DAVETİ YÜKLENECEK BİR CEMAATIN BULUNMASININ FARZİYETİ |
|
Şeran, bir cemaattan
istenen şeyin ne olduğu sınırlandırılıp ortaya koyulduktan
sonra, cemaatı ilgilendiren ma’rufu emretme, münkerden alıkoyma
işi de sınırlandırılır. Biz burada şer’i hükümlerin bir kısmını
ikame etmek için çalışan veya fakir fukaraya yardım etmek için
bir araya gelen veya vaaz ve irşad işine yönelen, cami ve mescitler
bina eden, Kur'an talimi yapan v.b. kurum, kuruluş, dernek ve bir
cemaattan söz etmiyoruz. Biz, görevi müslümanların hayatında
İslâm’ı uygulayacak olan Hilâfeti ikame etme metodu ile dini bir
bütün olarak ikame etme işini omuzlarına alan bir cemaattan söz
ediyoruz. Hilâfetin derdi, şeriatın emrettiği bütün ma’rufları
müslümanların hayatında var etmek, şeriatın nehyettiği tüm
münkerleri izale etmek, bir bütün olarak içerde İslâm’ı
uygulamak ve dünyaya taşımaktır.
Gerçek şu ki; şeriat
onun varlığıyla tahakkuk eden onun yokluğuyla hayatta etkinliği
kalmayan çok büyük ve pek önemli işleri İslâm Devleti'ne
yüklemiştir. İslâm Devleti'ni kurmak için çalışan cemaat, içinde
bulunduğu çalışmanın hükmünü ve önemini gerçekleştirmeye
çalıştığı şeyin öneminden almaktadır ki bu da İslâm
Devleti'ni kurmaktır. İslâmi hayatı yeniden başlatmak için çalışan
bir cemaatın günümüzde mevcut olmaması, Müslümanların, ikamesi
ancak devletin mevcudiyetiyle mümkün olacak olan bütün farzları
hafife aldıklarını ve oturmakla ne kadar büyük bir günah işlediklerini
göstermektedir.
Unutulmamalıdır ki;
İslâm Devleti'ni kurarak İslâmi hayatı yeniden başlatmak için
çalışmayanlar; zani zina ettiğinde, hırsız çaldığında, yönetici
zulmettiğinde, kadınlar giyinik çıplaklar şeklinde caddelerde
dolaştıklarında, fesat çoğalıp cihad durduğunda, kafirler müslümanlara
hükmettiğinde, küfür yayılıp ma’ruf zayıfladığında, işte
bütün bu durumlarda günahkar olmaya devam ederler. Çünkü bütün
bu başı boşluluklar ve münker hadiseler, Müslümanların
Allah'ın kendilerine farz kıldığı, razı olduğu Raşid Hilâfeti
ikame etmemeleri ve onu ihmal etmelerinden kaynaklanmaktadır. Öyle
ki onunla işler yoluna girer, şeriat Müslümanların hayatına
onunla tatbik edilir. Müslümanların nefislerine İslâm çekirdeği
onunla ekilir, takva ve ihsan onunla biçilir. Soysuzlaşmış
durumların değiştirilmesi ve tashihi cemaatın yapması gereken
şer’i bir farzdır. Ümmeti, bulaştığı tembellik ve
uyuşukluktan kurtararak onu geçmişteki izzet ve şerefine
kavuşturup diğer milletler arasında birinci sınıf ve aynı
zamanda hidayet bahşeden ümmet konumuna getirmek her cemaatın
başta gelen vecibesidir.
Hangi sevap müslümanları
içinde bulundukları bu durumdan kurtarmaktan daha büyük olabilir?
Hani Rasul (s.a.v.) şöyle demişti:
“Allah'ın,
seninle birini hidayete erdirmesi, sana kırmızı deve sürülerinden
daha hayırlıdır.”
Müslümanların
topyekün işlerinin düzeltilmesi ve helak olmaktan kurtarılmaları,
ayrıca küfür ile olan mücadelesinde galip gelmesini sağlayacak
cihadla, fetihle insanların bölük bölük dine girmesine sebep
olacak bir çalışmanın ecri acaba ne kadar büyük olur! Rasul
(s.a.v.)'e, Allah yolunda cihad yapmaya muadil bir amelden sorulduğunda;
“Hayır yok dedi. Sonra da: mücahitler cihada çıktıkları
andan itibaren mescide kapanıp ara vermeden ibadete durabilir, mücahitler
dönene kadar iftar yapmadan oruç tutabilir misin? dediğinde, buna
kimin gücü yeter? denmiştir."
Allah katındaki
mertebesi, kadri ve kıymeti işte böyle yüce olan cihad için aynı
zamanda Rasulullah (s.a.v.):
“Cihadın en
faziletlisi, zalim sultan karşısında söylenen hak sözdür.”
“Şehitlerin efendisi
Hamza b. Abdulmuttalib ve zalim imama ma’rufu emredip münkerden
nehyettiğinden dolayı öldürülen adamdır.”
dememiş
midir?!
Müslümanların içinde
bulundukları bu vahim durumu idrak ettikten sonra onları yok olup
gitmeye terk etmek caiz midir? Kaldı ki;
“Müslümanlar
bir vücut gibidir. Herhangi bir organ rahatsızlanıp şikayet
ettiğinde, bir vücudun diğer organları onu rahatlatmaya ve
korumaya koşarlar.”
“Müslümanlar bir
binanın tuğlaları gibi birbirine bağlıdırlar.”
Durum
ortadadır, ya büyük bir ecir ya da apaçık bir günah
Müslümanlar hakkında söz konusudur. İslâm'ın her farzı gibi
ikame edilmeyi bekleyen bu farz da onu işleyene ecir, onu terk edene
de günah verecektir.
Biz, İslâm'a daveti
yüklenen cemaattan kastımızın İslâm'ın bir veya bir kaç
cüzünü ikame etmeye davet eden cemaatlar olmadığını tekrar
hatırlatmak istiyoruz. Bilakis biz Raşid Hilâfet metoduyla İslâm’ı
bir bütün olarak ikame etmeyi kendine hedef seçen bir cemaatı
kastediyoruz.
Var Olması İstenen
Cemaatın Özellikleri
Yukarıda denildiği
gibi Raşid Hilâfet metoduyla İslâmi hayatı yeniden başlatacak
fiili bir çalışma içinde olan bir cemaatın mevcudiyetinin şer’i
bir vecibe olduğu muhakkaktır. Zira;
“Sizden hayra davet
eden, ma’rufu emredip münkerden alıkoyan bir cemaat bulunsun.
İşte kurtuluşa eren onlardır.”
ayeti kerimesi buna delalet
etmektedir. Bu ayette Allah Sübhanehu ve Teâla, hayra davet eden, ma’rufu
emredip münkere engel olan en az bir cemaatın bulunmasını müslümanlara
bir farzı kifaye olarak emretmektedir.
Ayette geçen
"bulunsun"
emri, İslâm'a davetin, ma’rufun emredilmesi ve münkerin
nehyedilmesinin gereği olarak bir farziyeti ifade ediyor.
"sizden"
kelimesi bu farziyeti bazılarına münhasır kılmaktadır. Zira
iyiliği emretmek kötülükten alıkoymak vecibesi, herkesin güç
yetiremediği ilim ve dirayet isteyen bir amel olması, bu vecibenin
bir farzı kifaye olduğunun şer’i karinesini teşkil etmektedir.
Ayrıca kelimesi de burada Müslümanlardan
bir cemaat manasında olup bütün Müslümanlar manasında değildir.
Burada emir, Müslümanlardan bu işi yapacak bir cemaatın
bulunmasına tekabül etmektedir. Zira Kur'an'da Hz. Musa'dan söz
edilirke
“(Musa) Medyen suyuna
vardığında orada (davarlarını) sulayan bir topluluk buldu.”
ayetinde
olduğu gibi
kelimesi bir cemaat, topluluk
manasına da gelmektedir.
Ayette, herhangi bir
cemaatın bulunması istenmemektedir. Ayet Müslümanlara, görevi
hayra davet etmek, ma’rufu emretmek, münkerden alıkoymak özelliğine
sahip olan en az bir cemaatın bulunmasını emretmektedir. Söz
konusu edilen davet, emir ve nehiy herkesi kuşattığı gibi yönetici
konumunda olanları da kapsar. Çünkü yönetici, tüm ma’rufun ve
münkerin başıdır. O tebaasının işlerini ya İslâm’la, şer’i
ahkamla yönetir ya da ondan sapar. İşte bu noktada sözünü ettiğimiz
cemaatın siyasi niteliğe sahip olması gerekmektedir. Çünkü onun
işi yöneticilerledir. Yani yönetici mevcut olmadığında
şeriatın emrettiği hal üzere onu nasbetmek, eğer mevcut ise kusur
gösterdiğinde onu muhasebe ederek hakka yöneltmek ve hak üzere
devamını sağlamak, onu şeriat ahkamıyla sınırlandırmak siyasi
evsafa sahip bir cemaatın işi olmaktadır. Bu farzın edasının yöneticilerle
irtibatını kurup önemini gösteren hadislerden bir kaçı şöyledir:
“Canımı elinde
tutan Allah'a yemin olsun ki, ya ma’rufu emreder münkerden alıkoyarsınız,
ya da Allah kendi katından size bir azap gönderir de ona dua
edersiniz fakat dualarınız kabul olmaz.”
“Cihadın en
faziletlisi, zalim sultan karşısında söylenen hak sözdür.”
“Şehitlerin efendisi
Hamza b. Abdulmuttalib ve zalim imama ma’rufu emredip münkerden
nehiy ettiğinden dolayı öldürülen kişidir.”
“Dualarınızın
kabul edilmediği bir zaman gelmeden önce, ma’rufu emredip
münkerden alıkoyun.”
Ayrıca Rasul
(s.a.v.);
“Din nasihattir”
dedi. Biz, “Kim için?” dedik. “Aziz ve Celil olan
Allah için, Rasulü için, Müslüman imamları için ve bütün
Müslümanlar için” dedi.”
İşte ma’rufu
emredecek, münkerden alıkoyacak bir cemaatın yapacağı işin
niteliği budur. Yöneticileri denetlemek, şeriata göre onları
nasbetmek de bu cemaatın yapması gereken işlerdendir. Yöneticilerle
bağlantısı olan bu iş, siyasi bir çalışmadır. İşte yukarıda
geçen ayet, İslâm esasına göre cemaatların veya partilerin
kurulmasını müslümanlara emretmektedir.
Tıpkı bunun
gibi, şer’i ahkamın büyük bir kısmının halifenin
mevcudiyetine bağlı bulunması bakımından onu nasbetmek şer’i
bir vecibe olmaktadır. Sonuç olarak Raşid Hilâfet'in mevcut kılınması
için çalışan siyasi niteliklere sahip bir cemaatın varlığı da
şer’i bir vecibedir. Bütün bunlar şu kaideye binaendir:
“Vacibin ancak
kendisiyle tamamlandığı şey de vaciptir.”
Diğer taraftan,
ayeti
Medine’de inen ayetlerdendir. İslâmi
esaslar üzerine kaim olan siyasi bir cemaate delalet ederek söz
konusu cemaatın göreceği işi ve çeşidini ortaya koymaktadır ki
o da İslâm'a davet, ma’rufu emretmek, münkerden alıkoymak
ameliyesidir. Zira
kelimelerinin başında bulunan
elif lâm takısı kelimeyi marife yapan bir takıdır. Bu takı
tahakkukunu istediği şeyin cinsini ifade eder. Birer lafız
olmaları bakımından o tanıma giren her şeyi kapsamaktadırlar.
Ancak yerine getirilmesi bakımından bazen çoğu bazen de azı gerçekleşir.
Diğer taraftan muhatap olduğu herkese şamildir. Bunlar fert, cemaat
veya yönetici olabilirler. İfade edilecek miktarın azlığına,
çokluğuna gelince; şeriat, edası için bir cemaatın varlığını
farz kılması bakımından buna bir ölçü koymuştur. Bu ölçü
isteğe göre, itibarı veya müphem bir şekilde
sınırlandırılmamıştır. Bilakis öyle açık ve belirgin bir
ölçü koymuştur ki, bu nispetin altına düştüğünde bu açığı
kapatacak ve telafi edecek bir çalışmayı vacip kılmıştır. Söz
konusu cemaatın, ihmal edilen kısmı telafi edene kadar çalışması
gerekir. Bu emir Allah'ın emrettiği herhangi bir emir gibi
keyfiyeti, niteliği ve miktarı şer’i ahkamla kayıtlıdır. Akla,
heva ve hevese, şartlara ve maslahatlara bağlı değildir.
İslâmi Esaslar
Üzerine Kurulu Siyasi
Parti ve
Partilerin Var Olmasının
Farziyeti
Gerçek şu ki, ayet
ancak ve ancak siyasi partilerin mevcudiyetinin farziyetine delalet
etmekte ve bu cemaatların yapması gereken işi de açıkça ortaya
koymaktadır. Uğrunda çalışılması gereken ma’rufların ve
ortadan kaldırılması gereken münkerlerin neler olduğu, içerisinde
yaşanan ortama göre şer’i hükümler tarafından belirlenir. Söz
konusu ayette gösterildiği şekilde teşekkül etmiş bir cemaat yöneticiyi
muhasebe etmeye kalkıştığında onun işi karşı karşıya
kaldığı vakıa olacaktır. Cemaat, yöneticinin amellerini
gözetleyecek, kusur ettiğinde onu hakka döndürmek ve hak üzere
devamını sağlamak için onu denetleyecek, ümmette siyasi uyanıklığın
bulunmasına ve yöneticiyle birlikte İslâm'ın dış aleme
taşınmasına çalışacaktır. Ancak bütün bunlar halifenin mevcut
bulunduğu durumlar içindir. Halife ve Hilâfet'in mevcut olmadığı
bir vakıa ile karşı karşıya kalan adı geçen vasıflardaki
cemaata gelince, yine ayeti kerimede geçtiği şekliyle kendisine
taalluk eden işi yapması gerekmektedir. Şeriat, cemaattan istenen
gayeyi ve bu gayenin eda keyfiyetini ve metodunu, bu görevi yerine
getirirken taşıması gereken fikirleri de göstermiştir.
Farz olan husus, İslâm
Devleti olsa da olmasa da siyasi bir cemaatın mevcudiyetidir. Ancak
bu cemaatın gayesi ve işi karşı karşıya kaldığı vakıayla
bağlantılı olacaktır.
Bugün bizler,
Müslümanları Allah'ın hükmüyle yönetecek bir halifenin mevcut
olmadığı bir ortamda yaşamaktayız. Diğer taraftan müslümanların
içerisinde yaşadıkları yer, Dâru’l küfürdür. İçinde yaşadığımız
cemiyette sosyal münasebetler ve nizamlar İslâm dışı esaslara göre
yürütülmektedir. İşte bütün bunlar sonuçta içinde bulunduğumuz
toplumu İslâm dışı bir toplum kılmaktadır. Öyleyse Dâru’l
küfrü, Dâru’l İslâm’a, İslâm dışı toplumu İslâmi
topluma çevirecek bir çalışmayı kendine esas alan, kendini bu
işe adayan siyasi bir cemaatın bulunması gereklidir. Allah'ın
indirdiği hükümlerle hükmetmeye tekrar dönülsün, yani İslâmi
hayata yeniden başlansın. Böylece İslâm’ı aleme taşıma ve
yayma farziyeti ikame edilsin. İşte bütün bunlar Hilâfeti
tahakkuk ettirmeye çalışan bir cemaatın gayeleridir.
Siyasi Cemaat ve
Partiler Nasıl Kurulur
Söz konusu cemaatın
takip edeceği ve onu şeriatça tespit edilen gayesine götürecek
şer’i metot nedir?
Bu cemaati gayesine
ulaştıracak olan ve benimsemesi gereken şer’i hükümler
nelerdir?
Daveti taşıması
esnasında cemaat için gerekli şer’i hükümlerden cemaatın
anlayışına hükmedecek şer’i usuller ve kurallar nelerdir?
Daveti, esasına uygun ve gereği gibi yapmak için, sözü edilen
cemaatın anlayışına yön verecek ve gerekli şer’i ahkama
bağlı kalacağı esaslar ve usuller nelerdir?
Şer'i hükme nasıl
ulaşılacak ve ona karşı tutum ne olacak? Şer'i hükmün kaynakları
nelerdir? Bir meselede Allah'ın birden çok farklı hükmü olur mu?
İhtilaflı şer’i hükümlerle karşılaştığı zaman tavrı ne
olacak?
Akla karşı tutum ve
tavır ne olacak? Akide ve şer’i hükmün alınmasında aklın
fonksiyonu ne olacaktır?
Olaylar
karşısında nasıl tavır takınacak? Olaylar düşüncesinin kaynağını
mı yoksa konusunu mu oluşturacak?
Maslahat karşısında
nasıl davranacak? Maslahat akıl tarafından mı yoksa şeriat
tarafından mı belirlenecek?
Bütün bunlardan sonra
ne zaman adı geçen cemaatın düşünme metodunu, çalışma
metodunu ve gayesini ortaya koyarsak, cemaata düşen görevin, ikame
etmesi vacip olan şeyin ne olduğunu o zaman anlayacağız. Yine
ancak o zaman İslâm’a muhalif bir işe girdiğinde veya
saptığında onu anlar ve nasihatle ya da güç kullanarak hakka
döndürmemiz mümkün olacaktır.
Bir cemaatın
takip etmesi gereken şer’i metot konusunu ele almadan önce,
dikkatlerden kaçmaması gereken bazı şeyleri hatırlatmamız
gerekmektedir. Şeriat, insanın yapmaya kalkıştığı ve sözünü
ettiği küçük büyük, hayır olsun şer olsun, dünyaya veya
Ahirete ait olsun hiç bir fiilin veya işin hükmünü beyan etmekten
geri durmamıştır. Muhakkak ki hükmünü beyan etmiştir. Hiç şüphesiz
Allah sübhanehu Teâla, kişinin oturması, kalkması, konuşması,
oruç tutması, namaz kılması, evlenmesi veya başkalarıyla münasebeti,
evine veya camiye girmesi veya çıkmasından, elbisesini giyip
çıkarmasına kadar hangi amelde bulunursa bulunsun, her
davranışının ikame keyfiyetini muhakkak surette beyan etmiştir.
Yerine getirilmesi veya kaçınılması gerekli bir amel olsun,
mendub, müstahab, hoş karşılanmayan mekruh bir davranış olsun
veyahut da mübah olsun, her halükarda hükmünü beyan etmiştir.
Zaten adı geçen hükümler -farz, haram, mendub (müstahab), mekruh,
mübah- insanın bütün amellerini kapsayan, Müslümanın dikkate
alması gereken hükümlerdir. Fiiller konusunda getirdiğimiz bu açıklama,
eşya için de geçerlidir. Ancak eşyalar hakkında; "şer’i
bir delille haram kılınmadıkça tüm eşyalar mübahtır"
kaidesi geçerlidir. Demek oluyor ki eşya olsun, eylem olsun
Allah'ın hüküm indirmediği hiç bir husus yoktur. Bu anlayış iki
şer’i kaide üzerinde cereyan eder:
“Fiillerde asıl olan
şer’i hükme bağlanmaktır.” İfadesi
birinci kaideyi teşkil etmektedir. İkinci kaide ise,
“Haram
olduğuna dair delil varid olmadıkça eşyada asıl olan mübahlıktır.”
şeklindedir.
İslâm’da Fikir de
Metot da Mevcuttur
İSLÂM’DA FİKİR VE
METOD
Bizi Allah'ın
indirdiği ile hükmetmeye götürecek bir metodu aradığımıza göre,
Müslümanların Allah'tan münzel bir nur, hidayet ve basiret olmak
üzere takip edecekleri söz konusu metodun şer’i delillerden
araştırılarak çıkarılması gerekmektedir. Zira Allahu Teâla şöyle
buyurmaktadır:
“De ki; İşte benim
yolum budur. Ben ve bana
tabi olanlar bir basiret üzere Allah'a davet ediyoruz. ”
Burada şöyle
denilmez: Şeriat, bir şeyin hükmünü açıklar fakat hayata geçirilme
işi aklın manasip gördüğü şartlar ve maslahatların
gerektirdiği hal üzere cereyan eder. Yani, 'Allah, İslâm
Devleti'ni kurmayı emretmiş, onun kurulması için çalışmayı
farz kılmış, fakat onun
metodunu müslümanlara bırakmıştır' şeklinde bir ifade
kullanılamaz. Şeriat hükmünü açıklamadığı herhangi bir husus
bırakmadığına göre böyle bir şeyin söylenmesi de mümkün değildir.
Böyle denilmez. Zira
bu şeriat hükümlerinin tabiatına muhaliftir. Hiç bir şer’i hüküm
yoktur ki herhangi bir sorunun hal çaresini ele alsın, ona
uygulanacak şer’i hükmü ona bağlı olarak tam tamına uygun
şekilde beyan etsin de bu hükmün infaz ve icra keyfiyetini, hayatın
gerçeklerine mutabık olarak ortaya koymuş olmasın.
Kaldı ki İslâmi
fikirler tenfiz metodundan yoksun olsalardı o zaman bu fikirler
hayallerde, zihinlerde veya kitaplarda dolaşan fikirler durumuna düşerlerdi.
Allah Sübhanehu ve
Teâla insan hayatının bütün sorunlarını çözen hükümleri
indirmiş ve şari‘ olarak onu beyan etmiştir. İslâm akidesi ve
ondan fışkıran nizamla insanın her türlü içgüdüsünü ve uzvi
ihtiyaçlarını tamı tamına doyuma kavuşturur. Evet İslâm beliğ,
açık seçik bir dindir. Böyle olmakla yetinmemiş, hayatın gerçeklerine
mutabık olan hal çarelerinin infaz ve tenfiz keyfiyetlerini bildiren
hükümler de inzal buyurmuştur ki, İslâm soyut va'z ve irşat veya
hayal ve felsefi fikirler olarak kalmasın. Bunun içindir ki Rasul
(s.a.v.) sadece tebliğci olmamış, aynı zamanda tebliğ ettiği hükümleri
icra ve infaz eden yönetici de olmuştur. Bu bakımdan Rasul,
Allah'ın ibadete müstahak olan tek varlık olduğunu açıklamakla
yetinmemiş, bilakis yalnız O'na ibadet edilecek ortamı
hazırlamıştır. İslâm Devleti'ni kurmak için çalışmak üzere
sahabeleri Allah'a davet ederek onları örgütlemiştir. Bu iman
üzere hareket eden varlığı oluşturduğunda İslâm’ı
uygulamaya, İslâm akidesinin ve nizamının dışına çıkan
herkesi cezalandırmaya çalışmıştır. İslâm’ı yaymaya çalışmak
da cihada davet yöntemiyle olacaktır. Anlaşılan o ki, İslâm
Devleti'ni kurmanın, onun kurulması için çalışmanın hükmü ve
cezalar, cihad, emri bi'l ma’ruf ve nehyi ani'l münkeri
ilgilendiren hükümlerin tamamını, şeriatın; akideyi ve sistemi
korumak, İslâm akidesinin ve nizamının evrensel olması için
yaymaya çalışmak amacıyla şeriat tarafından konulan amele dönük
şer’i hükümlerdir.
Şayet akide ve nizama
ait hükümlerin yayılma, icra ve himaye keyfiyetini gösteren şer’i
hükümler olmasaydı, İslâm hareketsiz ve donuk kalacak, yayılıp
bize ulaşmayacaktı. Aksine soyut vaaz ve irşattan ibaret olan "zina
etme, komşunun namusuna göz dikme" sözünde olduğu gibi
pratik hayatta herhangi bir etkisi olmayan Hıristiyanlık dini gibi
bir din olurdu. Eğer İslâm
bir takım güzel fikirlere sahip olup onları icraata dökme
keyfiyetini gösteren metot hükümlerine sahip olmasaydı, Eflatun'un
hayali cumhuriyeti gibi kitapların sayfaları arasında kalan diğer
tarihi fikirler gibi bir fikir olarak kalacaktı. Sosyal hayata somut
bir şekilde yön veren bir fikir olmayacaktı.
Zina haram olunca, bu
haram ilişkinin gerçekleşmesine mani olacak ilgili başka bir şer’i
hüküm de vardır ki zina günahının bir cezası olarak İslâm
Devleti onu tatbik eder. Şeriat zinanın hükmünü Allahu Teâla'nın;
"Zinaya
yaklaşmayın. Şüphesiz ki zina kötü bir şeydir ve kötü
yoldur"
ayetinden alınmaktadır.
Allahu Teâla zina eden kimseye uygulanacak cezayı da açıklayarak
şöyle demiştir:
“Zina eden kadın ve
erkeğe yüzer değnek vurun.”
Ayrıca
kim tarafından infaz edileceğini göstermiş ve Rasulullah
(s.a.v.)'in şu sözü ile açıklamıştır:
“Mümkün olduğu
kadar hadleri Müslümanlardan savın. Müslüman için bir çıkış
yolu belirdi mi onu salıverin. Hakimin bir hata sonucu affetmesi onu
cezalandırmasından daha hayırlıdır.”
Namaz da böyledir.
Şeriat onun farz olduğunu beyan edip onu terk edenin hükmünü,
verilecek cezanın tenfiz keyfiyetini belirterek tatbik etme görevini
İslâm Devleti'ne yüklemiştir. İşte İslâm'ın bütün emirleri
böyledir. Hükmünü beyan ettiği her hükmün icra keyfiyetini de
diğer bir şer’i hükümle açıklayarak, infaz ve icraya imamı
(halife) yetkili kılmıştır.
Araştırıp
incelediğimizde İslâmiyetin her şeyin esası olan bir akideden,
onun teferruatı olan inanç ve esaslardan, bunlara bağlı olan
hayrı ve şerri, güzeli ve çirkini, ma’rufu ve münkeri, helâlı
ve haramı, ibadetleri, muamelatı, yenilecek ve giyilecek şeyleri ve
ahlâkı tanzim eden şer’i hükümlerden ve fikirlerden müteşekkil
olduğunu göreceğiz. Bunların tamamı sadece İslâm toplumunda değil,
tüm insanlık aleminde bulunması istenmektedir. Ancak İslâm'ın
kurmaya davet ettiği cemiyet, bu yapılanmaya seçkin bir suret
kazandırıyor. Bu inançları, düşünceleri ve hükümleri "İslâmi
Düşünceler" şeklinde isimlendirmemiz güzel ve yerinde
bir isimlendirmedir.
İslâm fikrinin
gerçekleştirmeye, yaymaya ve muhafaza etmeye çalıştığı,
ukubat, cihad, hilafet, İslâm Devleti'ni kurmak için daveti
yüklenme keyfiyeti, emri bi'l ma’ruf ve nehyi ani'l münker gibi
mükemmel şer’i hükümleri tek kelimeyle "İslâm Metodu ile
İlgili Hükümler" şeklinde isimlendirmemiz de güzel ve doğru
bir isimlendirmedir.
Metodu İhmal Edenlerin
Durumu
"İslâm fikir ve
metottan ibarettir"
şeklindeki bir tasnifin gerekliliği, çağdaş Müslümanların
tutumundan kaynaklanmaktadır. Zira onlar şu anda şer’i hükümlere
bağlı kalmanın vacip olmadığını söyleyerek şer’i ahkamın
çoğunu ihmal ediyorlar. Rasulullah şununla amel ettiğinde onun
durumu ve şartları uygundu diyerek davranışlarını
delillendirmeye çalışıyorlar. “Bugün durumumuza ne uygun düşüyorsa
onu alırız, ne uygun düşmüyorsa onu terk ederiz"
diyorlar. Günümüzdeki duruma uygun düşmediği gerekçesiyle
şeriatın öngördüğü cezaların değişmesini isteyen kimselerin
varlığına rastlanmaktadır. Daha önce uygulanan sopa ile dövmek,
recm etmek, el kesmek gibi cezaların, batılıların eğitici
vasıfta görmediği orta çağ uygulamaları gibi katı ve sert hükümler
olduğu gerekçesi ile uygulanamayacağını söylemektedirler.
Bunlarla dinlerinin katı hükümlerle insanlara nasıl zulmettiğini
hatırlatıp, onları İslâm’dan nefret etmeye yönlendiriyorlar.
Onun için söz konusu hükümlerin yerine hapis cezasının
verilmesinde bir sakınca olmadığını söylüyorlar. İslâm'ı
yayacak ve cihadın yerini tutacak İslâm'a davet araçlarının
bulunduğu gerekçesi ile cihattan vazgeçmenin gerektiğini söyleyen
kimselere rastlanmaktadır. Asrımız, iletişim asrıdır. İslâmiyetin
zaten kesin delillere dayandığını, dolayısıyla basın-yayın ve
televizyon gibi araçlarla İslâm’ın, gönüllere hitap etmeyen,
kin ve nefret uyandıran keskin kılıçtan daha çok yayılabileceğini
iddia etmeye başladılar. Yine bunun gibi teba durumunda olanlar açısından
cizye almanın kulağa çirkin geldiğini hatta bununla da
yetinmeyerek, Hilâfet nizamının, İslâm'ın muhakkak gerekli bir
şartı olmadığını savunanlar da oldu. Yeni çıkan ve bidat olan
hükümleri temize çıkaran fetvaları bulmaya koşup, İslâm’da
yönetim nizamının Hilâfet sistemiyle sınırlandırılamayacağını
iddia ettiler. Onlara göre önemli olan İslâm ahkamının tatbik
edilmesiydi, İslâm ahkamını uygulayan nizamın şekli pek de
önemli değildi. Değişik şekillerde bu olabilirdi.
Bu çeşit akıl yürütmeler,
İslâm Devleti'ni ikame edecek çalışma metodu ile alakalı bir
çok teori ve tezin ortaya çıkmasına neden oldu. Öyle ki
Müslümanlar, yazarların telif ettikleri İslâmi eserlerle veya
camiler yapmakla, hayır cemiyetleri kurmakla, tıpkı misyonerlik
okulları gibi İslâmi okullar açmakla, ve insanları güzel ahlâka
sahip olmaya çağırmakla veya silahlı çete kurmakla ya da
demokratik yollarla ve koalisyonlar kurarak yönetime ulaşmakla İslâmiyetin
tekrar hayata dönebileceğine inanmaya başladılar. Rasulullah
(s.a.v.)'in yönetime ulaşmada takip ettiği metodu ihmal ettiler.
Bugünün Müslümanları
düşünce ile ilgili şer’i hükümleri kapalı ve müphem bir
şekilde değerlendiriyorlar. Ardından da metotla ilintili şer’i hükümleri
ihmal etme konusunda adeta yarışıyorlar. Müslümanların batı
fikirlerinin tesirinde kalmaları, İslâm'ın hükümlerini açık ve
teşrii bir şekilde ortaya koyacak tatbik keyfiyetlerini bilecek
kadar İslâm’ı anlamada acze düşmeleri, v.s. ortaya çıkan bu
vahim durumun başlıca sebepleridir.
Demek oluyor ki,
"fikir ve metot" konusu, İslâm’ı bir bütün olarak
yürürlüğe koyacak olan Müslümanların ihmal edemeyeceği çok
önemli şer’i bir ahkam durumundadır. İslâm’ı uygulama
metodunun ihmal edilmesi, İslâm’ın önemli bir kısmından vazgeçilmesi
demektir ki bunu yapan kimse günahkar sayılır ve Allah tarafından
hesaba çekilmesini gerektirir.
Bizim "İslâm,
fikir ve metottan ibarettir" şeklindeki yaklaşımımız,
konuyu daha iyi açıklamak, anlaşılmasını sağlamak ve
tatbikatını kolaylaştırmak içindir. Kaldı ki Müslümanlar geçmişte
"İslâm, akide ve nizamlardan müteşekkildir" şeklinde
buna benzer tasniflerin yanısıra "İçtimai nizam",
"iktisat nizamı", "yiyeceklere ait hükümler",
"giyeceklere ait hükümler", "ibadetler" ve
"Ahlâkla ilgili hükümler" şeklinde tasnifler
yapmışlardır. Bu hükümlerin tamamı, Rasulullah (s.a.v.)
zamanında vardı. Ancak fukuha, Müslümanların konuları daha kolay
anlamaları ve uygulamaları için bölümlere ve bablara ayırmayı
faydalı bulmuşlardır.
Ayrıca söz konusu
tasnif, Müslümanların İslâm'ın gerekli ve sabit hükümlerinin
değişebileceğine veya onlardan vazgeçilebileceğine dair
kanaatlarının bertaraf edilmesi bakımından da önemlidir. Böyle
bir anlayış bu mevzuya eğilmemizi gerekli kılmıştır.
Gerçek şu ki;
her ne kadar bir takım fetvalar giydirilse de, şeriatın suçlara
öngördüğü cezaların yerini çağdaş cezalar, "Hilâfet"
sisteminin yerini "cumhuriyet", İslâm kanunlarının
yerini batı kanunları, Rasul (s.a.v.)'in yönetimi elde etmek için
takip ettiği metodun yerini akıl yürütülerek elde edilecek
fikirler ve hükümler tutamaz.
Bunun içindir ki İslâm
Devleti’ni kurmanın hükmü şer’i bir hüküm olunca onu kurma
metodu da şer’i olacaktır. Bu demektir ki şeriat bu iş için
tafsili deliller koymuş ve onlara bağlanmayı emretmiş, ondan zerre
kadar dışarı çıkmayı caiz görmemiştir. Bu durumla alakalı hükümlerin,
hüküm ve icra metodu açısından diğer şer’i hükümlerden farkı
yoktur.
Fıkıh kitaplarına
bakan herkes, fakihlerin ceza hükümleri, cihad, imaret ve metotla
alakalı diğer hükümleri bir takım değişmez bablar ve fasıllar
halinde vazettiklerini görür. Ne var ki bunların dışında İslâm
Devleti'nin kurulması ile alakalı keyfiyeti gösterecek metodu da
ortaya koymadıkları görülür. Zira bu onları ilgilendirmiyordu.
Çünkü değişik asırlar boyunca Müslümanlar böyle bir mevzuya
ihtiyaç duymadılar. Kaldı ki İslâm Devleti'nin mevcut olmadığı
böyle bir gün asla gelmemişti. Günümüz Müslümanları, onun
kurulma keyfiyetini gösterecek metodu şer’i delillerden istinbat
etmek için var gücüyle çalışmalıdırlar. Bunu yaparken aklın
tesirinde kalınarak şartlara, heva ve hevese mahkum bir tarzda
değil, şer’i delillerden istinbat edilmelidir.
Diğer taraftan metot
şer’i olunca nasslara bağlı kalınmanın ve Rasulü esas almanın
gerekliliği açıktır. Ne zaman nasslara bağlanılır ve Rasul esas
alınırsa, muhasebe ve nasihat imkanı bulunur, sorumlular muhasebe
ve nasihate tabi tutulurlar. Kaldı ki muhasebe edecek kitlenin bazı
üyeleri de bunu gerektirecek duruma gelebilir. Bütün bu hususlarda
iş akla veya bazı şahıslara veya hayat tecrübesine bırakılmaz.
Amel edilecek metodun tecrübeyle belirlenmeye çalışılması doğru
değildir. Bilakis sadece şeriata boyun eğilir.
Doğrusu her kim İslâm
Devleti'ni kurmak için çalışıyorsa bunun şer’i metodunu ve
tafsili delillerini soruşturmak mecburiyetindedir. Bu deliller
çerçevesinde insanlarla tartışmalı ve insanları ona çağırmalıdır.
Öyleyse İslâm Devleti'ni kurmak için çalışırken kişinin
bağlanacağı şer’i hükümler nelerdir?
Şer'i metodun ne
olduğunu bilmek için derin ve ince bir kavrayışla günümüzde
Müslümanların yaşadıkları ortamı idrak etmek gerekmektedir ki bütün
tali çözümlerin bağlı bulunduğu esas sebebe parmak basılsın ve
bizi köklü çözüme götürsün. Ne zaman olaylar anlaşılıp esas
sebep tanımlanabilirse, tahakkuku istenen şer’i gayenin de
çerçevesini çizmeye imkan doğar. Bu, nassın gerçekleşmesi
istenen şer’i olaylara tatbiki demektir. Bu sayede cemaat veya
parti bağlı kalacağı şer’i ahkamı tanımış olacaktır. Böylece
Rasulullah'ın, bizim yaşadığımız dönemine veya ona yakın bir dönemine
gidilerek Rasul (s.a.v.)'in o zamanki amellerinden şer’i ahkam çıkarılır.
Fikri Taarruzlar,
Metotla İlgili
Hükümlerin Kaybına
Neden Oldu
Mevcut durumdan anlıyoruz
ki kâfir batının, Müslümanları İslâm’ı doğru ve sahih bir
şekilde kavramaktan alıkoymak için yaptıkları fikir bazındaki
taarruzlar, müslümanları saptırmaya yetmiştir. Sonuçta
Müslümanları İslâm’ı eğip bükerek batının, dini hayattan
ayıran akidesinden çıkan fikir ve kaidelerle uzlaştırdılar. Böyle
olunca batılıların bir adım daha atıp Hilâfeti yıkarak onu
kırkdört devletten fazla parçalara bölüp onlara istiklalini
kazanmış birer müstakil devlet görüntüsünü vererek, İslâm’ı
Müslümanların hayatından uzaklaştırdılar. Ardından her birinin
başına kendine tabi olmuş birer yönetici tayin ettiler. Öyle ki
onun görevi, ümmeti bu halinden kurtaracak herhangi bir çalışma
varsa ona mani olsun ve dış güç lehine ülkenin gelir kaynaklarına
bekçilik yapsın. Ayrıca fikirlerini etkin bir şekilde yayıp
soyumuzdan fikren kendilerine tabi olacak olan bir nesil yetiştirmek
için eğitim ve öğretim metotları vazedip icraata koydular. Bütün
bu ve benzeri durumlar, kâfirlere İslâm'ı sürekli bir şekilde Müslümanların
hayatlarından uzaklaştıracak imkanı verdi.
Bu atılımlar Müslümanları
hak ve batılı karıştırır bir duruma soktu. Fikirleri batılı
fikirlerden etkilenmiş, hayatları batılıların hayat tarzlarına göre
şekillenmiş, faydacı bir zihniyetle onların gözlükleriyle hayata
bakar duruma gelmişlerdir. İlkeleri ruhani, vatancı veya kavmiyetçi
ilkelerle karıştı. Neticede Müslüman kavimler arasında birlik ve
beraberliğin teminatı olan bağlar koptu. Müslümanlar küfür
nizamlarına boyun eğdiler ve İslâm Devleti'nin olmamasında bir
beis görmediler. Böylece İslâmiyet bir takım ferdi ve şahsi
meseleler ile ilgili şer’i hükümlerle sınırlandırıldı.
Diğer bir ifadeyle dini, hayattan ayırma açısından Müslümanların
hayatı tıpkı batılıların hayatı gibi oldu. Müslümanlar adeta
yere çakıldılar ve asla ayağa kalkmaya yeltenmediler.
Bütün bunların bir
neticesi olarak hiç kimseye müsamaha tanımayan Allah'ın Sünneti
tahakkuk etti. Müslümanlar dar geçimli bir hayatla, fakirlikle,
zulümle, haramlarla, din ve dünya işlerinde cehaletle, kötü
ahlâk, bozuk sosyal münasebetlerle karşı karşıya kaldılar.
Bu vakıa cemaatların,
hastalığın temel sebepleri ile görüntüleri arasında ayırım
yapmalarına mani oldu. Bunu fark edemeyenler fakirlik, kötü ahlâk
ve cehaletin, hastalığının tek sebebi olduğu sonucuna vardılar.
Müslümanlara çıkıp bu geçici ve arızi hastalıklarla mücadele
etmelerini söylediler. Kaldı ki bunlar mücadele edilmesi gereken
esas hastalık değildi. Hali hazırdaki vakıayı ince, derin ve
dakik bir şekilde araştıran kimse, İslâm’ı Müslümanların
hayatından silip süpüren esas meselenin İslâm Devleti'nin ortadan
kalkması ve küfür yönetiminin onlara hükmetmesi olduğunu
anlayacaktır. Fakirlik de cehalet de, zulüm de onun yokluğundan
kaynaklanmaktadır. İslâmiyetin tekrar hayata hakim olması, Müslümanların
bugün içinde yaşadıkları küfür diyarlarından birinin Dâru’l
İslâm’a çevrilmesinin lüzumunu idrak etmelerine bağlıdır.
Öyle ki o ortaya çıkacak Dâru’l İslâm’da bütün teba İslâm’ın
bütün hükümlerine ister istemez boyun eğecektir. Kaldı ki mevcut
şartları, şiar edindiği İslâmi hükümlerle hükmedip muhakeme
olundukları kısacası, İslâm’ın bir bütün olarak hayatiyet
kazandığı bir toplumla bir sosyal hayatla değiştirmek bir
vecibedir.
Böylece varılacak
gaye apaçık ortaya çıkmıştır. O da Dâru’l İslâm’ın
kurulmasıdır. Yönetim nizamının ve bütün nizamlarının
akidesinden fışkırdığı İslâm Devleti ikame edilmelidir ki
Müslümanlar onun koruması altında Allah'ın emirleri ve
nehiylerinin gerektirdiği İslâmi hayatı yaşayabilsinler.
Onu ikame edecek
cemaat veya hizip gayesini sınırlandırdıktan sonra onu gayesine
ulaştıracak şer’i metodu ve bağlı kalacağı şer’i amelleri
tespit konusuna geçilir. Bunu bilmek Dâru’l küfür olması açısından
Rasul (s.a.v.)'in Mekke döneminde yaşadığı hayata müracaat
edilmesini gerektirir. Zira Rasulullah (s.a.v.)'in oradaki daveti
ortaya çıkış davetidir. Söz konusu cemaat göreceği işlerin
metodunu ve merhalelerini ondan iktibas edecektir.
Günümüzde Takip
Edilecek Metot,
Rasul (s.a.v.)'in
Takip Ettiği Metodun
Ta Kendisidir
Bu görevi
üstlenen cemaat, Rasulullah (s.a.v.)’i Medine'de İslâm Devleti'ne
götüren çalışmasını iyiden iyiye araştırıp öğrenmelidir.
Evet takip edilecek metot, adım adım Rasulullah (s.a.v.)'den
alınır. Davetin hükümleri bu dönemden çıkarılır. Bütün
zorluklara rağmen sabırla bu metod aşılır. Davetçilerin takip
edecekleri yol, kimsenin ondan bağımsız kalamayacağı bir gerçekliktir.
Hani Varaka b. Nevfel Rasul (s.a.v.)'e vahiy inmeye başladığında
şöyle demişti: "Onu yalanlayacaklar ve ona eziyet
edecekler. Onu Mekke'den çıkarıp onunla savaşacaklar."
Bunun üzerine Rasul (s.a.v.) şöyle dedi:
“Onlar beni
Mekke'den sürecekler mi!?”
Varaka ona; “Senden önce gönderilmiş bir Rasul yoktur ki
kavmi onu bulunduğu yerden çıkarmasın.” dedi. Allahu Teâla
şöyle buyurdu:
“(Ey Muhammed)
senden önce de Rasuller yalanlandı. Fakat yalanlandıklarına ve
eziyetlerine bizden bir yardım (zafer) gelene kadar sabrettiler.
Allah'ın sözlerinde (Sünnetinde) bir değişiklik olmaz. Şüphesiz
Rasullerin (bu konudaki haberleri) sana gelmiştir.”
Çalışma metodu Rasul
(s.a.v.)'in metodunun bizzat aynısıdır. Zira o, Dâru’l Küfür
olduğu halde Mekke'de yaşıyor, maksatlı bir şekilde Medine'de
İslâm Devleti'ni kurmaya götüren bir çalışmayı sergiliyordu.
İslâm Devleti'nin kurulmuş olması açısından Mekke'den Medine'ye
hicret aslında Dâru’l Küfürden Dâru’l İslâm'a bir intikal
hareketidir.
Burada şöyle
bir soru sorulabilir: Rasul (s.a.v.)'in zamanında olduğu gibi İslâm'a
davetin, Mekke ve Medine diye iki merhalede mi cereyan etmesi
gerekiyor?
Bunun cevabı; Rasul
(s.a.v.) zamanında davet ameliyesi aşağıda görüleceği üzere
iki merhalede yürütülmüştür.
1.
Merhale: Gerçek şu ki, Mekke döneminde Rasul (s.a.v.)'e inen
ayetlerden az bir miktarı ahkamla ilgili olsa da çoğu akide ile
ilgilidir. Müslümanlar, inmiş olan ayetlerden daha fazlası ile mükellef
değildiler. Rasul (s.a.v.) de açık ve net olarak, hikmetle, güzel
öğütle davet etmekle, silah kullanmaya kalkışmamakla ve
karşılaşabilecekleri eza ve cefaya sabretmekle emir olunmuştu.
2.
Merhale: Medine döneminde Rasul (s.a.v.)'e akide ile ilgili diğer
ayetler ve ahkama ait hükümlerin tamamı indi. Rasul (s.a.v.) İslâm
ahkamıyla hükmetmekle emir olunmuştu. Meselâ; cezaların tatbiki,
cihadın ilan edilmesi, ülkelerin fethedilmesi ve ümmetin işlerinin
takibi v.b. hükümleri uygulamakla memurdur. Bu dönemde
Müslümanlar bir bütün olarak İslâm'dan sorumludurlar.
Unutmayalım ki bugün
biz Mekke'de olsun Medine'de olsun inmiş her hükümden yani bütün
İslâm'dan sorumluyuz. Müslüman hangi hükme karşı kusur gösterirse
onunla muhasebe edilecektir. Meselâ; evlenme, boşanma,
alış-veriş, cihad, oruç, hacc, uyarı, toprak ve mülk edinme v.b.
konulara ait bütün hükümlerden kısacası Medine'de de olsa inmiş
olan bütün hükümlerden her Müslüman sorumludur. Fakat icra ve
infazı halifenin mevcudiyetine bağlı olan, fertlerin ikameye güç
yetiremediği bazı hükümler vardır. Kısacası cezalar veya İslâm’ı
yaymanın en başta gelen yolu olan cihad, devlete ait mülkiyet
hükümleri ya da Hilâfet ile alakalı hükümler sayılabilir.
Ayrıca halifenin mevcudiyetine bağlı olmayan ve Müslümanın
gereğini her halükarda yerine getirmesi lazım gelen hükümler de
vardır ki bunların Mekke'de veya Medine'de inmiş olmasına
bakılmaksızın herhangi birinde kusur gösterildi mi onunla hesaba
çekilecektir. Hatta Müslüman bulunduğu yerde ferde müteallik
ahkamı ikame edemiyorsa oradan hicret etmesi vacip olur. Zira Allahu
Teâla şöyle buyurdu:
“Nefsine
zulmedenlerin canlarını aldığında melekler onlara, siz ne işte
idiniz, derler. Onlar, biz yeryüzünde zayıf bırakılmışlardan
idik, derler. Melekler de, Allah'ın arzı geniş değil miydi, hicret
etseydiniz ya, derler. Onların sığınakları cehennemdir. O ne kötü
bir yerdir. Ancak erkek, kadın ve çocuklardan göçe ve yolculuğa güç
yetiremeyenler müstesna. Umulur ki Allah onları affeder, Allah çok
affeden bağışlayandır.”
Görüldüğü gibi
günümüzdeki durumumuzu Mekke, Medine diye dönemlere ayırmak asla
doğru değildir. Ancak Rasul (s.a.v.)'i İslâm Devleti'ni kurmaya
götüren Mekke'deki İslâm'a davette izlediği metodu onun
amellerinden çıkararak kendimize esas olarak alırız. Bu kısım Dâru’l
İslâm’ı ikame ameliyesiyle alakalıdır. Diğerleri Müslümanlardan
ikamesi istenen ferdi hükümlerdir ki, Müslüman Dâru’l İslâm'da
da Dâru’l küfürde de olsa onları ikame ile mükelleftir.
|