RUH VE RUHİ YÖN


İslâm’dan önce, hatta Hıristiyanlıktan önce de uzunca bir dönem bir takım toplumlarda varoluşçu düşünce egemen olmuştur. Bu düşünce kimilerini varlığın madde ve ruh olarak iki unsurdan müteşekkil olduğu düşüncesine götürmüştür. İnsanı çevreleyen algı sahasındaki nesneler, varlığın maddi yönü; insanın algılayamadığı cephesi ise ruhi yönü ya da ruhsal alem olarak ifade edilir olmuştur. Ve varlıkta asıl olanın ruhu olduğu, materyalinin ise geçici olduğu kabullenilmektedir. İşte bu felsefi yaklaşım sonucu ruh tanımlaması, bu varlığı yaratana yapıldığı gibi, melekler cinler ve diğer benzeri -hissedilir olmayan- varlıklara da izafe edilmiş, sonuçta varlığın/alemin ruhi yönünün tanımlanmasında birçok dogmatik yaklaşımların ortaya çıkmasını doğurmuştur.

Burada önemli olan söz konusu felsefenin insana bakışıdır. Yani insanın madde -ceset- ve ruhdan oluşan bir varlık tasviri. İnsanı oluşturan bu iki unsurun birbirleri ile nicelik ve nitelik açısından farklı ve zıt oluşlarının doğurduğu sürekli bir çatışma ve çekişme içerisinde olduğu ve her insanda ceset ve ruh arası çekişmesinin/ dualizm şu iki sonuçtan birisi ile sonuç alacağı düşüncesi egemen olagelmiştir. Ya ruh cesede üstün çıkacak, yada ceset ruha üstün çıkacaktır. Şayet ruh, cesede üstün gelir ise dünya yaşamının çirkefliğinin üstesinden gelmiş, -madde ve cesed- görünen alemin/dünyanın düzeyini aşmış, aşkın insan olur. Yok eğer, ceset ruha üstün gelirse bu insan, yüce ve aşkın ruhlar aleminden uzak, dünya yaşamının çirkefliğine dalmış, hayvanlar düzeyini bulmuş kötü bir insan olur.

 Peki ruh cesede, ceset ise ruha nasıl üstün gelir? Kuşkusuz insan, onların gözleminde; cesedin esir aldığı, yücelmesini, özgürlüğünü ve aşkınlığını istemediği ruhtan ibarettir. Dolayısıyla ruhun cesede üstün çıkması için cesedin, zayıf ve güçsüz bırakılması, aşağılanması, ezilmesi gerekir ki ceset -ruhla çatışmasını sürdürecek- güç ve kuvvetten yoksun olsun. Ardından da cesedin kayıtlarından kurtulup özgürlüğüne ve aşkınlığına kavuşabilsin. İşte bundan dolayı ruhsal aşkınlığı isteyen bireyin, yaşamını, cesedin karşısında onun istemlerini ve arzularını cevapsız bırakması, dünya hayatının nimetleri ve lüksünden uzak durması bir zorunluluktur. O, ancak kendisini ayakta tutacak kadar yemek ve yemeğin en acı olanını, artı, yemeği pehriz yaparak yiyecek, güzel elbiseler giymeyecek sadece üzerine bir sufi olduğunun alameti farikası olarak bir atkı tipi bir şey atacak ve de eski püskü elbiseleri giyecektir. Binek hayvanına binmek yerine ayakları çıplak yürümeyi tercih edecektir. Geniş rahat evler yerine mağara koğuklarını mesken olarak tercih edecek, yatak üzerinde uyumayacak, sırma koltuklara yaslanmayacak bilakis, yere ve yaş zemine uzanacaktır. Erkek kadınından uzak duracak, kadın erkeğinden. Cinsel içgüdülerini böylelikle sindirmiş olacaktır. Tüm yaşamını, vakitlerini ibadet yapılan dergahlarda, tekkelerde ve zaviyelerde cesedlerini aşağılayıp eziyet ederek geçirip, ruhbansı bir yaşamı sürdüreceklerdir. Bu durum cesedin ruhla çatışmasını sürdüremeyecek kadar güçsüzleşmesine ve yıpranasıya kadar sürecektir. Böylece ondan kurtulur (azad olur) yücelere, ruhlar alemine yükselir, aşkınlığı elde eder ve tüm- hissedilmez, duyumsanmaz, bir takım gerçekler ve olaylar o şahsın gözleri önünde çok açık ve net olarak inkişaf olur. Bu inkişaf cesedin duyu organları olan göz, kulak v.s. ile değil bilakis vicdani (kalbin) keşif/teosafi yolu ile olacaktır. İşte söz konusu ruh böylelikle yücelecek ve hatta -onların iddialarına göre- yüce ruh ile yani; tüm söylenenlerden münezzeh olan, Allahu Teâla’nın zatı ile bütünleşinceye kadar yücelecek ve aşkınlığı bulacaktır.

Cesedinin istemlerinin peşinde olan, arzuları ve yönelimlerinin doyumunu sağlayan dünya hayatını ve imkanlarını elde eden, onun lüksü ve nimeti peşinde olan insan -fani olan- cesedi ile birlikte ruhunun da ölümünü ve sonunu hazırlamış, dünyanın ve materyalinin çirkefliğine dalmış, fasık ve kötülerden olmuştur.

Eski çağlardan beri Çin ve Hind toplumuna egemen olan bir felsefe ve yaşam tarzı bugüne değin varlığını söz konusu toplumlarda hissettirmektedir. Nitekim Yunan filozoflarının düşüncelerine egemen olan bu felsefe, filozofların kitaplarına ve görüşlerine kadar sirayet etmiştir. Orta çağ toplumlarını da büyük çapta etkinliği altına alan söz konusu felsefe, Hıristiyanlık akidesinin tahrifine de yol açmıştır. Hıristiyanlık düşüncesinin Şam diyarını, daha sonra Roma imparatorluğunu -Avrupa kıtasını- saran yayılmacılığı dönemlerinde Hıristiyan din adamları ve papazları, yöre insanının zihnini allak bullak etmiş, vehimler yumağı olmaktan başka bir anlamı ifade etmeyen söz konusu felsefeden etkilenmişlerdir. İşte din adamları, yöneticiler ve filozofların özel çabaları ile o semavi din bambaşka yeni bir dine dönüştü. Ruh ve ceset ayrımını vurgulayan felsefe de etkilenilen alanlardan bir tanesi idi. Nitekim yaşamın; Adem (as) ve eşi Havva'nın işlediği ilk yasak sonrası yeryüzüne gönderilmeleri ile başlayıp kıyamete kadar devam edecek olan, insanı cezalandırmaktan ibaret olduğu noktasındaki yorumu yapan akidesi ile söz konusu felsefe bir yerde örtüşüyordu. Bundan dolayı insanın şu dünya hayatında bir mutluluğu, suküneti araması doğru değildir. Aksine ahiretteki yaşamı, nimetleri ve mutluluğu kazanıncaya kadar bu dünyada kendisini zelil, hakir bir yaşantıya mahkum etmelidir. “İşte bundan dolayı onlar, tüm duyusal zevki şeytanın saptırmacası olarak görüyorlardı. Bu bağlamda da -hiçbir değeri olmayan- cesetleri dizginlemeye koyuldular. Ve onun istemlerini oruç ve birçok bedensel işkence formülleri ile bastırmaya çalışıyorlardı.” *

Hıristiyanlığın Avrupa’da yayılması ile söz konusu felsefe, kıtada yaşam, toplum ve siyaset üzerinde etkisini göstermiş; kral, idareci ve toprak ağalarının temsil ettiği siyasi otoritenin yanında da piskoposun (Papa) liderliğini üslendiği yeni bir otorite, kilisenin otoritesi doğmuş oldu. Böylece Avrupa toplumunda biri ruhani diğeri din dışı olmak üzere iki farklı otorite zuhur etmiş oldu. Kuşkusuz madde ve ruhun birbirlerine üstünlük sağlamasına kadar aralarındaki çatışmanın devam ettiği varsayımından haraketle düşündüğümüzde, Avrupa’da bu çatışmanın maddi ve ruhi her iki ayrı otorite arasında da varlığını sürdürmesi kaçınılmaz idi.

Tabi ki dinin daha çok egemen olduğu orta çağlarda ruhani otoritenin dini dışlayan otoriteye karşı üstün gelmesinin doğal olduğu söylenebilirdi. Roma papasını halkı yönetiminde taklit eden imparatorlar ya da dini krallar, halkı ilahi bir yetki ile yönetiyordu. Tabi ki kilisenin kızgınlığını kazanan ve kilisenin yetkisini kısıtlayan kralın veya başkanın vay haline! Büyük Roma piskoposlarının ajitasyonu ile (kışkırtma) girişilen haçlı seferlerinin -ki bir çoğu Şam ve Kuzey Afrika olmak üzere İslâm coğrafyasını hedefliyordu- başarısı, ortaçağda kilisenin konumunu yücelten ve Avrupa üzerindeki etkinliğinin artmasına sebebiyet veren etkenlerdendir. Ancak birbirini takip eden asırlar -haçlı savaşlarının yıldızının sönmesi ve işlevini yitirmesi ile birlikte- krallara ve yöneticilere kilisenin pençesinden ve egemenliğinden kurtuluşun kapılarını aralamakta idi. Artık pozitif otorite (kiliseyi, dini dışlayan laiklik) ruhani otoritenin egemenliğini elinden aldı. Ve yeni çağda da -yani 16. asrın başları ve 18. asrın sonları arası dönem- artık dinin, toplum üzerindeki etkinliğini kaybeder oluşu ve Avrupa’da aydınlanmacı filozoflarının yıldızının parlayışı, kilisenin orta çağlarda sahip olduğu ve imtiyazlarından faydalandığı otoriteyi kaybetmesi ve onlara kalan (kiliseye) artık sadece kralların ve hakim sınıfın otoritesini onaylamasıydı. Ve 19. asrın başları ile de dinin, devlet ve toplum alanından nihai olarak ayrılışı tamamlanmıştır. Yönetim ve siyasi işlere hiçbir surette müdahale etmesi engellenen kilise; sadece ibadet, evlilik ve benzeri mistik alana kıstırılmış bir misyonu yüklenir duruma gelmiştir. Bütün dünyada Hıristiyan Katoliklerin dini işlerini, idareyi üstlenen kilise, ruhâni Vatikan Devleti statüsü kazanmış oldu.

İşte böylece insanların işlerinin idaresi, birbirinden bağımsız ayrı ayrı otoritelere bölünmüş oldu. Bunlardan biri topluma ve ilişkilerine hükmediyor, iç ve dış siyaseti belirliyor; bir diğeri ise dinin salt mistik çerçevedeki işlerini, birincisinden bağımsız bir biçimde idare ediyordu.

İşte madde ve ruh dualizmi felsefesi eski çağlarda ve hatta günümüze değin uzantılarına rastladığımız bir takım toplumlarda etkisini bu şekilde göstermiştir. İşte tüm bu verilerden hareketle bu noktada sorulacak soru: Bu felsefenin doğruluk payı ve konu ile ilgili İslâm’ın görüşünün ne olduğudur?

Müslümanlardan konuya eğilenler olmuşsa da -maalesef- konu; köklü bir şekilde ele alınmamış ve söz konusu felsefe ile aralarındaki ayrışımın temelde değil sadece teferruatta olduğu zihabına/zannına kapıldıkları muhakkak. Yani burada, Müslümanların, onlara karşı olmalarına rağmen, yine de insanın ceset ve ruhdan oluştuğu teorilerine hak vermelerini kastediyorum. Ve bu ön kabulden sonra söz konusu felsefe Müslümanları sadece cesede ve ruha yapılacak muamele noktasında farklılığa, tartışmaya yöneltmiştir. Bunların çoğu İslâm’ın ruh ve ceset arasındaki dengeyi sağladığını, bu bağlamda birinin istemini diğeri lehine göz ardı etmediğini, bilakis her ikisinin de istekleri ve gıdalarını göz önünde bulundurduğunu, bu açıdan ruhun gıdasının iman, ibadetler, zikirler ve Allah'a yaklaşmak olduğunun; cesedin gıdasını da, yiyecek, giyecek, evlilik ve benzeri ile ilgili hükümlerle sistematize ettiğini ifade etmeye çalışmışlardır.

Ancak biz diyoruz ki: Böylesine çok hassas ve nazik bir konu, hakkında söylenen ve ortaya atılan görüş ve düşüncelerin daha derin bir şekilde titizlikle araştırılıp incelenmesini zorunlu kılmaktadır. İşte bu bağlamda söz konusu felsefenin dayandığı temel sorgulanmalıdır. Acaba, gerçekten insan madde (beden) ve ruhdan mı müteşekkildir?

Kuşkusuz insan yaşamının sırrı olan ve onun varlığı ile hayat bulup yokluğunda da ölümü vâki olan, insanın içinde varolduğu bilinen söz konusu ruh, birçok insanda değindiğimiz felsefeye olumlu yönde yaklaşımı doğurmuştur. Nitekim Rabbimiz (cc) şöyle demiştir:

“Kendi ruhumdan ona üfürdüm.” *

“Sonra onu düzeltmiş, tamamlamış ve ona kendi ruhundan üfürmüştür. Sizin için kulaklar, gözler ve kalpler yaratmıştır. Siz pek az şükrediyorsunuz.” *

Benzeri bir çok ayetlerinde Allah; ruhtan ve onun insanın bünyesindeki varlığından söz etmektedir. İşte müslümanlardan birçoğunun, insanın beden ve ruhtan müteşekkil olduğu ve her birinin ayrı ayrı gıdasının olduğunu vurgulayan felsefeyi kabulleri bu şekilde oluyor.

Ancak sözünü ettikleri ruh kavramından neyin kast olunduğunun bilinmesi için söz konusu kavram üzerinde daha da dikkatli durulmasının zorunluluğu doğmaktadır. Ruh kelimesi; birden fazla anlamı taşıyan müşterek bir kelimedir. Hem Arapların dilinde hem de Kur'an-ı Kerim’de birçok manalarda kullanılmıştır. Örneğin Yüce Allah'ın şu sözün de geçen ruh anlamı bunlardan bir tanesidir:

“Onu (Kur’an’ı) uyarıcılardan olasın diye Ruh’ül emin indirmiştir.” *

Buradaki ruhtan kast olunan Cebrail (as)’dır.

“Bir de sana ruhtan soruyorlar. De ki; O Rabbimin emrindedir. Size ilimden pek az bir şey verilmiştir.” * sözündeki, ifadesi geçen ruhdan kasıt; insan yaşamının, o olursa var olduğu, olmayışının ise ölümü anlamına geldiği, insanı ayakta tutan canıdır. Bu anlamda ruh, her ne kadar insan onun etkisini görse de künhüne vakıf olamayacağı bir şeydir. O, bedenin içinde, onu harekete geçiren, aksiyonel hale getiren hayattır/candır. Kısacası ruh bir terminoloji olarak birden fazla anlamlar içermektedir. Muhtar es-Sıhhah sahibi der ki: "Ruh; erkek içinde bayan içinde kullanılır. Çoğulu ervah'tır. Kuran'da İsa ve Cibril (a.s) da ruh diye tanımlanır. Cin ve Melekler ruhani varlıklar olarak nispet edilirler. Çoğulu Ruhaniyyun (ruhani olanlar) dur. Aynı şekilde içinde ruh olan her şey ruhanidir.” *

Ancak, evren, hayat ve insandaki ruh, onun ruhaniyeti ve ruhi yönünden bahsedenler, şu yukarıda saydığımız kelimenin (sözlük) anlamlarını kast etmiyorlar elbette. Bilakis bu bağlamda söz söyleyenler farklı bir terminolojiyi içeren bir kelimeyi seslendiriyorlar. İşte bu anlamı, Arap dili sözlüklerinde bulmamız olası değildir. Herhangi bir terminolojinin taşıdığı anlamı yakalamaya çalışan bir araştırmacının, söz konusu terminolojiyi seslendirenlerin kastettiği anlamı yakalaması için, o terminolojinin geçtiği metinleri iyiden iyiye incelemesi, irdelemesi gerekmektedir. O halde söz konusu metinleri inceleyen bir araştırmacı ruh, ruhaniyet yada ruhi yön tanımlamalarını seslendirenlerin, insanın, Aziz ve Celil olan yaratıcısı ile olan sıla/bağın hatırlandığı anı ifade etmek için bu tanımı kullandıkları gerçeğini bulacaktır. Ve namaz oruç, hac vs. ibadetleri yaptığında mü’minin ruhaniyet -havası- hissettiği de söylenir. Allah'ın şu kainatı üzerinde tefekkür ettiğinde ruhsal bir yönü, olguyu, aynı şekilde Allah'a olan bir yakarış veya çağrıyı dinlediğinde, ibadet havasına girdiğinde v.b. hep bir manayı (ruhu) hisseder. İşte bu anlamdaki ruhun, yaşamın sırrı (olmazsa olmazı olan can) ile hiçbir ilişkisi yoktur. Çünkü bu son söylediğimiz, ruh (can) ruhaniyeti hisseden mü’min insanda da, Allah'ın varlığını inkar eden mulhit/ataist insanda dahası hiçbir manayı hiçbir ruhi bir yönü veya ruhsallığı hissetmeyen insanda da vardır.

Bu durumda ruhi yönü; "bir şeyin yüce olan Allah tarafından yaratılmış olduğunu idrak etmek" şeklinde tanımlayabiliriz. Evren, hayat ve insan, madde ve ruh olarak iki unsurun bileşiminden oluşmamıştır. Bunlar sadece maddeden oluşmuş ve maddenin dışında bir olguyu bünyesinde barındırmayan varlıklardır. Ancak ruhsallık gibi bir niteliği taşıması, onun bünyesinin oluşumunun bir parçası değil bilakis (varlığın) tümü ile Allah'ın yaratığı oluşuna itibari bir atıftır. Evrendeki ruhi yön onun, Allah'ın bir yaratığı oluşudur. Hayatın içindeki ruhanilik, onun, Allah'ın bir yaratığı oluşudur. İnsandaki ruhi yön de, onun yüce ve münezzeh olan Allah'ın bir yaratığı oluşudur. Ruh; -bizim kullandığımız terminolojik anlamı ile- o, yüce Allah'la ilişkinin/sılanın hatırlanışıdır. İnsanın ruh veya ruhbanlılık hissi, onun, yaratıcısı olması bakımından yüce Allah'a olan kulluğunun, güç ve idaresine olan teslimiyetinin bilincinde olması halidir.

Bu bağlamda artık insanın, ruh ve cesetten müteşekkil olduğu ve insanın oluşumunu sağlayan her iki unsurun sürekli bir çatışma içerisinde olduğu ve insanın ruhunu cesedine galip getirmesi ya da arasında bir dengeyi sağlaması gibi bir durum olasılık dışıdır. Aksine burada yöneltilmesi gereken soru; Allah'la olan sılanın idraki anlamındaki ruhun, insanda, onun yaşamında ve eğilimlerindeki etkisi ne derecedir? sorusu olmalıdır.

Kuşkusuz insan eğilimlerinin temelinde, onu aksiyonel hale getiren, ona canlılık kazandıran dinamik enerjiden kastettiğimiz; insanı, doyumunu sağlamak üzere dinamize eden ihtiyaçları ve güdüleridir. 'İnsan' vakıasını iyiden iyiye etüt ettiğimizde, ondaki dinamik enerjinin (yani kendisini aksiyonel kılanın) -doyumunu sağlamadığında yaşamını sürdüremeyeceği- gıda, uyku v.b. organik ihtiyaçları ve yine kendisinde bir doyumu dürtüleyen içgüdüleri olduğunu görürüz.

Fakat bu içgüdüler doyumsuz bırakılması durumunda insanda bir bunalımı doğuracaktır,

Netice itibari ile, insanda bulunan organik ihtiyaçlar ve içgüdülerin doyumunu belirli bir çerçevede düzenleyecek olan bir sistemin varlığı zorunludur. İşte bu sistem ya Allah tarafından ya da insanlar tarafından belirlenecektir. Şayet söz konusu ihtiyaçlar ve içgüdüler, hiçbir sistemin (düzenlemenin) kaydı altına alınmaksızın ya da Allah'ın indirdiği dışında bir sistemle doyumu sağlandığında, böylesi bir doyum maddi doyum olacaktır. Onda ruh yoktur. Ancak o yüceler yücesi ile olan bilinç bağı, yani Allah'ın yegane yaratıcı ve idareci olduğuna imanı üzerine ondan gelen bir sistemle doyuma giderse, işte böylesi bir doyum ruh ile hareket eder ve en doğru doyum yolu da bu olmuş olur. Hem söz konusu içgüdülerde olan insanın kendisinden daha güçlü, güç ve kudret sahibi olanı yüceltmesi, onun önünde eğilmesi, ona tapması ve kutsaması şeklinde dışa yansıyan kutsama içgüdüsü de doyurulması gereken bir güdüdür. İnsanın, yapısal noksanlığı ve acziyetini hissedişi onu, doğal olarak yaratıcı ve idare edici bir gücün arayışına götürmektedir. İşte kutsama içgüdüsünden kastettiğimiz budur. Elbette bunun da, diğer içgüdüler gibi ya yüce Allah'ın bir yaratıcı ve idare ediciliğine imandan uzak -putlara, yıldızlara, krallara ve ülkenin kahramanları gibi benzeri sair yaratılmışlara taparak- maddi olanla doyumu sağlanacak ya da O'ndan gelen bir sistemle ve O'nu kutsayarak, ruhani bir doyumsama sağlanacaktır.

Kuşkusuz İslâm, yüce Allah'a iman temelli, çerçevesini çizdiğinde hayat, insan ve onu kuşatan şu evren materyalindeki manayı, ruhi yönü; bütün bunların, bir yaratıcının -ki o yüce Allah’tır- yaratığı olduğunu vurgulayarak açıklığa kavuşturmuştur. Dahası bir insan olarak yaşamının tüm alanlarını kapsayan ve tüm problemlerini çözecek nitelikte bir sistemi önüne koymuş ve mü’minin fonksiyonlarını yerine getirirken kayıtlı kalacağı ve tüm fonksiyonlarına yönelik şer’i hükmü -Allah'ın hitabını- beyan etmiştir. Bu bağlamda mü’minin yaşamını ruhi bir zemine oturtmuş ve bu ruhu tüm işlediği fiillerde hissedilir kılmıştır. İşte bu, o yüce Allah'ı tapınılacak ve itaat edilecek yegane rab ve ilah olarak tanıma (iman) üzerine bina edilmiştir.

“Hayır, Rabbin hakkı için yemin ederim ki, onlar aralarında çekiştikleri şeyde seni hakem yapıp, sonra verdiğin hükümde kendileri için hiçbir darlık duymadan tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar.” *

O halde mü’min amellerini -ki bu bağlamda o bir maddedir- Allah'la olan sıla/bağlantısının bilinci ile (yani o yüce Allah'ın varlığına inancının üzerine) O'nun emir ve yasakları ölçeğinde icra ederse, o zaman madde ile ruhu mezcetmiş ve yaşamını tümü ile ruhi bir temele oturtmuş olur. O da İslâm akidesidir.

Bundan ötürü mesele, insan, istem ve arzularını doyuracak mı doyurmayacak mı meselesi değildir? Veya ne kadar doyuracağı meselesi de değildir? Hele hele ruhu mu, cesedi mi meselesi hiç değildir. Yada hangisi üstün gelmeli, ceset mi, ruh mu meselesi hiç mi hiç değildir. Bu noktaların araştırma konusu olması yanlıştır. Aksine araştırılma konusu; doyumun ne idüğü (niceliği ve niteliği) ve hangi temel üzere oturtulması gerektiği konusu olmalıdır.

Dolayısıyla takvayı, inzivâda, dünya metaından ve lezzetlerin den uzaklaşmada ve kaçmada arayanlar büyük bir yanlışlığa düşmüşlerdir. Çünkü bu koşullara Allah'ın varlığını inkar eden insanda giriyor. Peki bu durumda takva onun neresinde? Bütün bunların aksine, Kuran'ı Kerim ayetleri ve Allah Rasulü’nün sözleri; Allah'ın, dünya ve nimetlerini tümü ile insanın hizmetine sunduğunu açık bir şekilde vurgulamaktadır. Yüce olan Allah şöyle buyurmaktadır:

“Yemin olsun! Biz ademoğullarını saygın kıldık. Onları karada ve denizde vasıtalarla taşıdık. Hoş nimetlerle besledik ve onları yarattıklarımızdan bir çoğunun üzerine üstün kıldık.” *

“Bir de göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendi tarafından hizmetinize amade kılmıştır. Şüphesiz bunda, düşünecek bir toplum için ibretler vardır.” *

“De ki; Allah’ın kulları için çıkardığı ziyneti ve rızkın helâl, hoş olanlarını kim haram kılmış? De ki; bunlar dünya hayatında iman edenler için hak olandır. (Başkaları iştirak etseler de) Kıyamet gününde yalnız mü’minlere mahsustur. Böylece biz, ayetlerimizi bilen kimselere açıklıyoruz.” *

Yine kullara bahşettiği nimetleri (bir bir) hatırlatarak şöyle buyurmaktadır:

“Hayvanları da yarattı. Sizin için onda ısıtacak yünler ve bir takım faydalar vardır. Hem onlardan (etlerinden) yersiniz. Akşam getirirken, sabahleyin salarken, onlarda sizin için bir zevk ve güzellik vardır. Yüklerinizi de yüklenir, nefislerinizin yarısını harcamadan varamayacağınız yerlere götürürler. Şüphesiz Rabbiniz size karşı çok şefkatli ve merhametlidir. Hem binesiniz diye hem de ziynet olarak atları, katırları ve eşekleri yarattı. Ve bilmediğiniz daha neler yaratacak.” *

Nübüvvet döneminde de bir takım insanlar takvayı, dünyadan el etek çekme; nefis ve cesede ağır baskılar yapma şeklinde anlamışlardı. Allah Rasulü’nün ibadet şeklini sorduklarında kendilerinin fazlası ile aşırıya gittikleri ortaya çıktı. Nitekim takvayı elde etme adına iyi bir şey yapıyoruz zannı ile ama Allah'ın hakkında bir sultan/delil indirmediği çok katı ağır yükümlülükleri yerine getireceklerine dair kendilerine söz vermişlerdi. Tabi ki onların bu durumu Allah Rasulü (sav)'e ulaştığında, bu yanlış, çizgi dışı anlayışın tehlikeli boyutunu hissetmiş ve hemen gereken önlemi almıştır. Enes ibni Malik (ra)’dan Buhari'nin rivayet ettiğine göre o şöyle demişti:

"Peygamber (sav)’in hanımlarından bir tanesinin evine üç gurup gelerek Peygamber (sav)’in ibadetinden sormuşlardı. Kendilerine anlatılınca sanki sözleşmişçesine dediler ki: "Biz nerede, Peygamber (sav) nerede? Kuşkusuz onun tüm gelmiş ve geçmiş günahları bağışlandı." Onlardan birisi; "And olsun ki ben gece boyu sürekli namaz kılacağım." bir diğeri; "Ben de yıl boyu oruç tutar hiç iftar etmem" bir başkası da; "Ben ise bayanlardan uzaklaşırım hiç evlenmem" dedi. Ve Allah Rasulü (sav) hemen geldi ve onlara şöyle buyurdu: "Şunları, şunları söyleyenler sizler misiniz? Allah'a and olsun ki ben sizin Allah'tan en çok sakınan ve korkanınızım. Ama ben oruç tutar iftarımı da ederim. Namazımı kılar, orucumu da iftar eder ve kadınlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirir ise benden değildir." *

Bütün bunlardan dolayı ruh ve dünya metaı arasında bir çatışmadan (dualizm/ikilemden) söz edilemez. Helal olan tatlı bir yiyeceği Allah'a bu nimetinden dolayı hamd ederek yiyen bir insan, yemeğin lezzetini tattığı gibi ruhaniyeti de hisseder. Zira Rabbimiz şöyle buyurdu:

“Ey iman edenler! Size verdiğim nimetlerin helâl olanlarından yiyin! Eğer yalnız Allah’a tapıyorsanız O’na şükredin.” *

“Ey İman edenler! Allah’ın size helâl kıldığı nimetlerin temizlerini kendinize haram kılmayın, aşırı da gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.” *

Ticaretinde helal ve haram ölçüsünü gözetip ve şer'i ahkama bağlı kalarak bol bol mal kazanıp, kar eden tacir aynı şekilde ruhaniyeti hisseder. Nitekim Allah Rasulü (sav) buyurdular ki:

"Güvenilir ve doğru tüccar; Peygamberler sıddıklar ve şehitlerle beraberdir." *

Evlilik hayatı ile ilgili olarak da Allah Rasulü (sav) şöyle buyurdu:

"Sizden birisinin (hanımı ile) ilişkiye girmesinde bir sadaka vardır.” “Ey Allah'ın elçisi, yani bizden biri cinsel arzusunu gideriyor da, onda da o kişi için mükafat mı vardır?” diye sordular. O da; "Şayet bir haram ile (gayri meşru bir ilişki) giderseydi onun için günah var mıydı? İşte aynı şekilde helal yoldan giderdiğinde de onun için karşılığı sevabı vardır." *

İşte İslâm’ın insana, eğilimine ve takvalığına bakışı budur. İşte gelişmişlik/kalkınmışlık ve İslâm Devleti’nin güçlü, etkin olduğu dönemlerde İslâm toplumundaki yaşamı farklı kılan ayrıcalık bu idi. O toplumda, madde ve ruh ayrılığı hiçbir zaman söz konusu değildi. İslâm Devleti bünyesinde de biri maddi/pozitif, diğeri ruhani iki otoriteye şahit olunmamıştır. Çünkü İslâm Devleti’nde İslâm akidesi üzerine, yani yüce olan Allah ile sılanın/ilişkinin idraki üzerine kurulmuş İslâm nizamı ile insanların işlerini idare eden tek bir otorite vardı. Siyasi bir otorite olan devlet ruhi bir temele dayanmaktadır. Bugün (özellikle Arap ülkelerinde), biri şer’i diğeri medeni olmak üzere iki tür mahkemelerin varlığı o günlerde söz konusu değildi. Aksine o dönemlerde insanların aralarındaki anlaşmazlıkları, ister bu anlaşmazlıklar yönetimle ilgili (yani yöneten ve yönetilenler arasında) ister mali isterse de sosyal ve benzeri tüm toplumsal ilişkilerin doğurduğu sorunları İslâmi yasalara göre çözecek olan sadece İslâmi mahkemeler vardı.

Bu durum Batı ülkelerinin bizim coğrafyalarımızı işgal edip İslâm Devleti’ni yıkmalarına kadar devam etmiştir. Ardından İslâm nizamı; hayatın, toplum ve devletin alanlarından soyutlanmış ve din sadece hayatın bireysel yaşamı, ibadeti ve etiksel/ahlâkî kuralları kuşatır duruma getirilmiş ve medeni/beşeri sistemleri uygulayan, dini devletten ayıran devletler kurdurulmuştur.

Daha sonraları İslâm ülkelerinde müftünün makamında temsil edilen ruhani otoriteler ortaya çıkmıştır. Mahkemeleri iktisadi ve yönetim v.b. ilgili sorunları medeni/pozitif hukukla çözüme bağlayan medeni mahkemeler, ictimai ya da evlilik boşanma ve miras hukukunu kapsayan sorunları çözüme bağlayan şer'i mahkemeler olmak üzere (bu son söylediğimiz özellikle Arap ülkelerinde geçerlidir) ikiye ayırdılar.

Bugün yaşamımıza egemen olan bu model, Allah'ın razı olduğu ve İslâm çerçevesinde bizlere profilini çizdiği model değildir.

Bu bağlamda, İslâmi yaşamı yeniden tesis etmeleri, İslâm nizamını yaşama ve topluma yeniden dönüştürmeleri ve mahkemelerin medeni ve şer’i şeklindeki taksimini, Diyanet İşleri Başkanlıkları, (tapınak tipi) mescitler v.b. ruhani otorite ayrımını çağrıştıran (dinin devletten ayrılması anlamını vurgulayan) tüm teori ve mantaliteyi eleştirici ve reddedici tavır göstermeleri, müslümanların ölüm kalım meselesidir. İslâm nizamında Allah'ın indirdikleri ile hükmeden ve Allah'a itaat ettiği sürece de tüm Müslümanlara ona itaatın vacip/zorunlu olduğu tek bir otorite vardır. Yüce Rabbimiz şöyle buyurdu:

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere ve sizden olan yöneticilere de itaat edin. Bir şey hakkında çekişip anlaşmazlığa düştünüz mü, şayet Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, onu hemen Allah’a ve Rasulü’ne arzedin. Bu, daha hayırlı, hem netice itibari ile daha güzeldir.” *