kesin olarak kanaat getirmeleri için insan aklını harekete geçirmekte ve insanlardan düşünmelerini istemektedir. Böylece tağutu gerçek manâda inkâr etsinler ve reddetsinler. Nitekim Allah (C.C.) şöyle buyurmaktadır:

“Kim tağutu inkâr edip Allah'a inanırsa kopması (söz konusu) olmayan bir kulpa tutunmuştur. Allah (her şeyi) işiten ve bilendir.”

Düşünceye dayalı bakış açısı imana götürücü olduğu gibi küfrün küfür olduğunu, tağutun inkâr ve reddedilmesi gerektiğini gösteren de odur. Sağlam kulpa tutunmayı sağlayan ve sahih akide ve hidayete erdiren de selim akıldır.

İşte bu evsafta bir iman, müslümanı yalnızca akidesiyle mukayyed kılacaktır. Kim Allah'a inanır ve bu akidenin dışındaki inançların tümünden uzak durursa kendini, her şeye gücü yeten, yaratıcı ve ulu olan bu ilaha yönelir halde bulur. O’nu sever ve O’ndan korkar. O’nun rahmetini umar, O’na tapar ve O’nun emirlerine bağlanır. Böylece Müslüman Allah'ın sevdiğini sever, buğzettiğine de buğzeder. Neticede Müslüman, Allah'ın verdiği nimetlere hamd etmek üzere hayatı boyunca Allah'a yönelir. İşlerini düzenleyene muhtaç, aciz ve zayıf insanın yaratıcısına yönelmesi kadar tabii ne olabilir? Allah göstermeseydi hidayete eremez, istikameti bulamaz ve işleri düzelmezdi. Allah'ın emirlerine tabi olmakla huzurlu bir hayat, Allah'ın dininden yüz çevirmekle de dar geçimli bir hayat yaşar. Dolayısıyla hem dünyada hem de Ahirette hüsrana uğrar. İman mutlak surette takvanın gereklerine götürür. Her müslümanın halikine itaat ve ibadet etme sonucunu doğurur. Allah'ın buğzettiği şeylerden kaçınma ve razı olduğu şeylere yönelme hırs ve arzusunu meydana getirir. Öyleyse Allah'ı razı eden ve kızdıran davranışlar nelerdir? Allah'ı razı edecek olan davranışlar, O’na olan itaatlardır. Bunlar Müslümanlar için şari' tarafından belirlenen ve Müslümandan yapılması istenen ma’ruflardan meydana gelmektedir. Allah'ın buğz ettiği şeyler ise günah sayılan amellerdir. Müslümanın uzak durması istenilen ve yine şari' tarafından belirlenen bu münkerler de çok sayıdadır.

 

Farzı Ayın ve Farzı Kifaye

 

İlahi farzları inceleyen kimse, bunların farzı ayın ve farzı kifaye olmak üzere iki çeşit olduğunu görecektir. Farzı ayın; bütün mükelleflerin bizzat ikame etmeleri gerekli olan, bütün Müslümanlar ikame etseler bile kendisi ikame etmediği sürece sorumluluktan kurtulamadığı veya yalnızca kendisi ikame ettiği halde diğer müslümanlar terk ettiklerinde kendisinin Allah katında sorumluluktan kurtulduğu farzlardır. Bu ifade, yüce yaratıcının huzurunda sorumluluktan kurtulabilmesi için yükümlü olduğu farzı ayınların neler olduğunu araştırması ve yerine getirmesinin her müslümana farz olduğu anlamına gelmektedir. Farzı ayınlar için söylenenler haramlar için de geçerlidir. Çünkü bütün haramlar “ayni”dir. Kısacası müslümanın namaz kılması, ramazan orucunu tutması, gücü yettiğinde Kâbe’yi haccetmesi, nisap miktarına malik olduğunda zekât vermesi, ebeveynine iyilikte bulunması, ancak helâl ve güzel şeyleri yemesi, pis ve haram olan her şeyi yemekten uzak durması, zina, yalan, gıybet v.b. şeylerden kaçınması ve bu gibi şeylerden yakasını kurtarması da farzdır. Ma’ruf olanı yapmalı, münker olandan sakınmalıdır.

 

Farzı Kifaye

 

Müslümanlardan yerine getirenin bulunup bulunmadığına bakılmaksızın yapılması gereken farzı kifayeler vardır. Ancak farzı kifayeler farzı ayınlarda olduğu gibi fert fert her Müslümana farz değildir. Bu tür farzlarda önemli olan farzın yerine getirilmiş olmasıdır. Farzı kifayeleri yerine getirenlerin sayısının azlığı veya çokluğu önemli değildir. Hiç kimse tarafından ikame edilmediğinde bütün müslümanlar toptan günahkâr olurlar. Günah ancak onu ikame etmek için gereken çalışma ve çabayı gösterenin üzerinden sakıt olur. Bu konuda çaba sarf eden kişi buna gereken önemi vermekten geri durmamalıdır. Herhangi bir farzı kifayenin yerine getirilmemesi durumunda bütün Müslümanların aynı günaha ortak olmaları nedeniyle günahlarının hafifleyeceği düşüncesine binaen farzı kifayeyi yerine getirmede gevşeklik gösterilebileceğini hiç kimse zannetmesin. Zira Kıyamet gününde herkes tek başına sadece kendi günahını yüklenmiş olarak hesap vermeye gelecektir. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

“Onların hepsi Kıyamet günü teker teker geleceklerdir.”

Farzı kifaye yerine getirilmediğinde ümmetin hep birlikte günahkâr olması kişiye dünyada aldatıcı bir teselli verebilir. Fakat kişinin Ahiretteki azabı hafiflemez. Öyleyse kifaye olan farzlar konusunda kusur gösterenler, farzı kifayelerin ikamesi için gereği gibi çaba sarf etmeyenler bütün kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu hesap gününde Allah katında sorumluluktan kurtulmaları için şimdiden koşuşturmalıdırlar. Allah'a inanıp Müslüman olan, azabından korkan, mükafatını kazanmayı arzulayan, cennete kavuşturacak, cehennemden kurtaracak olan rızasını önemseyen her Müslüman farzı kifayelere mutlak surette yerine getirilmesi geren farzlar olarak bakar. Çünkü farz ikame edilmediği sürece onu ikame etmekten başka çıkar yol yoktur. Hatta Müslümanın, Allah katında sorumluluktan kurtulabilmesi için farzı ayınlara verdiği önemi farzı kifayelere de vermesi gerekir. Mesela; Allah'ın hükümleriyle hükmetmek, Allah yolunda cihad etmek, ictihad yapmak, ma’rufu emretmek münkere engel olmak v.b. şeyler müslümanların ikamesi için çalışmaları vacip olan, ikame edilmedikleri takdirde topluca günahkâr olacakları farzı kifayelerdendir. Ümmette ictihad yapacak kimse bulunmadığı zaman müçtehitler yetiştirmedikleri sürece tamamı günahkâr olurlar. Ümmet içerisinde müçtehitler bulunmadıkça ve ictihad vecibesi faal olarak ikame edilmedikçe bu amaçla çalışanların bulunması ümmeti günahkâr olmaktan kurtarmaz. Ümmetin karşılaştığı problemlere çözüm getirecek müçtehitler bulunduğu ve ictihad yapılmayı gerektiren meselede ictihad yapıldığı zaman tüm Müslümanlar günahtan kurtulurlar. İslâm Devleti’nin kurulması da aynen böyledir. Bu konuda kendine düşeni yapmayan herkes Allah'ın katında günahkârdır. İslâm Devleti’ni kurmak için çalışanlar bulunsa dahi İslâm Devleti kurulmadıkça çaba sarf etmeyenler günahkâr olmaktan kurtulamazlar. “İslâmi Düşünce” adlı kitapta, “Farzı Kifaye Bütün Müslümanlara Farzdır” başlıklı konuda şöyle denmektedir: “Farz olan bir iş yerine getirilmediği sürece hiçbir surette sakıt olmaz. Farzı terk eden bir kimse terk ettiği farzdan dolayı azaba müstahak olur ve farzı eda edinceye kadar da günahkâr olarak kalır. Bu bakımdan farzı ayn ile farzı kifaye arasında fark yoktur. Zira ikisi de tüm müslümanlara farzdır. Örneğin Allahu Teâla’nın: “Ağır ve hafif (silahlarla Allah yolunda cihada) koşun.” emri, kesin bir şekilde yerine getirilmesi gereken bir farzı kifayedir. Farziyet açısından farzı ayın ile farzı kifayenin arasını ayırmaya çalışmak Allah katında günah işlemek, Allah'ın yolundan yüz çevirmek ve Allah'ın farzlarını ikame etmeyi hafife almak demektir. Bir farzı yerine getirme emri ile karşı karşıya olan bir kimsenin günahtan kurtulması açısından farzı ayn ile farzı kifaye arasında fark yoktur. Bu farzın her Müslümanın bireysel olarak sorumlu olduğu farz olan namazlar gibi farzı ayn olması ile, bir halifeye biat etmek gibi farzı kifaye olması arasında fark yoktur. Her iki durumda da şari‘in farz kıldığı şey ikame edilmedikçe vucubiyet sakıt olmayacaktır. Namaz ikame edilmedikçe ve halife belirlenip biat edilmedikçe bu vecibeler kimseden sakıt olmaz. Zira farzı kifayeyi ikame etmek için bazı Müslümanların çaba ve çalışma içinde olması diğer müslümanları günahtan kurtarmaz. Yapılması gereken farz yerine getirilmedikçe tüm Müslümanların günahkârlığı devam eder. Öyle ise farzı kifaye için; bazı Müslümanların eda etmeye çalışmaları ile diğer Müslümanların sorumluluktan kurtuldukları farzlardır şeklinde bir ifade kullanmak yanlıştır. Çünkü farzı kifaye, bir grup Müslüman tarafından fiilen eda edildiğinde ancak diğer Müslümanlardan sakıt olan bir farzdır. Zira istenen farz eda edilmiştir ve diğerlerine yapacak iş kalmamıştır. İşte farzı kifayelerin hakikati budur. Farzı kifaye farzı ayın ile eş değerdedir. Bunun içindir ki İslâm Devleti’ni kurmak bütün müslümanlara farzdır. İslâm Devleti kuruluncaya kadar da bu farz hiçbir Müslümandan sakıt olmayacaktır. Bazı Müslümanların İslâm Devleti’ni kurmak için çalışmaları, çalışmayanlar üzerinden farziyeti düşürmez, farz olduğu gibi kalır. Devlet kuruluncaya kadar da her Müslümanın günahkârlığı devam eder. Bu farz tamamlanıncaya kadar doğrudan doğruya çaba göstermedikçe hiçbir Müslüman günahtan kurtulamaz. İşte bütün farzı kifayeler konusunda hakikat budur. Bu farzlar bizzat ikame edilmedikçe farziyetleri sakıt olmaz. Ancak ikamesine çalışan kimse günahtan kurtulur.

Farzı ayın ve farzı kifayenin hakikati ortaya çıktıktan sonra Müslümanın Allahu Teâla indinde temize çıkması için bütün farzlara karşı takınacağı tavır ve tutumu belirlemesi kolay olacaktır. Farzı ayından bizzat sorumlu olduğu gibi farzı kifayenin yerine getirilmesinde de diğer Müslümanlarla birlikte hareket edecektir.

 

Farzların Önem Sırası

 

Gerçek şu ki; farzı ayınları ikame etmenin bir önceliği vardır. Eğer Müslüman bütün farzı ayın ve kifayeleri yapabiliyorsa -ki istenen de budur- bir problem yok demektir. Ancak aynı anda hem farzı aynın hem de farzı kifayenin yapılması gerekiyorsa farzı ayın farzı kifayeden önce eda edilir. Farzı ayınlar arasında bir çakışma söz konusu olduğunda ise öncelik sırası akıl tarafından değil şeriat tarafından belirlenir. Zira şeriat bazı farzı ayınları diğerlerinin önüne geçirmiştir. Örneğin aile efradının nafakasını temin etmek borç ödeme farziyetinden, borç ödeme farziyeti hacc için para ayırma farziyetinden önce gelir. Ramazan orucunu tutmak adak orucunu tutmaktan, Cuma namazını eda etmek verilen sözde durmaktan daha önemlidir. v.b. Aynı şekilde farzı kifayeler arasında bir çakışma söz konusu olduğunda da öncelik sırası akıl tarafından değil şari' tarafından belirlenir. Zira farzı kifayelerin hepsini ikame etmek mümkün değildir. Çünkü şeriat bazı farzı kifayelere öncelik vermiştir. Zira farzı kifayelerin oluşturduğu saha gayet geniş ve birbiriyle iç içedir. Farzı kifayeler hem pek çoktur hem de bazıları pek meşekkatlidir. Hatta bazıları büyük gayret ve uzun bir süreyi gerektirir. Çünkü Müslüman bütün farzı kifayeleri ikame etmeye takat getiremez. Dolayısıyla bazılarını bazılarına tercih etme durumundadır. Hangisini terk edeceği, hangisini ikame edeceği, kendi heva ve hevesine, akli takdirine veya şahsi tercihine bırakılmamıştır. Aksine şeriatın tercihiyle ve birine öncelik vermesiyle olmuştur. Önem sırası şer’i karinelerden çıkarılır.

 

En Önemli Farzı Kifayeler

 

Örneğin, İslâm Devleti’ni kurmak, farzı kifayeler arasında en başta gelenidir ifadesini biz, Kur'an ve sünnetteki nasslara dayanarak söylüyoruz.

Zira Allah'ın hükmüyle hükmetmeyi farz kılan ayeti kerimeler pek çoktur. İşte onlardan bazıları:

“Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen kâfirlerin ta kendileridir.”

Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen zalimlerin ta kendileridir.”

Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen fasıkların ta kendileridir.”

“İnkar etmekle emrolundukları tağuta (gidip) muhakeme olmak istiyorlar.”

“Hayır! Rabbına and olsun ki aralarında çıkan her anlaşmazlıkta seni hakem kılmadıkça...”

“Onların aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet, onların hevalarına uyma.”

“Cahiliye hükmünü mü istiyorlar?! Yakinen inanan bir kavim için Allah'tan daha güzel hüküm sahibi kim olabilir?”

İşte bu ve bu manayı taşıyan daha bir çok ayetler ve hadisler Allah'ın indirdiğiyle hükmedecek olan İslâm Devleti’ni ikame etmeyi en öncelikli ve önemli farzı kifaye kılmaktadır.

Diğer taraftan hadleri ikame etmeyi emreden ayetler de pek çoktur. Bazıları şunlardır:

“Erkek olsun kadın olsun hırsızın elini kesin.”

“Zina eden kadın ve erkeğe yüzer değnek vurun.”

“İffetli kadınlara iftira atıp da dört şahit getirmeyenlere seksen değnek vurun.”

“Haksız yere öldürülenin velisine bir hak tanımışızdır.”

“Allah ve Rasulü ile savaşanların ve yeryüzünde fesada koşanların cezası ya öldürülmeleri, ya asılmaları, ya çaprazlama elleri ve ayaklarının kesilmeleri ya da oradan sürülmeleridir.”

Bunun gibi içki içenin dövülmesi, evli olarak zina yapanların recm edilmesi, dişe diş cezasının uygulanması, yaralamalarda kısasın uygulanması ve kısasın uygulanamayacağı durumlar için diyet alınması ve şeriatın ceza miktarını belirtmediği konularda tazir cezasının uygulanması v.b. konularda pek çok hadis mevcuttur. İşte bütün bu hükümler ve hadler Allah'ın vazettiği ve ancak Allah'ın indirdiğiyle hükmedecek bir İslâm Devleti’nin mevcudiyetiyle ikame edilebilmeleri mümkün olan farzlardır.

Allah yolunda cihadı emreden ayetler de pek çoktur. Örnek olarak bir kısmını buraya alalım:

“Ağır veya hafif (silahlarla Allah yolunda savaşmaya) çıkın ve canınızla malınızla Allah yolunda cihad edin.”

“Allah'a ve Ahiret gününe inanmayan, Allah ve Rasulü’nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini din edinmeyen ehli kitapla, küçülerek kendi elleriyle cizye verene kadar onlarla savaşın.”

“Toptan sizinle savaştıkları gibi sizden toptan müşriklerle savaşın.”

“Yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın.”

“Kendisiyle Allah'ın ve sizin düşmanlarınızı ve Allah'ın bilip de sizin bilmediğiniz diğer (düşman)ları korkutmak için besili atlardan müteşekkil kuvvet hazırlayın.”

Bu ayetler ve aynı anlamı taşıyan diğer ayetlerin gösterdiği amellere ancak ve ancak Allah'ın indirdikleriyle hükmeden bir devletin varlığıyla muvaffak olunur. Zira hadislerde cihadın Kıyamete kadar devam edeceği, asla ondan vaz geçilmeyeceği, ne adaletle hükmedenin adaletinin ne de zalimin zulmünün onu durduramayacağı ifade edilmiştir. Yani cihada çağrıldığında İslâm Devleti’nin mevcudiyetine bakılmaksızın icabet edilir. Daha açık bir ifadeyle cihad, zalim emirle de takvalı emirle de ikame edilir. Ne var ki facir olan emirler zaten ne cihad ederler ne de Allah yolunda cihadı emrederler. Herhangi bir savaş emrini verecekleri zaman ancak Müslümanların kendi aralarında savaşmalarını emrederler. Bu davranışlarına, Allah'a ve Ahiret gününe inanan, küfür devletlerini yıkıp yerine Allah'ın indirdikleri ile hükmeden İslâm Devleti'ni kuracak olan yiğitlerin uyanmalarına kadar da devam edeceklerdir.

Bütün bunlarla beraber İslâm ümmetinin, ilahi risaleti aleme taşıyan ümmetler arasında en hayırlı ümmet olduğunu ifade eden ayetler de oldukça fazladır. İşte bunlardan bazıları:

“Siz insanlar için çıkarılmış ma’rufu emreden, münkeri yasaklayan en hayırlı ümmetsiniz.”

“İzzet Allah'a, Rasulü'ne ve müminlere aittir.”

“Allah mü'minler üzerinde kâfirler için bir yol kılmamıştır (ki onlara hükmetsin).”

“İşte böylece biz sizi vasat (en üstün) ümmet kıldık ki siz insanlara, Rasul de size şahit olsun.”

Şöyle bir düşünelim: Müslümanlar izzetlerini yeniden nasıl kazanırlar? Kâfirlerin Müslümanlar üzerindeki hakimiyetleri nasıl sona erer? Neden Müslümanların Devleti yoktur? Müslümanlar can evlerinden vurulmuş bir halde iken diğer halklara ve milletlere nasıl iyiliği emredecekler ve münkerden nehyedecekler? Şüphe yok ki bu sorunların tamamı ancak, Allah'ın indirdikleriyle hükmedecek İslâm Devleti'nin kurulması ile sona erer.

Ayrıca müslümanlara, Allah'ın Kitabı ve Rasulü'nün Sünnetini tatbik edecek bir imama biat etmelerini emreden hadisler de mevcuttur. Mesela;

“Kim boynunda biat olmadan ölürse cahiliye ölümü üzere ölmüştür.”

“İmam bir kalkandır. Onun koruması altında savaşılır ve onunla korunulur.”

“Kim emirinde hoşlanmadığı bir şey görürse sabretsin. Zira kim sultanın bir karış dışına çıkar da ölürse cahiliye ölümü üzere ölmüştür.”

Gerçek şu ki; sahabe (r.a.) Rasulullah (s.a.v.)’in vefatından sonra ona bir halife seçmenin gerekliliği üzerinde icma etmişlerdir. Sonra Hz. Ebu Bekir’i, sonra Hz. Ömer’i, sonra Hz. Osman’ı, sonra da Hz. Ali’yi vefatlarından sonra halife seçmişlerdir. Sahabe kimin halife seçileceği konusunda ihtilafa düşmüşse de Hilâfet’in gerekliliği konusunda ihtilafa düşmemiştir.

Diğer taraftan Müslümanların İslâmi bir toplumda yaşamaları esnasında ihtiyaç duydukları sanat, tıp, hastanelerin yapılması, fabrikaların kurulması laboratuvarların açılması, düşmana karşı kuvvet hazırlama v.b. diğer farzı kifayelerin temini hususunda Müslümanlar aralarında iş bölümü yaparlar. Ne var ki, bir yönden Allah'a ubudiyeti eşsiz bir şekilde gerçekleştirecek İslâmi bir hayatın, diğer taraftan davetin yayılması için Müslümanların kuvvet hazırlamalarının kamil bir şekilde tamamlanması ancak, fiilen bu farzları yapmaya teşebbüs edecek, İslâm’ın gayesi ve gerçeği ile uyumlu İslâmi bir devletin gözetimi altında gerçekleşir.

İşte böylece şeriat, yöneticiye, şeriatın yüklediği vecibeleri yerine getirmeleri hususunda insanları zorlama vekaletini vermiştir. İslâm Devleti’nin mevcut olmayışı, yöneticiye bağlı bulunan bütün hükümlerin iptaline sebep olur. İnsanlar, hayatlarına taalluk eden hükümleri ihmal ettiklerinde onlara bu hükümleri uygulayacak yöneticiyi de bulamayacaklardır. Neticede pek çok şer’i hüküm ortadan kalkmış olacaktır. İşte bu noktada İslâm Devletinin varlığı, Müslümanların hayat mücadelesinde İslâm'ın pratik varlığının üzerine oturduğu esaslardan birini oluşturmaktadır. Bu esas yıkıldığında İslâm ahkamının çoğu ortadan kaldırılmış, İslâmi nassların büyük bir bölümü yürürlükten kalkmış olur. Sonuç olarak Müslümanlar hüviyetlerini, izzetlerini, kaybetmiş, memleketleri ellerinden çıkmış, ülkelerinde kâfirlerin hegemonyası hakim olmuş ve günümüzde olduğu gibi aralarında münker yaygınlaşmış olur.

 

İslâm Devleti Olmadan İslâm Uygulanamaz

 

Ne gariptir ki, kimileri İslâm Devletini kurma yönünde var gücüyle gayret sarf etmeksizin İslâm’ı uygulamaya çalışmaktadırlar.

Yine ne gariptir ki, Müslümanlar arasında İslâm Devleti’ni kurma farziyetine, sair şer’i hükümlere üstünlüğü olmayan herhangi bir amel gibi bakılmaktadır.

İlginç ve garip diğer bir durum da, içerisinde yaşadığı sistemin kuralları çerçevesinde, şer’i hükümlerin tatbiki için çalışmanın, şeriatın gerektirdiği gibi bir bütün olarak İslâm’ı ikame edecek olan İslâm Devleti’nin kurulması için yapılan çalışmayla aynı değerde görülmesidir.

İşte bütün bunlardan dolayı farzı kifayeler içinde en önemlisi, en gereklisi ve en öncelikli olanın Allah'ın hükümleriyle hükmedecek olan İslâm Devleti'nin ikame edilmesi olduğunu söyleyebiliyoruz. Şu anda Müslümanlardan bir kısmı bunu ikameye çalışmaktadır. Fakat bir kısım Müslümanın çalışması farzın ikamesine yetmemektedir. Zira şu ana kadar henüz İslâm Devleti kurulmamıştır. İşte bu bakımdan bu farzın ikamesi bir farzı ayın niteliğini kazanmıştır ki bununla ilgili uzun açıklama yukarıda geçmiştir. Öyleyse bütün Müslümanlar güçleri yettiği kadar İslâm Devleti'nin kurulmasına talib olmak zorundadırlar.

Bu noktadan hareketle Rasul (s.a.v.)’e tabi olmanın en sahih ve dakik olanı Müslümanın Allah'ın kendisine vacip kıldığı aynı farzları gözetmesi ve topyekün haramlardan kaçınması -zira bütün haramlar aynidir- sonra da Allah'ın emrettiği farzı kifayeleri ikameye yönelmesi veya onları ikameye yönelenlere gücü nispetinde iştirak etmesidir. Kaldı ki Allah, farzı ayın veya farzı kifaye olsun İslâm ahkamının büyük bir kısmını hayata geçirmenin metodu olan İslâm Devleti’ni ikame etme işine bizi yönlendirmiştir.

Böylece Müslüman kendini, yaptığı ve yapmadığı şeylerden sorgulanacağı gün için hazırlamış olur. Aynı farzları muhakkak surette ifa ederek haramlardan sakınır -ki zaten bütün haramlar aynidir.- Bununla beraber bir çok farzın ikamesinin bağlı bulunduğu en öncelikli farzı kifayeyi ikame eder. İşte ancak bu haliyle Müslüman bütün yönleriyle hakikate sarılmış olur. Böylece hem İslâm’ın ferdi olarak ona yüklediği farzları ikame etme hem de cemiyet hayatında ikame edilmesi gereken ahkamı gerçekleştirme yönünde adım atmış olur. Geriye, yapıları gereği bireysel olarak yapılması gereken; selamı almak, aksırana “yerhamukellah” demek ve cenaze namazını kılmak gibi az bir kısım farzı kifaye kalır.

 

Ma’rufu ve Münkeri Bilmek

 

Ma’rufu emretmek münkerden sakındırmak konusu bizi, ma’rufun ve münkerin ne olduğunu bilme meselesine götürür. Bilmek ve tanımak, emretmek ve yasaklamaktan önce geldiği muhakkaktır. Zira ilim olmadan hiç bir şey ne emredilebilir ne de nehyedilebilir. Öyle ise şeriatça bilmenin had ve hududu nedir?

İlmin amelden önce geldiği gayet açıktır. Zira amel şer’i ilme göre olur. Aksi halde amelin ibadet niteliği kaybolur. Allah Sübhanehu ve Teâla ma’rufu ikame etmeyi talep etmiştir. Ne var ki onu ikame için onun bilinmesi gereklidir. Bunun gibi münkerden alıkoymak ta münkerin bilinmesini gerekli kılar ki o münkerden alıkonulsun.

Doğrusu asıl olan ibadet, taat ve şer’i ahkamla mukayyet bulunmaktır. İlmin değeri ve gerekliliği bundan dolayıdır. İlim, ilim için tahsil edilmez, ibadet ve taat için tahsil edilir. Zira Allah (C.C.) şöyle buyurmaktadır:

“Biz Rasulleri kendilerine itaat edilsin diye gönderdik.”

Abdullah b. Mübarek (rahimehullah)’in dediği gibi; “Biz amel etmek için ilmi talep ederdik, Allah'ı yüceltme amacını taşımayan ilimden uzak dururduk.” Asıl maksat ibadet ve taattır. İlmin en düşük seviyesiyle taklidi bir amel tarzı tahakkuk eder. İlmin en yüksek seviyesiyle de ictihad tahakkuk eder. Her iki halde de şer’i ahkamla mukayyet olundukça ibadet ve taat tahakkuk eder. Mesela; namazı erkanına ve şartlarına bağlı kalarak, onu bozacak durumlardan sakınarak kılan herkes namazı eda etmiş olur. Ancak onun bu haldeki ibadeti bir ictihad veya bir araştırma neticesinden kaynaklanmadığı için bir çok hayır ve sevabı kaçırmıştır. Zira hayırlı ilim dediğin Allah'ın, kendisiyle Müslümanı derece derece yücelttiği ilimdir. Taklit üzere amel eden kimse, kendince takvalı, alim ve günahlardan çokça sakındığını kabul ettiği kişiden hüküm alır ve zannı galiple o alimin ictihadlarının daha doğru ve Allah'ın rızasına daha müstahak olduğu kanaatına varır. Başkasından aldığı hükmün delilini bilen “tabi” de aslında mukallittir. Fakat delilini bilmeden taklit eden “âmmi”den daha efdal bir haldedir. “Tabi” de “âmmi” de amel ettiği hükmü başkasından alsalar da ibadet ve taatları tahakkuk etmiş olur. Müctehidin durumu elbette ki en iyi, en yüksek ve en faziletli olanıdır. Zira o, bizzat araştırarak şer’i delili bulur, delilden şer’i hükmü istinbat ederek kendi ictihadıyla amel eder.

 

Her Müslümanın Amellerine Taalluk Eden Şer’i Hükümleri Bilmesi Farzı Ayındır

 

Mükellef hakkındaki şer’i hükme gelince: Akıl ve baliğ olan her Müslümanın hayatında kendisine lazım olan dinle ilgili hususları bilmesi farzdır. Çünkü Müslüman, hayatında Allah'ın emir ve yasaklarına göre hareket etmekle emredilmiştir. Müslüman için amellerine taalluk eden şer’i hükümleri öğrenmekten başka çare yoktur. Bundan dolayı Müslümanın hayat mücadelesinde ihtiyaç duyduğu dini hükümleri gereğince kavraması farzı kifaye değil farzı ayındır. Bundan fazla neyi tahsil ederse kendisi açısından müstehabtır. Namazı kılması farz olunca onu eda etme keyfiyetini kavraması da farz olur. Serveti nisap miktarına ulaşır ve üzerinden de bir yıl geçince zekat vermesi farz olur. Dolayısıyla sahip olduğu maldan ne kadar ve nasıl zekat vereceğini bilmesi de farz olur. Mesela; malı gümüş ve altın ise, altının ve gümüşün zekatını nasıl ve kime vereceğini bilmesi gerekir. Ürünlerin ve hayvanların zekatı ile ilgili ahkamı bilmemesi ona zarar vermez. Fakat onları da öğrenirse hayırlı bir şey öğrenmiş olur, onun için de bir sevap elde eder. Aynen bunun gibi İslâm Devleti'ni kurmaya kalkıştığında bu Devleti ikame etme keyfiyetini öğrenmesi, bilmesi vacip olur. Böylece ifa etmesi gereken bütün farzların eda keyfiyetlerini bilmek de farzı ayındır.

Bunu temin eden her Müslüman, itikadının sıhhatinden ve amelinin salih olduğundan emin olur.

Bu haliyle kişi arı ve duru bir niyetle doğru bir şekilde salih amele yönelirse, Rahmet sahibi olan Rabbını amelini kabul etmiş olarak bulacaktır. Hesap günü Rahmetiyle onu cehennem azabından azâd edecektir.

 İKİNCİ AÇIDAN:

Ma’rufu Emretmek ve Münkerden Alıkoymak

 

İslâm'ın ma’ruf ve münker olan her şeyi açıkladığını, her Müslümanın kendisini ilgilendiren her ma’rufa uyması ve münkerden kaçınması gerektiğini söyledik. Ancak şöyle bir soru sorulmaktadır: Kişi işlediği her ma’rufu mu yoksa onun çoğunu ya da az bir kısmını mı emredecek? Veya kişi kaçındığı her münkeri mi yoksa onun çoğunu veya az bir kısmını mı nehyedecek?

Bu konuya girmeden önce şeriatın neyin gerçekleştirilmesini istediğini bilmemiz gerekmektedir. Şeriat, hiç bir mefhumun İslâm mefhumlarının dışına çıkmadığı, hiç bir davranışın şari‘in kararlaştırdığı amellerden başkası olmadığı İslâm toplumunu kurmak istiyor. Şeriatın reddettiği her münkerin men edilmesi ve engellenmesi gerekir. Diğer bir ifadeyle şeriat, Allah'ın emrettiği akideye veya ahkama ait olan her şeyin İslâm toplumunda bulunmasını, toplumda var olan veya çıkabilecek her münkerin de bertaraf edilip engellenmesini istemektedir. Yüce Allah bu çok önemli vazifenin ikamesini Müslümanlardan talep ederken bu vazifenin kadr ve kıymetini yüceltmiş, onu ikame edene büyük mükafatlar hazırlamıştır. “İhya-ü Ulumi’d Din” adlı eserinde İmam Gazali şöyle diyor: "Emri bi'l ma’ruf ve nehyi ani'l münker, Allah'ın bütün peygamberlerin gönderilme sebebi kıldığı dinde en yüksek mevkii teşkil eder. Bu hüküm, teorik ve pratik olarak ihmal edilirse nübüvvet atalete terk edilmiş, din zayıflamış, dinden habersiz kalınmış olmasına karşılık dalalet yaygınlaşacak, cehalet her tarafı kaplayacak, fesat alınıp satılan bir meta haline gelecek, yalan ve taşkınlık umumileşerek ülkeler harap olup insanlık helak olacaktır.”

 

Dini İkamenin Bağlı Bulunduğu Durumlar

 

Bu konuyu tafsilatıyla ele almadan önce şer’i ahkamın yürürlüğe girmesinin kimlerin mevcudiyetine bağlı bulunduğunun bilinmesi gerekir. Çünkü ümmet, fertler, yöneticiler ve cemaatlardan müteşekkildir. Şer'i hükümlerin bunların her birine yüklediği ayrı ayrı sorumluluklar vardır. Dolayısıyla bunlar, sorumlu oldukları şer’i hükümleri yerine getirip getirmedikleri hususunda nasihate, hesaba çekilmeye ve güçlendirilmeye muhtaçtırlar. Şer’i hükümlerin hangilerinin kimlerin sorumluluğu altına girdiği hususu bizde netleştiği zaman doğal olarak emri bi’l ma’ruf ve nehyi ani’l münker farziyetini yerine getirmemiz söz konusu olacaktır. Bu nedenle şunları söylüyoruz:

Şer'i hükümlerden bir kısmı, “emir”in veya “halife”nin varlığını gerektirmektedir. Bunlardan başkasının ilgili şer’i hükümleri infaz etmeleri caiz değildir. Diğer taraftan fertlerle bağlantısı olan ancak fertler yerine getirmedikleri zaman halifenin ikame ettiği şer’i hükümler vardır. Bazı şer’i hükümler de vardır ki, halifeye bağlı kılınmakla beraber bazı durumlarda ferdin onu uygulaması caizdir. Bazı şer’i hükümler de bir cemaatın mavcudiyetini gerektirir.

Ferde bağlı bulunan hükümler; namaz, oruç, zekat gibi farzların edası, içki, kumar, faiz, hırsızlık, adam öldürme, zina, yalan, hile, gıybet v.b. haramlardan da kaçınmaktır. Müslümanlar ister İslâm diyarında ister küfür diyarında bulunsunlar her halükarda bu türden farzları eda edip haramlardan sakınmaları gerekir. Bu hususta Rasul (s.a.v.)’in ve sahabe (r.anhüm)’nin sadece Mekke’deki veya sadece Medine’deki amellerine bakmak doğru değildir. Zira ibadet, muamelat, yeme-içme, giyinme, ahlâk ve İslâm akidesini ilgilendiren konulardan fert fert tüm müslümanların yapmaları gereken şer’i hükümler vardır. Her Müslüman, velisi bulunduğu ailesinin fertlerinden sorumludur. Küfür diyarında bulunan Müslüman bir kimsenin ferdi olarak yerine getirmesi gereken farzlar, yaşadığı ülkedeki küfür yönetimi tarafından engelleniyorsa, İslâm diyarı olup olmamasına bakmadan bir başka ülkeye hicret etmesi gerekir. Bu hususta Allahu Teâla şöyle buyuruyor:

“Nefislerine zulmedenlerin canlarını aldıklarında melekler; Ne işte idiniz? diye sorarlar! Onlar; Biz yeryüzünde zayıf bırakılmıştık, dediklerinde, melekler de; Allah'ın arzı geniş değil miydi? (başka yere) hicret etseydiniz ya! Onların gireceği yer cehennemdir. O ne kötü bir yerdir. Ancak (gerçekten) zayıf olan erkek kadın ve çocuklardan göç etmeye imkan ve yol bulamayanlar müstesnadır.”

Bir takım ferdi hükümleri yapabilse dahi müstehab olan, kişinin küfür diyarından İslâm diyarına hicret etmesidir. Ancak yaşadığı ortamdaki dâru’l küfrü dâru’l İslâm'a çevirmek için çalışıyorsa orada kalabilir. Bilindiği gibi dâru’l İslâm, İslâm ahkamıyla hükmedilen, yönetilen ve güvenliği Müslümanlarca sağlanan ülkeye denir.

Fertlere bağlı olmakla beraber fertler onu ikamede yetersiz kaldığında halifenin ikame edeceği vecibelere gelince: Bunlar nafakalarını temin etmede aciz kalanlara nafakalarını temin etmek, nahiyelerde ve köylerde mescitler bina etmek gibi fertlerin görüp gözetmede aciz kaldıkları hususlarda fertlerin işlerini görüp gözetmektir. Bu ve benzeri şeyler gerektiğinde halife tarafından ikame edilir.

Yalnız halifeye hasredilen, ancak onun tarafından ikame edilebilecek hükümlere gelince: Bunlar, hadlerin uygulanması, düşmana harp ilanı veya onunla barış antlaşmasının akdedilmesi, bağlayıcı kanunların benimsenip uygulanması veya yapılması gereken bazı işlerin gözetilmesidir. işte bütün bu ve benzeri işlerin uygulanmasını şeriat sadece ve sadece halifeye münhasır kılmıştır. Onun mevcudiyetine ve sorumluluğuna vermiştir. Başkası bunları yürürlüğe koyamaz.

Diğer bir takım hükümler de vardır ki, şari’ onu halifeye bağlamakla birlikte bazı durumlarda fertlerin onunla amel etmesi caizdir. Mesela cihad aslında halifenin sorumluluğundadır. Onun işlerindendir. Ancak düşman aniden müslümanlara saldırırsa halifenin emri ve izni olmadan da cihad edilir. Hatta Müslümanların halifesi olmadığında ve cihad yapmak gerektiğinde, günahkâr yönetici ile de hatta ve hatta Müslüman bir topluluğun “emiri” ile de cihad yapılır. Fakat asıl olan Müslümanların son iki duruma razı olmamalarıdır. Yani Müslümanların halifesiz ve zalim bir yöneticinin emri altında yaşamaya razı olmamalarıdır.

İkamesi cemaata hasredilen hükümlere gelince: Bunlar da Hilâfet’i ikame etmek için çalışmak, yöneticiyi muhasebe etme ve onun hak üzere devamını sağlamak gibi işlerdir. İşte her İslâmi parti, cemaat, teşekkül veya kitlenin bu çerçevede faaliyet göstermesi gerekir.

Gerçek şu ki; şer’i ahkamın bağlı bulunduğu durumların ve şartların beyan edilmesi pek önemlidir. Bu konudaki bilgisizlik ve gaflet müslümanları şer’i hükümleri uygulamada dengesiz ve boşa kürek çeken hareketler ve bireyler haline getirecektir. Sonuçta Müslümanlarda derin kavrayış ve sahih tatbikat kaybolur. Müslümanlar kendilerine düşen farzları ihmal edip kendilerince bir takım mendublara yönelirler. Bununla da kalmaz, cemaatlar fertle alakalı şer’i hükümleri öğretip, bir cemaatın bireyleri olarak kendilerini ilgilendiren hükümleri hiç dikkate almaz ya da ihmal ederler. Ya da şeriatın yaptığı taksimatı gözetmemiz gerekirken bu taksimat gözetilmeyip İslâm Devleti'nin yapması gereken işler yapılmaya kalkışılır. Alimler namaz, zekat oruç gibi bir kısım farzı ayınları anlatırken alış-veriş hükümleri gibi Müslümanların sosyal hayatını ilgilendiren hükümleri bu arada özellikle de farzı kifayelerin en önemlisi olan İslâm Devleti'ni kurma farziyetini anlatmayı terk eder hale gelirler. Ümmetin problemleri ile ilgilenen ve onlara çözümler getiren siyasi bir alim görünümü kazanmaları gerekirken abid bir alim görüntüsünü verirler.

Müslümanlar, yapması gereken sorumluluklardan herhangi birsini yapmada kusur gösterdiği zaman "emri bi'l ma’ruf ve nehyi ani'l münker" gereğince uyarılırlar. Kim olursa olsun sorumlu olmadığı hususlardan dolayı sorgulanmaz. Şeriatın bir bütün olarak tatbik edilmesi çok yönlü bir meseledir. Her değişik cihet yüklenildiği fert veya cemaat tarafından ikame edilir. Daha açık bir ifade ile şeriatın bütün yönleriyle tatbikinden bütün ümmet sorumludur. Onu bir bütün halinde ikame etmekle yükümlüdürler. Müslümanlar birer fert olarak kendine düşeni yapmaları yanısıra her cemaat da kendilerine yükleneni, halife de kendine bağlı olan kısmı ikame ettiklerinde İslâm bir bütün olarak tüm yönleriyle tatbik edilmiş olur.

Müslüman ferdin İslâm'a mücmel ve kamil bir şekilde iman etmesi gerektiğine dikkat çekmek istiyoruz. Fakat Müslüman hem fert olması bakımından fert olarak kendisinden istenenleri, hem de birlikte çalıştığı bir cemaatın, kitlenin ve partinin üyesi olması bakımından kendisinden isteneni yapabilmesi için gerekenleri detayları ile bilmesi gereklidir. Zira kusur ettiği hususlarda Allah tarafından hesaba çekilecektir. Halife de üzerine düşen görevleri yapabilmesi için gerekenleri bilmesi açısından fertler gibi sorumludur. Örneğin fert olarak; namaz kılar, oruç tutar, hacca gider, ebeveynine iyilikte bulunur, zina, riba v.b. haramlardan sakınır. Diğer taraftan halife olması bakımından şeriatın kendisinden talep ettiği yükümlülükleri de ikame eder. Kanunları benimser ve yürürlüğe koyar, cihadı ilan eder. Müslümanların yurdunu ve yuvasını himaye eder. Allah'ın indirdikleriyle hükmeder, hadleri ikame eder. Mükellef olduğu hususların hepsinde kusur gösterirse Allahu Teâla Ahirette ümmetin bu dünyada kusur gösterdiği hususlarda halifeyi hesaba çekecektir.

Denetleme esnasında denetlemesi gereken hususları birbirinden ayırt etmesi için müslümanın bunları bilmesi gereklidir. Kişi, cemaat veya halife sorumlu olmadığı bir husustan dolayı muhasebe edilemez.

Şeriat bütün Müslümanlardan bilgileri ve güçleri nisbetinde “ma’rufu emretme, münkerden sakındırma” farziyetini ikame etmelerini istemektedir. Müslümanlar -fert, cemaat ve yöneticiler- aracılığı ile her halükarda bu farzın yapılması istenmektedir. İslâm Devleti olmuş olmamış, müslümanlara tatbik edilen hükümler İslâmi hükümler olmuş veya küfür hükümleri olmuş veya İslâm hükümleri iyi tatbik edilmiş, kötü tatbik edilmiş hiç fark etmez. "Emri bi'l ma’ruf ve nehyi ani'l münker" farizası hem Rasul (s.a.v.) zamanında hem sahabeler döneminde hem Tabiin ve Tabii’t Tabiin döneminde yerine getirilmiş olup Kıyamete kadar da hükmü geçerlidir.

Fert, cemaat veya İslâm Devleti ma’rufu emretme münkerden sakındırma farziyeti ile karşı karşıya kaldıkları zaman öncelikle aşağıdaki hususları yapmaları gerekir:

Müslümanlardan; emri bi'l ma’ruf ve nehyi ani'l münker farziyetini yerine getirmeleri gereken bir durumla karşılaştıkları zaman, bilgileri ve güçleri oranında birer fert olarak eda ettikleri ma’rufu emretmeleri, sakındıkları münkerlerden de sakındırmaları istenir. Bu haliyle ma’rufu emretme münkerden sakındırma farziyeti, yerine getirmek için koşturmadığı zaman günahkâr sayılacağı ve terkinden dolayı da özürlü sayılmayacağı farzı ayın niteliğini kazanır. Her Müslüman günlük hayatında eşi, çocukları, akrabaları, yakın komşuları, uzak komşuları, tanıştığı tanışmadığı karşılaştığı her kim olursa olsun onlarla birlikteliği esnasında, kusur veya masiyete düştüklerinde onlara nasihat etmesi gerekir. Ondan başka işlenmekte olan o masiyete müdahale edecek kimse yokken nasıl olur da müdahale etmez. Bulunduğu mecliste, önünde günahı işleyen kimse ile kendisinden başka kimse yokmuş gibi düşünecektir. Şu halde başkası buna şahit olmadığından yalnız kendisi günahkâr olur. Ondan başkasının bundan haberi olmadığından ancak onun engellemesi söz konusu olabilir. Onun ihmalini kimse bertaraf edemez. Onun sorumluluğundaki alan içinde cereyan eden her münkerden kendisi sorumludur, başkası değil.

Ferdi olarak Allah'ın kendisine yönelik bütün emirlerini yerine getiren yani kendisiyle ilgili ma’rufa uyup münkerlerden sakınan bir Müslüman, kendisi için geçerli olanları başkasına aktarabilir. İfa ettiği hükümlerin ilmine ve detayına sahipse, başkasına da aynı şekilde nakletmesi gerekir. Eda ettiği emirleri bir tabi olarak yerine getiriyorsa tabi seviyesinde, cahil bir kimse durumda ise o hal üzere nakletmesi gerekir. Cahil bir kimse olması durumunda kendisinde karşı tarafı ikna etme gücü bulunmazsa bile, düşüncesine ve kavrayışına güvendiği dava taşıyan bir alim, müftü veya bir genç gibi ikna etme gücüne sahip bir kimseyi götürebilir veya tavsiye edebilir. Zira Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

“Mü'min erkek ve kadınlar birbirlerinin velileridir, ma’rufu emreder ve münkere de engel olup namazı kılarlar.”

“İyilik ve (Allah’ın yasaklarından) sakınrma üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın.”

Bununla beraber Rasul (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur:

“Bir ayet dahi olsa benden bir şey tebliğ edin.”

“Sözümü işitip onu kavrayıp başka birine ulaştıranın yüzünü Allah ak etsin. Fakih olmadığı halde kendisinden daha anlayışlı kimselere fıkhı taşıyan nice insanlar vardır..”

İşte bütün bu nasslar bir fert olarak her Müslümanın ma’rufa uyması ve münkerden sakınması gerektiği gibi ma’rufu emretmesi ve münkere de engel olması bir vecibe olmaktadır.

 

İlmin Önemi

 

İlmin ve alimlerin, yaşadıkları dönemdeki ma’ruf olan fikirleri açıklamada ve münkere ait fikirlerin bertaraf edilmesinde, insanları ma’rufa bağlanmaya ve münkeri terk etmeye teşvik etmede büyük etkinliği göz ardı edilemez.

Ulema her ne kadar vecibelerine ait bilgilerden çok daha fazlasını elde etmiş olsalar da onlar ümmetin sair fertleri gibi bir takım farzı ayınlarla yükümlüdürler. Başkalarının ihtiyaç duyduğu ilimleri tahsil etmek ümmete farzı kifayedir. Bunu ikame edenler ayrıca sevabını alırlar. Alimlerin ilim sahibi olmaları kendilerini mükellef oldukları hiç bir farzdan muaf tutmaz. Ümmetin herhangi bir ferdinden istenilen her şey onlardan da istenir. Meselâ; halifeliği ikame etme vecibesi böyledir. Birinin İslâm'ın miras ahkamını çok iyi bilmesi diğerinin tefsir ilminde ilerlemesi diğer birinin de evlenme boşanma gibi ahkam konusunda kadı olması, onlara fert olarak yapmaları gereken farzı ayınlardan veya bütün ümmete farz olan farzı kifayelerden muaf olmalarını asla sağlamaz. Bu hususlarda onların konumu herhangi bir ferdin konumu gibidir. Günümüzde ulemanın kendine düşen farzları ikame yolunda hiç bir çaba harcamadan oturmaları herhangi bir şer’i dayanağı ve hücceti olmayan kabul edilmesi imkansız bir tavırdır. Bu hususlarda gösterdikleri kusurlardan dolayı Allah onları hesaba çekecektir. Ümmetin önünde de muhasebe edilmeleri gerekmektedir.

İlim itaat ve ibadet içindir. İlim takvanın gerektirdiği şeylere götürendir. “Takva” ise Allah'tan korkmak demektir. Allah'ın şu sözünde olduğu gibi:

“Allah'ın kullarından ancak alimler gereğince Allah'tan korkar.”

Namazda, cihadda, İslâm davetini yüklenmede, yöneticileri muhasebe etmede, küfür fikirlerini ve kavramlarını bertaraf etmede de velhasıl her konuda ilk safta yer alan mücahit ulemanın ortaya çıkıp yeşerip büyüdüğü zemin işte budur. Onları, insanları sahih ilme ve gereğince amel etmeye yönlendirmede ilk safta yer almış halde bulursun.

İslâm’da ulemanın resmi makamlarının, derecelerinin yahut imtiyazlı durumlarının olabileceği düşünülemez. Ya da onların ilimleri ile emredip başkalarının infaz ettikleri de düşünülemez. Bilakis onlar her Müslüman fert gibi İslâm'ın yükümlülüklerini ifaya memurdurlar. Allah'ın hitabı Rasul (s.a.v.) ve sahabesine şamil olduğu gibi ulemayı da kapsamaktadır.

Hakkın tanınması ve ikamesinin ilim ve alimler vasıtasıyla gerçekleştiğini göz önünde tutarak şeriat onların mevcudiyetini vacip kılmıştır. Zira Müslümanlar onlarla Rablerini hakkıyla tanımaya imkan bulurlar. Onların İslâm toplumunda bulunmaları, yoksa bulundurulmaları farzı kifayedir. Öyle ki bunlar mevcut olmadıklarında bütün ümmet günahkâr olmuş olur. Çünkü yaşadıkları dönemle ilgili konularda Allah (C.C.)’ın hükümlerini bilmede cehalete düşeceklerdir. İctihadın her asırda bir farzı kifaye olması ve ictihadsız bir sürecin yaşanmasının caiz olmaması bundandır. Aksi takdirde bütün bir ümmet günahkâr olacaktır.

İnsanların büyük bir çoğunun fıtraten alimlere yönelmeleri ve onlardan ilim almayı sevmelerinin nedeni de budur. Önemli olan alimin mevki makam ve maddi menfaati gözetip ilminin fitnesine düşmemesi, heva ve hevesine uyarak insanlara bilgisizce fetva vermemesidir. Yöneticiyi memnun etmek için şer’i hakikatları saptırmamasıdır. Şeriatın herhangi bir husustaki hükmü bilindikten sonra onu inkâr edip gizlemek gerçekten riya, başta olma sevdası, ilmini az bir paha karşılığında satmanın ta kendisidir. Yöneticilerin alimleri kullanmaları Özellikle de günümüzdeki yöneticilerin alimleri siyasi emellerine alet ederek onları istihdam etmeleri, onların gücünü istismar ederek kendi hesaplarına ajan gibi kullanmaları, bunun için de onlara yığınlarla servet bahşederek onları halkın önünde pek büyük alimlermiş gibi iltifata mazhar kılarak onlar lehinde güçlü propagandalar yapmalarının nedeni budur. Böylelikle önemli meselelerde halkın kendilerine danıştıkları, fetvalar verdikleri kişiler haline geliyorlar. Yöneticileri memnun edecek, Allah'ı kızdıracak şekilde fetvalar veriyorlar. Onların beğenilerini kazanmak için nassları eğip büküyorlar. Yöneticiler faizi helâl sayınca onlar da faizi helâl kabul ediyorlar. Yöneticilerin görüşlerinin doğruluğunu ispatlamak için şer’i nasslara dönerek, nassları evire çevire onları memnun etmeye koşuşturuyorlar. Yöneticiler kâfir bir devletten yardım istemenin helâl olduğunu söylediğinde onlara muvafakat ediyorlar. Yahudilerle barış yapmanın helâl olduğunu ileri sürdüklerinde onlara icabet ediyorlar. İşte böyle alimler uşaklık yapan, ajanlık yapan alimlerdir. Bunlar kötülük taraftarıdırlar ki, nasihat edilmeleri gerekir. Müslümanlar onlara nasihat işinde sert davranmalıdırlar ki halk onlardan kopsun ve şeriat hesabına onlara tabi olunamayacağını anlasın. Yöneticilere bu şekilde destek veren, şeriat adına yardım elini uzatan alimlere Rasul (s.a.v.)’in şu sözü tamı tamına uygun düşmektedir:

“Ümmetimin selameti hususunda en çok, münafık olduğu halde halk arasında alim bilinenlerden korkuyorum.”

Bu ve buna benzer alimler teşhir edilmelidirler ki başka insanlar onların verdiği fetvaların tuzağına düşmesinler. İşte bunlar Ahirete karşılık dünya hayatını satın alanlardır. Cehennem azabına acaba nasıl tahammül edecekler?!

Evet işte böylece gerektiği gibi ma’rufa uyup onu emretseler ve münkerden sakınıp ona engel olsalar onların ferdi hayatlarındaki işleri salaha erer. Müslüman evinde ve evinin dışında komşuluğunda ve insanlarla olan alakalarında ve bütün çevresinde kendine düşeni yerine getirdiğinde dinin mühim bir tarafını ikame etmiş olacağı muhakkaktır. Fakat daha önce dediğimiz gibi dinin esas gayesi Allah'a itaattir ki cemiyetin bir bütün olarak ma’rufa bürünerek münkeri terk etmesi, ferdi olsun içtimai olsun her açıdan en ufak bir ayrıntının İslâm ahkamının dışına çıkmaması gerekir. Gerçek şu ki cemiyet sadece fertlerden müteşekkil değildir. Cemiyet; fertlerden ve onları bir araya getiren akideden ve hayatındaki bütün işlerin akidesinden çıktığı nizamlardan müteşekkildir. Meseleye fert olarak bakıldığı zaman toplumu oluşturan yalnızca bir unsur gerçekleşmiş, İslâm ahkamıyla hükmedilmesi muhakkak surette gerekli olan bir çok taraf ihmal edilmiş olacaktır. Üstelik fertler hayatlarına İslâm ahkamını tatbik edecek bir halifeyi seçmekle emir olunmuşlardır. Öyle ki Müslümanlarda bulunmayan Allah'ın dinini kılıçla müdafaa edecek gücü halife teşkil etsin. “Allah, Kur’an’la dağıtmadığını sultanla dağıtır.” İşte şeriat bizzat bu akidenin mevcudiyetini ve muhafazasını, bütün insanlığa götürülmesini emretmektedir. Bunun metodu ise İslâm Devletidir. Şeriat, bu sistemi, uygulama ve hayata geçirme keyfiyetini açıklamış, İslâm şeriatının etkili bir şekilde uygulanması ve hayata geçirilmesi için İslâm Devleti'nin varlığına önem vermiştir. İslâm’ı aleme hakim kılma yolunda gösterilen gayretin en yüksek zirvesi olan cihad ve davetin taşınması, İslâm Devleti'nin mevcudiyetiyle en güzel bir şekilde ikame edilir. İmam Gazali’nin şu sözü bunu ne kadar da beliğ bir şekilde ifade etmektedir: “Kur’an ve onu infaz edecek sultan bir bütündür. Zira Kur’an esas, sultan ise onun korumasıdır. Temel olmayınca bina yıkılır, sultan olmayınca da bina zayi olur.”

 

Yöneticilerin Denetlenmesi

 

Allahu Teâla, gönderdiği ve apaçık beyan ettiği şeriatın sadece açık seçik fikirler olmasından ziyade, bizzat somut vakıalar halinde olmasını murad etmiştir. İndirdiği ameli hükümlerin varlığının korunabilmesini, yasakladığının devamını sağlamak üzere devleti metod olarak belirlemiştir. Dolayısı ile şeriatın korunması için devletin her zaman için var olmasını emretmiştir. Onu yönetecek halifeye de bir takım şer’i yükümlülükler ve yasaklar vazetmiş, dinin mütekamilen ikamesini, uyanık olmasını, üzerine titremesini istemiş, ümmete de ona itaat etmesini, yanlış yaptığında ise fert veya hizb olarak hesap sormalarını istemiştir. Bu konuda Rasul (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Şehitlerin efendisi Hamza b. Ebu Talib ve zalim sultana karşı çıkıp ona ma’rufu emredip kötülükten sakındırarak öldürülendir.”

“Cihadın en faziletlisi zalim sultan karşısında hak söz söylemektir."

“Muhakkak ma’rufla emredip münkerden sakındıracak, zalimin zulmüne engel olacak, onu hakka yöneltecek, onun şeriatla yetinmesini sağlayacaksınız.”

Bilindiği gibi zalim yöneticiyi hakka yöneltmek, onun şer’i ahkama bağlanmasını sağlamak büyük bir iştir. Ferdi olarak yapılacak bir iş değil, bir cemaat veya bir hizbin yapacağı bir vecibedir.

Geçmişte sahabe ve fukahanın İslâm Devleti'nin bir güç ve kudret kaynağı olduğunu, onun mevcudiyetiyle İslâm'ın tatbik edildiğini, onun yok olmasıyla İslâm ahkamının zayi edileceğini çok iyi kavramışlardı. Bunun içindir ki Ebu Bekir (r.a.) İslâm hakimiyetinin nasıl devam edeceği şeklindeki bir soruya; "Yöneticiler doğruluktan ayrılmadıkları sürece" diye cevap vermiştir. Şeyhü'l İslâm İbni Teymiye, Fadıl'dan o da İyaz'dan ve Ahmed b. Hanbel'den ikisinin şöyle dediğini rivayet eder: "Kabul olunacak bir duamız olsaydı duaya sultanı çağırırdık."

İslâm sadece tek bir kavme inmiş bir din olmayıp, bünyesinde hayrı ve salahı taşıyan bütün insanlığı kuşatan bir dindir. Akidesi de nizamı da evrenseldir. Aynı zamanda İslâm, bünyesinde kendini dünyaya taşıyacak metodu da taşımaktadır. İşte bunun için içte İslâm’ı tatbik edecek, aynı zamanda onu aleme taşıyacak bir devletin mevcudiyeti farzdır. Öyleyse üzerine düşen görevi yapabilmesi için İslâm Devletinin görevinin ne olduğu bilinmelidir. İslâm Devleti'nin görevi nedir? İslâm Devleti olmadığı zaman onu var edecek kimdir? Yolunu şaşırdığı zaman onu doğrultacak olan kimdir?

Allah'ın İslâm Devleti'ne yüklediği görev, bir bütün olarak dini uygulamaktır. İslâm Devleti, ister bireysel ve toplumsal hükümler olsun, ister farzı ayınlar ve farzı kifayeler olsun tüm İslâmi hükümleri uygulamakla sorumludur. O, dinin ikamesinden yani ma’rufun bilfiil hayatiyet kazanmasından ve münkerin izalesinden sorumludur. Herhangi bir Müslüman namaz kılmadığında devlet bunu ona emreder, ısrar ederse cezalandırır. Zekat vermediğinde, haccetmediğinde ve oruç tutmadığında da durum aynıdır. Bununla beraber İslâm devleti bu v.b. farzı ayınların kolaylıkla eda edilebilmeleri için zemin hazırlar ve edasında kusur gösterenleri muhasebe eder. Farzı kifayeler için de durum aynıdır. Ümmetin maslahatı gereği ihtiyaç duyduğu tıp, hastane, eğitim ve bunlardan başka siyaset intizam ve mühimmatın dağıtımının bağlı bulunduğu ihtiyaçları temin edememişse, kusurundan dolayı muhasebe edilir. Zira şari bunların mevcudiyetini halifenin mevcudiyetine bağlamıştır. Bunların var kılınmasını ona emretmiştir. Bu görevlerin yerine getirilmesinde ümmetin halifeyi muhasebe etmeleri ve eksikliklerini tamamlamaya zorlamaları gereklidir. Unutulmamalıdır ki şari bu mevzuda ince ve ayrıntılı hükümler vazetmiştir. Halifede açık küfür görülmedikçe karşı çıkmayı müslümanlara haram kılmıştır.

İslâm Devleti'nde asıl olan yöneticinin işleri şeriat hükümleri ile idareye kadir olmasıdır. Ayrıca bir fertten veya bir grup insandan hasıl olmasına bakmaksızın bütün münkerlere engel olmasından sorumludur. Rasul (s.a.v.)'in;

“İmam çobandır, yönetimi altında bulunanlardan sorumludur.” diyerek bunu göstermiştir. Fert olsun cemaat olsun Allah'ın kendilerine yüklediği tüm sorumlulukları yerine getirmeleri için insanları teşvik etme, yönlendirme görevini imama yüklemiştir. Ümmeti vecibelerini edaya mecbur ederken güç kullanması gerekiyorsa kullanır. Allahu Teâla halifeye bunları emrettiği gibi aynı zamanda insanları Allah'ın yasakladıklarını işlemekten alıkoymayı, bunu yerine getirmek için güç kullanması gerektiğinde ise güç kullanmasını farz kılmıştır. Zira münkeri ortadan değiştirmede ve eliyle izale etmede asıl görev devletindir. İslâm'ı tatbikten ve insanların hükümlerine uymasından devlet şeran sorumludur.

Ancak zulüm, başkalarının mallarını haksız yere yeme, hakları men etme, tebasına ait işleri ihmal etme veya görevlerini yerine getirmede kusur etme, İslâm dışındaki hükümlerle hükmetme v.b. münkerler yöneticide ortaya çıkınca, halifeyi muhasebe ederek ona engel olmak bütün müslümanlara farz olur. Fert veya cemaat olarak karşı karşıya kaldıkları münkeri değiştirmek için çalışmaları gerekir. Münkere karşı susan, onu değiştirmek için çalışmayan kimse ise günahkâr olur.

Yöneticinin münker olanı irtikap etmesi halinde ilk etapta sözlü olarak engel olmak için muhasebe edilir. Müslim'in Ümmü Seleme'den rivayet ettiği hadis buna işaret etmektedir:

“Öyle emirleriniz olacak ki, onları tanıyıp onlara karşı geleceksiniz. Kim onları tanırsa, günahından beri olur. Kim de onlara karşı gelirse, kurtulur. Ancak kim de onlardan razı olup tabi olursa...”

İbni Mes’ud’dan rivayet edilen hadis de böyledir:

“...Hayır! Vallahi muhakkak ma’rufu emredecek münkerden nehyedecek zalimin elinden tutarak zulmüne engel olacak haktan sapanı hakka döndürecek, hakla hükmetmesini sağlayacaksınız.”

Bir başka rivayette de hadisi şerif şu ifadelerle son bulmaktadır:

“Yoksa Allah bazılarınızın kalbini diğerleri aleyhine kılacak veya yöneticilerin size lânet ettikleri gibi siz de onlara lânet edeceksiniz.”

Rasulullah (s.a.v.)'in zalim sultana karşı söylenen hak sözü cihadın en efdalı kılması da böyledir. Hani bir sahabi hangi cihad daha efdaldir, diye sormuştu da Rasul (s.a.v.) de; “Zalim sultan karşısında söylenen hak sözdür.” diye cevap vermişti. Yönetici hakkında gelen hadisler tek halin -Allah katında delil olarak gösterilebilecek şekilde yöneticide açık küfür görülmesi hali- dışında yöneticiye silahla karşı çıkmayı yasaklamaktadır. Yani yönetici Allah'ın indirdiği hükümleri terk edip küfür hükümleri ile hükmettiği apaçık ortaya çıkınca silahla karşı çıkılır.

Avf b. Malik el-Eşcai'den Rasulullah (s.a.v.)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:

“En hayırlı imamlarınız sizin onları sevdiğiniz, onların da sizi sevdikleri, sizin onlara dua ettiğiniz, onların da size dua edenleridir. En şerlileri de onların size buğz ettiği ve sizin de onlara buğz ettiğiniz, onların size lânet okudukları, sizlerin de onlara lânet okuduğunuz imamlarınızdır." Dediler ki; "Ey Allah'ın Rasulü onlara silahla karşı çıkmayalım mı? Dedi ki: “Aranızda namazı (yani dini) ikame ettiği müddetçe hayır.”

Hadiste geçen "namazı ikame" ifadesinden kasıt İslâm ile yönetmektir. Diğer bir ifade ile bir bütün olarak küçük büyük şer’i hükümleri uygulamaktır. Ümmü Seleme Rasul (s.a.v.)'in şu sözü söylediğini rivayet eder:

“Bir takım emirlerinizi olacaktır. Kim onları tanırsa günahtan beri olur, kim onlara karşı çıkarsa (sözle) kurtulur. Kim de onlardan razı olup peşlerinden giderse!” Dediler ki; “Onlarla savaşmayalım mı?” Dedi ki: “Namazı ikame ettikleri müddetçe hayır.”

Burada da durum aynıdır. Yani şeriat ahkamını tatbik ettiği müddetçe ki bunlardan biri de namazdır. Bir parçanın zikredilerek bütünün kastedilmesi gibi. Übade b. Samit (r.a.)'dan; o dedi ki:

“Biz zor olsun kolay olsun, hoşumuza gitsin gitmesin, başkaları bize tercih edilse de dinlemek ve itaat etmek üzere Rasulullah (s.a.v.)'e biat ettik. Ayrıca iş yöneticiyle tartışmayacağımıza da biat ettik. Rasulullah dedi ki: Allah katından kesin bir delile dayanarak onda açık bir küfür görürseniz başka! Bununla beraber Allah için her nerede olursak olalım kınayıcının kınamasından çekinmeden hak sözü söyleyeceğimize dair de biat ettik.” 

Bu hadisten anlaşılan odur ki; halifeye silahla karşı çıkılmaz. Ancak Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmediği zaman, diğer bir deyişle açıktan açığa küfür hükümleriyle hükmettiği zaman ve bunun böyle olduğu şüphe götürmeyen bir delille ortaya konduğunda silahla ona karşı çıkılır.

Unutulmamalıdır ki; bütün bunlar Müslüman yöneticinin (Daru’l İslâm'ın) mevcut olduğu ve kusur işlediği durumlar içindir. Tek bir hükümde olsa dahi Müslüman bir yöneticinin küfür hükümleriyle hükmettiği kesin bir şekilde ortaya çıktığında fertleriyle, cemaatlarıyla bütün ümmet ona karşı çıkarak onu bundan men eder ve gerektiğinde silaha baş vurur. Ancak Müslüman yöneticinin bulunmadığı ve söz konusu yer Daru'l İslâm olmadığında durum ne olacaktır? Bunun tabii bir sonucu olarak yöneticinin mevcudiyetine bağlı olan bütün hükümler yürürlükten kalkacak, ortalığı fesat kaplayacak, rezillikler yayılacak, kötü ahlak açığa çıkacak, bozuk ilişkiler egemen olacak, münker dolup taşacak ve yayılacak, ma’ruf ise gizlenip ortadan kalkacaktır. Buna karşılık Müslümanlar zayıf düşecek, heybetleri azalacak, güçleri yumuşayacaktır. Bu durumda müslümanlar, tıpkı görüntüsü ile insanı doyurmayan, resmi ile insanı korkutmayan dişsiz ve pençesiz aslan durumuna düşecekler, gerçeği olmayan bir resim gibi olacaklardır.

İşte böyle bir durumda -ki günümüzdeki durumumuz zaten böyledir- ümmetin öncelikle Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmedecek halifeyi mevcut kılmaları gerekir. Zira onun mevcut olması farzdır. Ancak onu kim var edecek ve onun var edilmesi nasıl olacak? İşte bu soruların cevabını vermek üzere bu konudan sonra yegane işi ma’rufu emretmek ve münkeri nehyetmek olan bir cemaatın mevcudiyetinin vücubundan bahsedilecektir.