Siyasi Partilerin Kurulmasının Şer'an
Gerekliliği
Hizb'in kuruluşu, Allahu Teâlâ'nın; "Sizden
bir ümmet (topluluk) bulunsun" emrine icabet içindir. Çünkü
Yüce Allah bu ayette müslümanlara, aralarında şu iki işi yerine
getirecek kitleleşmiş bir cemaatın olmasını emretmektedir: O
işin birincisi; hayra yani İslâm'a davet, ikincisi ise;
marufu emretmek ve münkeri nehyetmektir.
Bir kitleleşmiş cemaatın kurulması ile ilgili
bu emir sadece taleb yönündendir. Fakat bu talebin kesin
olduğuna delâlet eden karineler mevcuttur. Zira o kitleleşmiş
cemaatın yapacağı yukarıda zikredilen ayetin belirlediği iş;
-İslâm'a davet, marufu emretmek ve münkerden nehyetmek-,
müslümanların üzerlerine yerine getirmeleri gereken bir farzdır.
Bu farz başka bir çok ayet ve hadislerde de sabit olmuştur.
Nitekim Resulullah (SAV) buyurdu ki:
"Nefsim elinde olan Zat'a yemin ederim ki,
ya marufu emir ve münkerden nehyedersiniz yahut Allahu Teâlâ
size azab gönderir. Sonra Allah'a yalvarırsınız, lâkin duanız
kabul olunmaz." (Ahmed b. Hanbel, Ensar, 22212)
İşte bu ifade, o talebin kesin bir istek
olduğuna ve ondaki emrin de vacib olduğuna bir karine
olmaktadır. Fakat bu kitleleşmiş cemaatın varlığının siyasî bir
hizb (parti) olması ise: o ayeti kerimenin bir taraftan
müslümanlardan aralarında bir cemaat kurmalarını taleb etmesi,
diğer taraftan da bu cemaatın işini İslâm'a davet etmek,
marufu emretmek ve münkerden nehyetmek olarak
belirlemesinden dolayıdır.
Marufu (iyiliği) emretmek ve münkerden
(kötülükten) nehyetmek işi, idarecilere de iyiliği emretmeyi ve
kötülükten nehyetmeyi kapsamına alır. Hatta bu iyiliği emretmek
ve kötülükten nehyetmek işlerinin en önemlisidir. Zira o,
idarecileri muhasebe etmek ve onlara nasihat etmektir. Bu iş
ise, siyâsî bir iştir. Hatta bu siyasi işlerin en
önemlisidir ki o da, siyasî partilerin en belirgin
çalışmalarındandır.
Böylece bu ayeti kerime siyasî partilerin
kurulmasının vacibiyetine (farz oluşuna) delâlet etmektedir.
Ancak ayet, kitlelerin yalnızca İslâmî
partiler olmalarını sınırlandırmıştır. Çünkü, ayetin
belirlediği önemli iş -İslâm'a davet etmek, İslâmî hükümlere
uygun şekilde marufu emretmek ve münkerden nehyetmek- ancak
İslâmî kitleler ve partilerle gerçekleştirilir.
İslâmî parti; İslâm akidesine dayanan,
İslâmî fikirleri, hükümleri ve çözümleri benimseyen ve izlediği
metodu Resulullah (SAV)'in metodu olan partidir.
Bunun için; müslümanlar arasında fikir ve
metot olarak İslâmî olmayan esaslar üzerine kitlelerin oluşması
caiz değildir. Çünkü Allah'u Teala, müslümanlara böyle
emretmiştir. Ve İslâm, bu varlık aleminde tek doğru ideolojidir.
Zira o, fıtrata uygun olan evrensel bir ideolojidir. İnsanın
problemlerini, onun insan olması yönüyle çözümlemekte, uzvî
ihtiyaçları ve içgüdülerinden ibaret olan insanın hayatiyet
enerjisinden kaynaklanan müşkilleri çözüme kavuşturmaktadır. Bu
uzvî ihtiyaç ve içgüdülerden ibaret olan hayatiyet enerjisini ne
tamamen başıboş bırakır, ne köreltmeye çalışır. Ne de bir
içgüdüyü diğeri üzerine azdırır. Fakat İslâm, onları ve onların
tatminini sahih bir nizamla düzene koymaktadır.. İslâm, hayatın
bütün işlerini düzenleyen tam kapsamlı bir ideolojidir.
Muhakkak ki Yüce Allah, müslümanlara İslâm
hükümlerinin hepsine bağlanmalarını vacib kılmıştır.. Bu
hükümler ister akaid ve ibadet hükümleri gibi onların
Yaratıcılarıyla ilişkilerini, ister ahlâk, yiyecekler ve
içiceklerle ilgili hükümler gibi kendi nefisleriyle ilişkilerini
ve isterse muamelât ve yasama hükümleri gibi diğer insanlarla
münasebetlerini tanzim eden hükümler olsun aynıdır.
Allah, müslümanlara, İslâm'ı hayatın bütün
işlerinde tam kapsamlı bir uygulamayla tatbik etmelerini,
İslâm'la hükmetmelerini, anayasalarının ve diğer kanunlarının
Allah'ın Kitabı'ndan ve Resulü'nün Sünneti'nden alınmış şerî
hükümler olmasını farz kılmıştır. Nitekim, Yüce Allah şöyle
buyuruyor:
"Öyleyse sen, aralarında Allah'ın
indirdiğiyle hükmet ve sana Hak'tan gelenden ayrılıp da onların
heveslerine uyma." (Maide 48)
"Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet,
onların arzularına, görüşlerine uyma. Allah'ın sana indirdiğinin
bir kısmında(n) seni fitneye düşürmelerinden, (aldatmalarından)
sakın." (Maide 49). İslâm ile hükmetmemeyi ise Allah küfür
saydı:
"Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse,
işte onlar kâfirlerin ta kendileridir." (Maide 44)
İslâm dışındaki kapitalizm, sosyalizmin de
kendisinden olduğu komünizm gibi ideolojiler fasit
ideolojilerdir. İnsan fıtratıyla çelişmektedirler. Onlar,
insanların uydurmalarıdır. Artık onların fesadları (bozuk
oldukları) belli olmuştur ve ayıpları da açığa çıkmıştır. Onlar,
İslâm'la ve hükümleriyle de çelişmektedirler. Böylece onları
almak da, onlara davet etmek de, onların prensipleriyle
kitleleşmek de haramdır.
Bunun için, fikir ve metot bakımından
yalnızca İslâm esasları üzerine kitleleşmeleri müslümanlara
farzdır. Kapitalist, sosyalist, komünist, milliyetçi, vatancı,
mezhepçi veya masonluk esaslarına göre kitleleşmeleri de
müslümanlara haram olur. Bunlara katılmaları yahut bunlara
geçerlik tanımaları müslümanlara haramdır. Çünkü bunlar küfür
partileridir ve küfre davet ederler. Zira, Allah (c.c.) şöyle
buyuruyor: "Her kim İslâm'dan başka bir din arzularsa, ararsa
bu ondan asla kabul edilmez. Ahiret'te de o kimse hüsrana
uğrayanlardan olur." (Ali İmran: 85).
Daha önce zikrettiğimiz ayette geçen "hayra
davet ederler" (Al-i İmran: 104) ifadesinin anlamı "İslâm'a
davet ederler" demektir. Allah Resulü (SAV) şöyle buyurmuştur: "Kim,
emrimizden olmayan bir iş yaparsa o reddolunur." (Buhari).
Yine şöyle buyurmuştur: "Asabiyetçiliğe (soy sopculuk
davasına yani ırkçılığa) çağıran bizden değildir."
İslâm ümmetini uğradığı bu düşüşten
kaldırmaya, küfür fikirleri, düzenleri ve hükümlerinden, kâfir
devletlerin hakimiyeti ve nüfuzundan kurtarmaya gelince: Bu,
İslâm ümmetini çöküntüye düşüren mefhumları ve fikirleri
temelden tam bir değişiklikle değiştirme yoluyla fikren
yükseltmekle ve ümmette sahih İslâmî mefhumları ve fikirleri
meydana getirmekle olur. Ta ki ümmet, İslâm fikirlerine ve
hükümlerine göre hayattaki yürüyüşünü, davranışını
biçimlendirsin.
Kendisine lâyık olmadığı halde ümmetin
ulaştığı bu korkunç düşüşe yol açan, Hicrî 2. asırdan bugüne
kadar İslâm düşüncesi ve metodunu örten çeşitli amillerin
(faktörlerin) cereyan etmesinden dolayı İslâm'ın anlaşılması ve
uygulamasında müslümanların zihinlerine düşüveren şiddetli
zaafiyettir.
Bu örtücü faktörler aşağıdaki en belirgin
durumların sonucunda ortaya çıkmıştır:
1- Hind, Fars ve Yunan felsefelerinin nakli
ve bazı müslümanların, İslâm'la aralarında tam bir çelişki
bulunmasına rağmen bu felsefelerle İslâm'ı uzlaştırmaya
çalışması.
2- İslâm'ın sinsî düşmanlarının, İslâm'dan
olmayan fikirleri ve hükümleri, İslâm'a karıştırması ve
müslümanları İslâm'dan uzaklaştırmak için hilelere başvurması.
3- İslâm'ı anlama ve uygulamada Arap dilinin
ihmali. Allah'ın Dini'nin kendi dilinden başka bir dille
anlaşılmamasına ve ortaya yeni çıkan vakıalar karşısında içtihad
yoluyla yeni hükümlerin istinbat edilmesi Arapça dışında bir
dille mümkün olmamasına rağmen Arapçanın Hicrî 7. asırda
İslâm'dan ayrılması.
4- İslâm'ı tamamen ortadan kaldırmak ve
müslümanlara hakim olmak gayesiyle, müslümanları İslâm'dan
ayırmak ve uzaklaştırmak için, 17. asırdan beri kâfir batı
devletlerinin misyonerlik, kültürel ve sonra da siyasî
saldırısı.
Muhakkak ki, müslümanları kalkındırmak için
İslâmî ve gayrı İslâmî pek çok girişimler ve hareketler
olmuştur. Fakat, bunların tamamı da başarısızlıkla neticelendi.
Onların, müslümanları kalkındırmaya, korkunç düşüşü değiştirmeye
de gücü yetmedi.
Müslümanları İslâm'la kalkındırmaya kalkışan
bu girişim ve hareketlerin başarısızlık sebebleri aşağıda sayılı
durumlara bağlıdır:
a-) İslâm düşüncesini örten
(perdeleyen) faktörlerden etkilendikleri için, müslümanları
kalkındırmak isteyenlerce İslâmî düşüncenin dakik bir kavrayışla
anlaşılmaması. Onlar, müslümanları kalkındırmak istedikleri
fikirlerin ve hükümlerin zihinlerinde vazıh olmayışından dolayı
bu fikirleri ve hükümleri, bunlarla müşkillerinin çözümünü ve
tatbikini tahdid etmeksizin İslâm'a, kapalı, umumî bir şekilde
davet ediyorlardı. Böylece onlar vakıayı düşüncelerine kaynak
olarak aldılar ve fikirlerini bununla temellendirmek
istediler. İslâm'la çelişmesine rağmen, var olan vakıayla
uzlaştırmak üzere nasslara yüklenemiyecek manalarla İslâm'ı
te'vil etmeye ve yorumlamaya kalkıştılar. Vakıayı, İslâm'a ve
hükümlerine uygun olarak değiştirmek için düşüncelerinin
konusu yapmadılar.
Bundan dolayı hürriyetlere, demokrasilere,
kapitalist ve sosyalist düzenlere çağırdılar. İslâm'la tam bir
tenakuz içinde olmalarına rağmen, bunları İslâm'dan saydılar.
b-) İslâm düşüncesi ve hükümlerinin
uygulanmasında İslâm'ın metodunun, bu kimselerde tam bir
açıklıkla vazıh olmayışı. İslâmî düşünceyi hazırlıksız,
gelişigüzel vesilelerle ve kapalılıkla kuşatılmış bir şekilde
yüklendiler. İslâm'ın geri gelmesinin, mescidler inşa etmekle,
gazete-dergi-kitap yayınlamakla, hayır ve yardımlaşma
cemiyetleri kurmakla yahut toplumun fesadından, küfür fikirleri,
hükümleri ve düzenlerinin toplum üzerindeki hükümranlığından
gafil olarak ve fertlerin ıslahıyla toplumun ıslah edilmiş
olacağını zannederek fertleri ıslah etmekle ve ahlâken terbiye
etmekle olacağını görmeye başladılar. Oysa toplumun ıslahı ancak
toplumun fikirleri, duyguları ve nizamlarının ıslahı ile olur.
Toplumun ıslahı, fertlerin ıslahına götürür. Çünkü, toplum
yalnız fertlerden ibaret değildir. Toplum, ancak fertlerden ve
alâkalardan yani fertler, fikirler, duygular ve nizamlardan
meydana gelir. Resulullah (SAV)'in cahiliyye toplumunu İslâmî
topluma dönüştürmek için yapmış olduğu gibi.. Zira O (SAV),
mevcud akaidi, İslâmî akidenin fikirleriyle; cahilî adetleri,
mefhumları, fikirleri de İslâm fikirleri, mefhumları ve
hükümleriyle değiştirmek üzere çalışmaya başladı. Ayrıca
insanların duygularını cahiliyye akideleri, fikirleri ve
hükümlerine bağlılıktan; İslâm akidesine, İslâm'ın fikirlerine
ve hükümlerine bağlılığa dönüştürdükten sonradır ki Allah,
Resulüne Medine'de toplumu değiştirmesini nasib etti. Ne zaman
ki Medinelilerin çoğu İslâm Akidesini tasdik edip benimsedi,
İslâm fikirlerini, mefhumlarını ve hükümlerini benimsedi. işte
onunla birlikte Allah'ın Resulü (SAV) ve ashabı, 2. Akabe
Biatı'nın gerçekleşmesinden sonra onlara hicret ettiler ve
Resulullah onlara (Medinelilere) İslâm hükümlerini tatbik etmeye
başladı. İşte böylece Medine'de İslâm Cemiyetini (toplumunu)
vücuda getirdi.
Yahut bu hareket ve girişimler, Dâr-ül
İslâm'ı (İslâm ülkesi) ve Dâr-ül Küfür (küfür ülkesi) arasında
ayırım yapmaksızın, her ikisinde de İslâm Daveti'ni yüklenme ve
münkeri red etme keyfiyetini ayırt etmeksizin silaha sarıldılar,
maddî faaliyete kalkıştılar. Bugün bizim içinde yaşadığımız
Dâr (ülke), Dâr-ül Küfür'dür. Çünkü, küfür hükümleri
uygulanmaktadır ve Resulullah'ın Mekke'deki Peygamberlikle
gönderildiği günlere benzemektedir. Dâr-ül Küfür'de davayı
yüklenmek; davetle, siyasî çalışmalarla olur, maddî çalışmalarla
değil. Resulullah'ın Mekke'de davayı yüklendiği gibi.. Zira o,
yalnızca davetle iktifa etti, maddî güç-kuvvet kullanmadı. Çünkü
maksat, Dâr-ül İslâm'daki Allah'ın indirdiğinden başkasıyla
hükmeden yöneticiyi değiştirmek değildir. Aksine maksat,
fikirleriyle ve nizamlarıyla Dâr-ül Küfrü değiştirmektir. Dâr-ül
Küfrün değiştirilmesi de, Resulullah'ın Mekke'de yaptığı gibi,
oradaki fikirleri, duyguları ve nizamları değiştirmek ve
çalışmakla olur.
Amma, Allah'ın indirdiğiyle hükmedilen İslâm
ülkesinde (yani Dâr-ül İslâm'da), eğer yönetici apaçık küfürle
hükmetmeye kalkışırsa, müslümanların onu bundan vazgeçirmeleri
ve İslâm'ın hükmüne dönmesi için muhasebe etmeleri farzdır. Eğer
dönmezse, o yöneticiyi Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeye
dönmesini zorla kabul ettirmek için silâh kuşanarak ona karşı
çıkmaları, müslümanlar üzerine farz olur. Ubade b. es-Samit'den
gelen hadiste olduğu gibi; "Allah'ın Kitabı'ndan sağlam bir
delile dayandığınız apaçık bir küfür görmeniz müstesna, emir
sahipleriyle çekişmiyeceğimize ... beyat ettik" Müslim'in
rivayet ettiği Avf b. Malik'in hadisi de şöyledir: "Ey
Allah'ın Resulü, onlarla --zalim yöneticilerle-- kılıçlarımızla
savaşmayalım mı?" denildi. Allah'ın Resulü: "Aranızda
namazı ikâme ettikleri müddetçe hayır." diye cevap
verdi. "Namazın ikâmesi" İslâm'la hükmedilmesinden
kinayedir. Bu iki hadis, Dâr-ül İslâm'da (İslâm ülkesinde)
müslüman yöneticinin muhasebesi, bu muhasebenin nasıl olacağı ve
Dâr-ül İslâm'da açık küfrün ortaya çıkışını menetmek üzere,
bundan vazgeçmediği takdirde ne zaman yöneticiye karşı maddî
kuvvet kullanılacağı konularındandır.
Hilâfet Devleti'ni ve Allah'ın indirdiğiyle
hakimiyeti yeniden meydana çıkarmak için çalışma gayesine
gelince: Yüce Allah müslümanlara şerî hükümlerin hepsine
bağlanmayı ve Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyi farz kıldı. Bu
ise ancak bir İslâm Devleti'nin ve bir halifenin insanlara
İslâm'ı tatbik etmesiyle gerçekleşir.
Müslümanlar, Hilâfet Devleti'nin I. Dünya
Savaşı'nda yıkılmasından beri İslâm Devleti'nden yoksun
yaşıyorlar. Bundan dolayı Hilâfet'i ikame etmek, Allah'ın
indirdiğiyle hükmetmeyi yeniden varlığa getirmek İslâm'ın
farzlarından kesin bir farzdır. Bu, içinde ne muhayyerliğin ve
ne de bir gevşekliğin bulunmadığı, kat-i bir farzdır. Bu farzı
yerine getirmede kusur göstermek, Allah'ın şiddetli bir azabıyla
cezalandıracağı büyük günahlardan biridir. Allah Resulü şöyle
buyuruyor: "Kim ki boynunda beyat -halkası- bulunmadığı
halde ölürse, o cahiliyye ölümüyle ölmüştür." (Müslim,
İmara, 3441). Çünkü, bu farzı yerine getirmekten geri kalıp
oturmak; İslâm hükümlerinin uygulanmasının bağlı olduğu, bilâkis
İslâm'ın hayat sahasında varlığının bağlı bulunduğu en mühim
farzlardan birini yerine getirmekten geri durmaktır. Zira
farzın ancak kendisiyle tamam olduğu şey de farzdır.
Bundan dolayı Hizb–ut Tahrir kuruldu ve İslâm
Akidesine dayalı kitlesini oluşturdu, gayesini gerçekleştirmek
için izlediği yolda kendisine lüzumlu İslâmî fikirleri ve
hükümleri benimseyerek bağlandı. Müslümanları İslâm'la
kalkındırmaya girişen kitleleri başarısızlığa düşüren sebeblerin
ve eksikliklerin hepsini telâfi etti. İslâm düşüncesi ve
metodunu vahyin indirdiği Allah'ın Kitabı ve Resulü'nün
Sünneti'nden, sahabenin icmaı ve kıyasın gösterdiğinden alarak
fikrî, dakik bir anlayışla kavradı. Vakıayı İslâm hükümlerine
uygun olarak değiştirmek için düşüncesinin konusu kıldı.
Resulullah'ın; daveti yüklenmesinde, Medine'de devleti kuruncaya
kadar Mekke'deki daveti ile seyrinde izlediği metoduna sarıldı.
Üyelerini birbirine bağlayan bağ olarak, İslâm Akidesini ve
benimseyip bağlandığı İslâm fikirleri ve hükümlerini kabul etti.
Bunun için Hizb, ümmetin kendisini bağrına
basmasına, onunla yürümesine ehil ve lâyıktır. Bilâkis ümmetin
onu kucaklaması ve onunla birlikte yürümesi vacibtir. Çünkü,
fikrini hazmeden, metodunu basiretle kavrayan, temel davasını
anlayan, Resulullah'ın sîretinden sapmaksızın ve gayesini
gerçekleştirmekten vazgeçmeksizin Allah Resulü (SAV)'in
sîretinin çizdiği programa bağlanan tek partidir.
|