YEGANE MUTLULUK, YÜCE ALLAH'IN RIZASININ KAZANILMASINDADIR


Kuşkusuz mutluluk; şu gök kubbe altında yaşayan her insanın, sahip olduğu inancı, ırkı, rengi ve karakteri ne olursa olsun, ama her bir insanın ulaşmayı hedeflediği emelidir.

Nefsin huzuru ve sakinliği her bir insanın ulaşmak istediği bir olgudur. Ancak bu olgunun insandan insana, bir karakteristik yapıdan diğer bir karekteristik yapıya, hatta bir toplumdan diğer bir topluma uzanan geniş bir yelpazede homojen olmadığını sezinlemek mümkün. Çünkü buradaki espiri, mutluluğa yaklaşımı ve bu anlayış doğrultusunda her birinin (her insanın) kendine özgün kabullendiği bir teknikle mutluluğun temini için çaba sarf etmesindedir. Tabi ki bu, onların her birinin mutluluğu elde ettikleri veya edecekleri anlamına gelmez. Çünkü mutluluk, tek doğru tanımı ve ulaşılması noktasında bir ikinci versiyonu olmayan kendine has -yolu-, kendi içinde gerçekliği olan bir terminolojidir. Bu gerçekliği göz ardı eden bir çok insan ve toplumlar, mutluluğu farklı versiyonu ile anlamaya ve kendi içindeki reel çizgisinin dışında başka bir yol modelize ederek, onu elde etmeye yöneldikleri için yollarından sapmışlardır. Mutluluğu elde etmek isterken yollarını şaşırmışlardır.

Yaşamlarını putlara, yıldızlara ve birtakım karizmatik yapıya sahip (hal almış) toplum önderlerine ve kahramanlarına taparak ve yine gece ve gündüzlerini kuytu ve köşelerde onlara tapınarak (boyun eğerek) geçirenler, yaşamlarını büyük servetler kazanma uğrunda feda edenler ya da yaşamlarını içkinin, uyuşturucunun ve şehvetlerinin peşinde koşarak geçiren ve cinayetin, birçok parmak ısırtacak versiyonları ile sabah akşam iç içe olan insanlar!.. İşte, bütün bunların hepsi mutluluğu elde etme adına olmaktadır. Çünkü onlar bu yaşantı biçiminin mutluluk demek veya mutluluğa ulaştıracağı anlamına geldiği yanılgısına kapılmışlardır.

Bütün bunların yanında hele, yaşamlarını bir kenara bırakıp ardısıra o duvarı, (ölüm duvarını) aşarak intihara kalkışanlar ya da (en azından) insanı yüzüstü bırakan, acımasız çehresiyle yüzleştikten sonra bu dünyanın düş kırıklığından kaçmak isteyenler... hep bunlar, ardında bir mutluluk arayışının gizlendiği yönelişler olmuştur. Günümüz dünyasını, sekülerist (din dışı) düşünce ekollerinin -öncelikle Batı hadareti olmakla birlikte- idare ettiği bilinen bir olgudur. Bu düşünceler, insana; sadece içgüdüleri ve organik ihtiyaçlarının doğurduğu dinamik enerji ve canlılığı ile bakmaktadır. Buna bağlı olarak insanın probleminin söz konusu ihtiyaçlarının doyumunda düğümlendiğini ve insanın mutluluğunun sadece bu ihtiyaçlarının doyumu ölçeğinde sağlanabileceği yanılgısına sahiptirler. Mutluluk, insanın materyal ihtiyaçlarının çokça doyurulması oranında artacak, doyumun azalması oranında da kısıtlanacaktır.

Batılı dünya görüşünün insana teslim ettiği bireysel özgürlüğü bu bağlamda anlamak mümkündür. Çünkü seküler dünya görüşü, insanın doyumunu/ mutluluğunu; elde edilebilecek en büyük ölçekteki materyal kazanıma endekslemekte, buna bağlı olarak ta insanın özgürlüğünün teslim edilip, bireyin sonsuz isteklerinin hiçbir şekilde kayıtlanamazlığı ve kısıtlanamazlığı gibi bir düşünce temeline dayanmaktadır

Dünyanın bir kesitinde insanın istemlerinin/ yönelimlerinin dezenfekte edilmesi gerektiği yönünde düşünsel kritiğin yapılmaması, içgüdüsel eğilimin tamamen serbest bırakılması ve bireyin sonsuz isteklerinin doyumu adına yeni yeni arayışlara sevk edilen ve içgüdüsel reaksiyonlara bağımlı hale getirilen batı insanının düşünce olgusu, artık bedensel isteklerinin doyum ve lezzetini sağlayacak tekniksel, sanatsal (materyal) keşifler ve buluşlara kilitlenmesiyle tabi bir sonuç olarak batı toplumunda bireyin çılgınlığı, taşkınlığı, cinsiyet kavramının, zinanın, hatta erkeklerin homoseksüellik ve kadınların lezbiyenliğe yönelmeleri, hayvanlarla ilişki kurmaları gibi çizgi dışı boyut kazanması ile karşı karşıya kalındığını, esrar, uyuşturucu v.b.lerinin kullanımının ürküten boyutlara ulaştığı duyumunu almamız pekte şaşırtıcı olmasa gerek.

Eğer bedensel doyumun elde edilmesinde en büyük pay mala düşüyor ise; Batı toplumunun gözünde, büyük servetlere ulaşmak neden en lüks ideal olmasın ki? Burada batı insanının aklına egemen olan özgürlükçü düşünce devreye girmektedir. Söz konusu emele varma noktasında batı insanı kayıtsız kalacak, ister ticaretle ister faiz yolu ile, ister kiralama ister kadın pazarlama yolu ile isterse sanayii isterse de kumarla olsun, buna ulaşabilecektir.

Batılı insanının özgürlük serüveninin çizgi dışı gelişip dayandığı bir noktada, kapitalist sistemin, "İnsanın özgürlüğü diğerlerinin özgürlüğüyle kesiştiği noktada biter" gibi teorik anlamda bir şey ifade etse bile, reel işleyişe indirgenemeyecek hayali bir kısıtlama çabası bile başarılı olmamıştır. Çünkü özgürlük düşüncesi batılı insanın aklına, anayasa metinlerinden daha köklü yerleşmişti. Bundan ötürü batılı insan, yasakların belirlediği çerçeveyi aşmaktan kendini hiçbir zaman alamamıştır.

İşte bilanço: Neredeyse en kırsal kesimlerine kadar yaygınlaşan ve kurumsallaşan mafya, uyuşturucunun ve eroinin ürküten boyutlara ulaşan ticari yayılmacılığı, yasaların ve polis merceğinin dikkati altında olmasına rağmen, mal ve can emniyetine kastın artık önlemez boyutlara varmış olması.

Yine, eğer şöhret ve etkinlik, dünyevi kazancın yollarından ise o zaman etkinlik -nüfuz- ve şöhret niçin batı insanının gözünde ulaşılması gereken bir ideal olmasın ki? İşte buradan hareketle batı/dünya görüşü ve avaneleri nezdinde en mutlu/insan; mal, nüfuz -etkinlik-, otorite ve şöhrete en çok sahip olan bireydir.

Bütün bunlar, Batı toplumunu; kuvvetlinin zayıfı ezdiği, yediği ormana çevirmiştir. Sevgi ve saygınlığa hak kazanmak ve kar eden olmak için insanlar birbiri ile yarışmakta, bir takım mekanizmalar elde ederek güçlü olma isteğinin hatta daha güçlü -rakipsiz- olabilmek için devlet otoritesine konmaya değin uzanan amaçsız bir serüveninin yaşandığı Batı toplumu; doğal bir sonuç olarak güçlünün, zayıfı ezdiği bir ormanı anımsatmaktadır.

İşte böyle! Ama mutluluk arayışıyla çaldığı kapının kendisine sıkıntı, bunalım ve aşılmaz içsel tahribin dışında başka bir olguyu getirmediğini günümüz Batı dünyası algılamaya başlamıştır.

Bütün bu olumsuz tablo; onların, insanın isteklerinin doyumuna ilişkin şu üç subjektif değerlendirmeden uzak olmaları sonucunda olmuştur.

1- İnsanın, yeme, içme, uyuma gibi benzeri organik ihtiyaçları, devamlılık ve cinsel içgüdüsü gibi bazı içgüdülerinin maddi olarak her ne kadar doyumu sağlanıyor olsa da, insanın, maddi anlamda doyumu mümkün olmayan, ancak manevi bir çizgi ile doyurulabilir bir yönü de vardır ki; o da, kutsama içgüdüsüdür. Bu da insanın fıtratında olan ve ruhi/manevi bir çizgi ile doyumsanabilir yönüdür. İnsan fıtratının kaçınılmaz bir şekilde doyurulmasını istediği bu yönü, yüce bir yaratıcıya yegane kudret sahibi bir varlığa ve onunla iletişim kurmaya yönelik duyduğu ihtiyacı ve hissidir. İşte Batı düşüncesi/sekülerizm insanın bu ruhi/mana yönünü görmezlikten gelmiş, beşeri yaşamında onu tek kanatlı kuşa çeviren bir yaklaşımla vicdanında büyük bir gedik açmıştır.

2- Reel açıdan bakıldığında insanın organik ihtiyaçları ve içgüdüleri ile ilgili olan sorunu, soyut anlamda doyumu değildir. Aksine bu noktada doyumun niteliğidir. Çünkü insan yiyeceği yemeğini, giyeceği giyim eşyasını, elde etmek istediği malı ve arzuladığı karşıt cinsini pekala bulabilir. Kendisini çevreleyen tüm nesneleri istemlerinin doyumu için istediği zaman kullanabilir. Dolayısıyla bu noktada insanın bir arayış içerisinde olması kadar tabii olan bir şey yoktur. Ve zaten insanın bu istemlerinin doyumunu sağlayacak nesnelerin, malzemenin bulunmayışı çok geçici ve istisnai durumlardır.

Gerçek proplemi oluşturan doyumun niteliğine ve sistematize edilmesine gelince ki, gerçek sorun buradadır. Yoksa insan elbette istemlerinin doyumunu sağlayacaktır. İnsanı mutluluğa ya da bunalıma sürükleyecek olan budur. Doyumun niteliğidir.

Yoksa proplem, insanlar yerler mi yemezler mi ya da ne kadar yerler, giyerler mi giymezler mi ya da ne kadar mülkiyet edinirler? Veya erkeklerinin kadınları ile bir yaşantıları olur mu olmaz mı? Farklı bir ifade ile; mesele, insanlar yaşıyor, hayatlarını sürdürüyorlar mı yoksa sürdürmüyorlar mı? meselesi değildir. Buradaki proplem; insanların nasıl hangi protetipe göre yemeleri, içmeleri, giyinmeleri gerektiği; nasıl konuşacakları, erkekleri ve bayanları hangi koşullarda bir arada yaşayacakları meselesidir. Diğer ifadesi ile "nasıl yaşayacakları" sorunudur. Yoksa insanlar elbette yiyecek ve yaşayacaklardır.

3- İnsan, içgüdülerinden birini göz ardı edip, bir diğer içgüdüsünü doyurabilir, bu şekilde göz ardı ettiğini bastırmış olur. Yani içgüdülerinin doyumunda bir düzlemi takip etmediği, içgüdüler arasındaki denge paylaşımını gözetmediği taktirde bu durum, insanı bunalımlara, şaşkınlığa ve ardından bir endişe ve huzursuzluğa itecek ve buna bağlı olarak da topluma huzursuzluk hakim olacaktır. Nitekim bugün Batı toplumun trajik yaşamında gözlemlenebildiği gibi. Kuşkusuz insanın tarihsel serüvenini dolduran mutluluk arayışına; tüm içgüdülerinin, birinin diğeri lehine göz ardı edilmesi şeklinde değil de, tümünün belirli bir sistematik düzlemde ayrı ayrı doyumu sağlanarak cevap verilebilir.

İnsanın içgüdülerine değinirken onun eğilimlerinde en büyük etkinin kutsama içgüdüsünde yattığını ifade etmek durumundayız. İnsan bu dünya hayatına gözlerini ilk açtığında nefsinin bir takım istemlerinin doyumunu ve bunun karşılığında da kendisini çepeçevre kuşatan nimetleri fıtri olarak fark etmede gecikmez. İstemlerinin doyumuna âmâde kılınmış olan yaşamının olmazsa olmaz koşullarından olan hava, su, dengeli sıcaklık kendisinin hiçbir fonksiyonu olmaksızın; henüz o, hayatta yok iken hazırlanmış ve emrine âmâde kılınmış olduğunu fıtri olarak dünyaya gözünü açar açmaz sezinlemeye başlar. Bu durumda şaşkına dönen insan tüm bu göz kamaştırıcı nimetleri kendisine bahşeden yegane güç ve kudret sahibini büyüklemek, ona şükür ve secde etmek, onu kutsamak için kendisini bir arayışın içerisinde bulacaktır. İşte bundan dolayıdır ki insan, (her ne kadar gerçek yaratıcısını/Allah'ı tanımaktan geri durmuş olmasına rağmen) içinde fitren saklı bulunan, o tapınma/ kutsama içgüdüsünü bir şekilde putlara, bir takım sembollere tapınarak tatminine çalıştığı eski zamandan beri bilinen gerçekler arasındadır. Bu bağlamda insanın dışa yansıyan yönü ile -fıtratında gizli olan, tarihi serüveninde şahitliği ile- en güçlü ve insanın eğilimlerinde en çok etkin olan, kendisini gösteren kutsama içgüdüsü olduğu inkar edilmez bir durum, vaziyet alıyor kuşkusuz.

Dahası insan, yaşam koşulları ile tanıştığında bir korku ve karamsarlıkla da tanışır. O, istemlerinin doyumunu ne şekilde sağlayacak? nasıl yaşayacak? kendisini kuşatan eşyayı, o nesneleri hangi normlara göre kullanıma sokacaktır? Ve hayatı -topyekün- nasıl karşılayacak/değerlendirecektir? İnsan, yaşamını ve fonksiyonlarını belirlemede aciz ve yetersiz kalacak, bu noktada kendisine, Yaratıcısının idare ve tanıklık etmesine ihtiyacı olduğunu sezinleyecektir. Hemen ardından O'na, hayati fonksiyonlarını ve tüm yönlerini kendisine belirlemesi, bu noktada tanıklık etmesi isteğiyle yönelecektir.

Özetleyecek olursak; kuşkusuz kutsama içgüdüsü, insan fıtratının cevheri, özüdür. Yapısal niteliğinin doğal sonucu olarak insanın aciz oluşu, onun, işlerini idare edecek bir Yaratıcının tanıklığına duyduğu ihtiyacı ifade etmektedir.

İşte insanın, cevheri yönünün göz ardı edilip, yaratıcısı/Allah ile bu bağlamda ilişiğinin kurulmasından ziyade bu ihtiyacının maddi, prafon bir yaklaşımla sağlanma yönüne gidilmesi sonuç olarak insanın, bunalması, kurgusal, proplemli bir yaşam sürdürmesini doğuracaktır. Her ne kadar mutluluk arayışında olsa bile ona hiç bir zaman ulaşamayacaktır. Tıpkı serap peşinde koşan ama her defasında eli boş dönenin durumu gibi.

Şimdi yüce Rabbimizin (cc) sözü üzerine bir düşünelim.

“Küfredenlere gelince: Onların amelleri engin bir çöldeki serap gibidir. Susayan, onu su zanneder. Nihayet ona vardığı vakit, (zannettiği gibi) bir şey bulmaz da yanında Allah’ı bulur. O da ona, tamamıyla hesabını görüverir. Allah çok çabuk hesap görendir. Yahut derin bir denizdeki karanlıklar gibidir: O denizi bir dalga bürür, üstünden bir dalga daha, üstünden bir bulut. Bunlar birbiri üstüne öyle yığılmış karanlıklardır ki, kendi elini çıkarsa hemen hemen onu dahi göremez! Her kime de Allah nur vermemişse artık onun için nur yoktur.” *

Bu bağlamda İslâm’ın mutluluk yorumu yegane doğru bir yorum ve insanın tarihsel serüvenine anlamını veren mutluluk arayışına tek doğru modeli ile cevap verebilir nitelikte olan reel bir gerçeklik olmuştur. Çünkü o, insana Yaratıcısını tanıttığı, kendine özgü düşünce örgüsünü (akide) sunduğu ve belirli ibadet normlarını beyan ettiğinde; insanla Yaratıcı arasında dosdoğru bir bağı, iletişimi kurarken onun fıtratına/yapısına en uygun bir şekilde kutsama içgüdüsünün doyumunu sağlıyordu. Sonra tüm istemlerinin doyumunu belirli ilkeler doğrultusunda sistematize edecek olan yaşam sistemlerini deklare etmesi ile yaşamını ilgilendiren her alanı kapsam alanına alıyordu. Böylelikle içgüdülerinin hiçbirini askıya almamış, bilakis hepsini sisteme bağlayarak, belirli düzlemde programlayarak, tek doğru çizgiyi kazanmasını sağlamaktadır. Bundan dolayı Müslüman birey yaşamında Allah'ın emir ve yasakları doğrultusunda belirlenen çizgi üzere hareket edecektir.

Dolayısıyla insan, Allah'ın emir ve yasaklarına bağlılığı ve eğilimlerini ilahi sistemle formatize ettiği ölçüde kendisi için mutluluğu garanti altına alabilir. Biz insanın tarihi serüveninin kilitlendiği, ideal olan mutluluğu; Allah'ın (o yüce Yaratıcının) rızasına nail olmak, bunalımı da; tüm olumsuzluklardan münezzeh olan Allah'ın rızasından uzak, kayıtsız kalmak olarak algılıyor ve anlıyoruz. Şu ayetlerinde Rabbimiz bizlere bunu haber vermektedir.

“Muhakkak ki size Allah’tan bir nur ve apaçık bir kitap (Kur’an) geldi. Onunla Allah kendi rızasına uyanları selamet yollarına eriştirir.” *

“Erkek ve kadın olan her kim mü’min olarak salih bir amel isterse, biz ona muhakkak güzel bir yaşam (standardı) sağlarız.” *

“Eğer Benden size bir yol gösteren gelirse bilin ki, Benim yol göstericime uyanlar için hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.” *

“O kimseler ki, ‘Rabbımız Allah’tır’ deyip sonra dosdoğru yol alırlar. Onlara hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.” *

Sonra her iki grup arasında bir karşılaştırma yapan Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

“Her kim hidayetçime uyarsa, işte o sapmaz, bedbaht olmaz. Her kim de benim zikrimden yüz çevirir ise, ona dar bir geçim vardır. Ve onu kıyamet günü kör olarak haşrederiz.” *

Böylelikle mutluluk tanımı terminolojik olarak Allah'ın koyduğu çizgi çerçevesinde, emir ve yasakları ölçeğinde, dünya nimetleri ve lüksünden faydalanılması şeklinde bir anlamı içermiş oluyor kuşkusuz. Aksine, insan Yaratıcısına yüz çevirip, yasak olan çizgi dışına çıkar, sapıtırsa; ne kadar çabalasa da kalbi suküneti ve itminanı - iç huzur düzeyini- bulamayacağından dolayı asla ve hiçbir gün mutluluğu tadamayacaktır. Çünkü; elbette Allah'ın rızasından beslenmeyen kalbe itminan -iç huzuru- yoktur.

Aynı şekilde mutluluk; şiddet, imtihan ve sıkıntılı durumla özdeşleşebilir de. Nitekim Müslüman birey savaş ortamında kanını döker, kendi vücudunu cesurca siper eder, savaşırken o mutluluğun ve zevkin âlâsını tatmaktadır. Çünkü o, Allah'ın rızasını kazanma noktasında en büyük modellerden birisini; Allah'ın kelimesinin -dininin- yücelmesi, üstün gelmesi için cihad etmekte olduğunun bilincindedir. Allah'ın Kelimesinin yücelmesi uğrunda intihar veya ideolojik anlamda İslâm’ın köklü savunmasını yapma girişimleri benzer şekillerdendir. İşte kızgın çöl kumları üstünde, yalçın bir kaya parçası altında dudaklarından "Allah birdir, Allah birdir" ifadelerini terennüm ettiğinde büyük bir coşkuyu, heyecanı, izzeti ve büyüklüğü hissediyordu Bilal (ra). Sonra Yusuf (as), Allah'ın rızasının zindan, kızgınlığının ise dünya nimeti ve lüksü ile özdeş olduğu bir anda; zindanı, dolayısı ile Allah'ın rızasını -tercih ederken bizlere- mutluğun ve huzurun en güzel örneklerini sunuyordu. Kralın hanımı;

"Yemin ederim ki, ben bunun nefsinden murad etmek istediğimde o, iffet göstererek yanaşmadı. Yani yemin ederim ki eğer emri yapmasa, mutlaka zindana atılacak ve zelillerden olacaktır" * şeklinde onu tehdit ettiğinde o, şu güzel cevabı, karşılığı veriyordu.

"Ya Rabbi! Zindan bana bunların davet ettiklerinden daha makbuldur." *

Yüce Rabbimiz mutluluğun kendi rızasını kazanmanın dışında gerçekleşmeyeceğini, bir çok ayette, yine kendi rızasını cennet vaadi/sözleşmesi ile birlikte zikrederek pekiştirmekte ve cennet nimetlerini Kendisinin rızasına endekslemektedir. Söyleyenlerin en izzetlisi olan -Allah- diyor ki:

“Allah erkek mü’minlere de, kadın mü’minlere de -içlerinde ebedi kalmak üzere- altlarından ırmaklar akan adn cennetlerini ve çok güzel meskenleri (köşkleri) va’d etti. Allah’ın rızası ise daha büyüktür. İşte büyük kurtuluş da budur.” *

“Rableri katında onların mükâfatı, altlarında ırmaklar akan adn cennetleridir. Orada ebedi olarak kalacaklardır. Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razı olacaklardır. İşte bu, Rabbinden korkana mahsustur.” *